Ana içeriğe atla

Şerif Mardin’in ‘Din ve İdeoloji’ Eseri Üzerine




     Din ve İdeoloji kitabı, çapı küçük fakat içerik olarak oldukça geniş ve derin olduğu rahatlıkla söylenebilir. Efradını cami ağyarını mani bir ifade ile alanında tam bir başvuru kaynağıdır.
     Yazar, ilk önce ideoloji kavramını  iki ayrı kategoride ele alıyor: Sert ideoloji ve yumuşak ideoloji. “Sert” ideolojiyle, sistematik bir şekilde işlenmiş, temel teorik eserlere dayanan, seçkinlerin kültürüyle sınırlandırılmış, muhtevası kuvvetli bir yapı kastedilirken,  “yumuşak” ideoloji ile de, kitlelerin, çok daha şekilsiz inanç ve bilişsel (cognitive) sistemleri ifade ediliyor. Yazar, ideolojiyi ise kitle toplumunun belirmesiyle beraber önem kazanan inançlar ve idare edilen”lerin arasında yaygın, yönlü, fakat sınırlı, belirsiz fikir kümeleri olarak tanımlıyor. İdeolojiler, siyasi fikir tarihi açısından  uzun zaman, insanların aklını çelen kuraldışı etkenler olarak tanımlanmıştır.[1]
Yazar, bilimsellik niteliğinin üç ana noktada toplandığını ifade ediyor:
1.    Tabiat içinde belirli bir türden olan olayların düzenliliğinin ifade edilmesi,
2.    Bu düzenliliğin diğer bir türden olayların düzenliliği ile bir ilişkisinin kurulması,
3.    Bu ilişkilerin önce kurallar daha sonra kuralların toplamı olan teoriler şeklinde ifade edilmesi.
      Bu üç madde modern sosyal bilimlerin yaklaşımını tayin eden ‘altyapı’ olduğunu söylüyor.Bu nedenle siyasal sürecin içinde bir düzenlilik olarak beliren bir olaylar kümesinin hiçbir zaman sürecin dışında tutulmasına imkan yoktur.İdeoloji de bunlardan biri olduğundan siyasal bilimlerde son derece önemli bir yer tutar. Toplum yapıları ise düzenliliklerini toplum bireylerinin içinde bulundukları durumları ‘anlamaları’ sayesinde muhafaza ederler.[2]
      Yazar, farklı şekillerde oluşan ideoloji incelemelerine değiniyor ve bunlardan bir tanesine vurgu yapıyor: İdeolojiyi kişilerin dengesini sağlayan psikolojik bir destek olarak kıymetlendirmeye çalışan bir yaklaşımdır. Bu anlayışa göre toplumun mutlaka çözülmesi gereken problemlerinden biri kişilerin şahsiyetlerinin dengesini sağlamaktır. Denge her bireyin hayatının ilk yıllarından itibaren kendine tedricen bir şahsiyet üretmesiyle sağlanır. Tam  bir kimlik ise ancak çocukluk ve ergenlik bunalımlarının başarı ile çözülmesi ile ortaya çıkar. İdeolojinin kimlik tamamlama sürecine iki noktada etki eder: Birincisi kişinin kendisine imal ettiği kişilik bütünleşmiş bir tutumlar ve davranışlar tümü olduğu derecede bir iç ideoloji oluşturur. İkinci olarak ergenlik krizi dış âlemde bulunan ideolojilerin etkisine özel bir şekilde tabidir. Gençler kendi kişiliklerinin son katını verecek olan cevapları dış âlemdeki siyasal ve sosyal ideolojilerde ararlar. İdeolojinin ortaya çıkardığı bu psikolojik uyum fonksiyonlarının en önemlilerinden biri dinsel fonksiyondur. Lane, bu fonksiyonu ideolojik bütünün bir alt kategorisi olarak ele  almaktadır. Lane'in denekleri için din, ideolojilerinin diğer parçaları gibi, gidişine uymak zorunda oldukları bir dünyada, psikolojik bir denge kurmanın yollarından biridir. Din, bir dünyayı anlama ve kendini o dünyada belirli bir yere yerleştirme modeli olarak fonksiyon  görmektedir. Yazar, bu noktada amacının, Türkiye’de dinin sosyolojik-siyasal fonksiyonlarını belirtip Türkiye'de siyasi alanda ne gibi bir rol oynadığını anlatacak başlangıç analitik kategorilerini ortaya çıkarmak olduğunu belirtmektedir.[3]
     Mardin, Parsons’un toplumun organizma, kişilik sistemi, yapı sistemi ve kültür sistemi şeklinde dört tabakalı bir sistem olduğu fikri bize bu tabakalar arasında işleyen mekanizmaları bir bütün içinde incelememizi mümkün kıldığını ifade ediyor. Bu arada sert ve yumuşak ideolojilerin arasındaki ilişkilerin de ne olduğunu bize anlatan iki ideoloji arasından bir köprü kurmamızı sağlayan bir teorik yapı elde etmiş oluyoruz.[4]
      Max Weber, kapitalizmin teşekkülünde Marx'ın belirttiği etkenlerin yanı başında bazı "ideolojik" unsurları katmıştır. Ona göre kapitalizmi gelişmiş kapitalizm haline getiren bu etkenlerdir. Bu etkenlerin tümü "Protestanlığın dünya görüşü" kavramı altında toplanabilir. Protestanlığın Kalvinist şeklinde, insanın kendi amaçları için değil Allah'ın verdiği tabiat intizamını gerçekleştirmek için dünyaya geldiği inancı bu sistem içindeki insanları toplumun rasyonel yönlerini geliştirmeye yöneltmiş ve böylece Pazar mekanizmasının rasyonellik unsurlarını bir Allah görüntüsü olarak kabul edip onları  kullanmaya sevk etmiştir. Kalvinizmin, elde edilen zenginliklerin şahsi çıkarlar için kullanılamayacağı fikri ise birikmeye yol açmıştır. Fakat bunun yanında başarı Allah'ın kulunu sevdiğine dair bir "işaret" olarak kabul edildiği için bireyler Kalvinizmde çalışkan olmaya sevk edilmişlerdir. Böylece şekillenmeye başlamış olan kapitalizm, Weber'e göre çok daha billurlaşma imkanı bulmuştur. Weber amaç rasyonalitesi ile değer rasyonalitesi arasındaki farkı belirtmek suretiyle insanların eylem türlerinin zihindeki şekillenişini bize anlatmaya yarayacak tamamen yeni bir eksen sağlamıştır.Amaca göre rasyonellik insanın amacını seçme serbestliğinin yanında bu amaca en kısa yoldan varacak yolu seçmekte serbest olmaktır.Değere göre rasyonellik ise belirli bir amaca yönelirken bir insanın, değerlerinin etkisi dolayısıyla yalnız araçlarını seçebilmesi, amacın sabit olmasıdır.[5]
    Yazar, yapılan sosyal bilimler çalışmalarında kaydedilen  ilerlemelerin, dini "endişe azaltıcı" ve "kişiliği billurlaştırıcı" sembolik bir süreç olarak kavramlaştırılmasına yol açmış ve dinin bu anlamda "yumuşak" bir ideoloji olarak incelenmesinin imkanlarını ortaya çıkarmıştır. Dini Türkiye'de bir "eylem aracısı" olarak ele alınmasının sebebi dinin Türk kültüründe önemli bir unsur olarak belirmesidir. Aralarında seçim kaybetmiş "laikler"in başta bulunduğu bir kısım politikacılar, din faktörünün Türkiye'de karşısına geçilmez bir varlık olduğunu anlatırlar. Daha derin bir düzeyde, laik Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, Türkiye'de fertlerin kişilik ve kimlik krizlerini halletmekte zorluk çekmiş oldukları açıktır. Ancak, Türkiye'nin değer boşluğu gözleri kamaştıracak kadar belirlidir. Alt sınıflarda bu değer boşluğu İslami olarak bildikleri itikatlara sıkı sıkıya sarılmak suretiyle halledilmek istenmiştir. Aydınlarca "batıl itikatların artışı" olarak değerlendirilen bu niteliklerin toplumsal ve siyasal davranış boyutlarına dönüşeceği şüphe kabul etmez. Problem, Türklerin hepsinin aynı mezhepten olmaları bakımından daha da çapraşık bir hal almaktadır.[6]

      Yazar ikinci bölümde din sosyolojisi ve dinsel davranış konusunu işliyor. Din konusundaki  İki klasik düşünürün düşüncesini açıklıyor: Marx ve Freud. Marx’ın din düşüncesindeki etkisi nedeniyle Feuerbach’ın tezi açıklanıyor. Feuerbach’a göre din bilimin kanıtları aslında kof ve etkisiz varsayımlardır. İnsanların kalbinde Allah inancı kendi sınırlılığını ideal bir varlıkla karşılaştırma eğiliminden doğan bir projeksiyondur.Din insanın kendi düşüncesinin insanlar üstü bir plana aktarılışıdır.Yazar’a göre  Marx, din halkın afyonudur derken vicdansız bir üst sınıfın  halkı uyutmak için kullandığı bir aracı değil, insanların kendilerini olayların yüzeyinde batmadan tutabilmek için kullandıkları bir kendi kendini aldatmacayı kastettiğini iddia ediyor.Marx’a göre insan dindeki aldatmacayı anladığı andan itibaren kendi kendini esir ettiği şartların ortadan kaldırılması zorunluluğunu da anlar.Proletarya bu yabancılaşmanın yani hakiki gerçeklerden uzaklaşmanın yalnız din planında değil, sosyal, iktisadi ve  siyasi planlarda gerçekleştiği sınıftır. Marx’a göre ideoloji ile din arasında kuvvetli bir bağ mevcuttur. Fakat dinin bir özelliği kullanılan bir tahakküm aracı olmaktan çok insanın sarıldığı bir kurtarma aracı olmasıdır.[7]
Freud’un düşüncesinde de  din konusunda aynı şekilde Marx’ta olduğu gibi dinin  oyalayıcı fonksiyonu olduğu görülmektedir. Fakat burada din kişinin toplumsal bunalımlarından hayli önce beliren bazı şahsiyet problemlerini halletmek için başvurduğu bir ‘oyun’dur. Freud’a göre kişinin şahsiyet evriminde ilk dönem çocuğun hiçbir şekilde anlamadığı bir alemde kendisini tamamen güçsüz hissetmesidir. Bu güçsüzlüğün karşısında çocuğun isteklerini yerine getiren bir nevi kadiri mutlak olan ana baba belirir.Sonradan inançları daha biçimsel bir şekil aldığı zaman kişi çocukluğundaki durumunu hatırlatan durumlara kendini kolayca uydurur.Eskiden beri özlemini çektiği Kadiri Mutlak’ı başka bir şekil altında yeniden keşfetmeye hazır ve isteklidir.Din bu özlemi yerine getiren bir yapıdır.[8]
Marx’ın üzerinde durmadığı din-toplum ilişkisi bağlamında  fonksiyon kavramı çokça incelenmiştir. Durkheim, bunu ilk defa toplumun tüm varlığını düzen ve yapılarının dinde ifade edildiği kavramıyla anlatıyor. Dini ayinler ise o toplum içinde yaşayan insanların zaman zaman kendi yapılarının sosyal anayasasını hatırlamalarını mümkün kılan bir toplum değerleri doğrulamasıdır..Durkheim, dinin kişisel değil, toplumsal bir süreç olduğunu iddia etmiştir. Ona göre Avustralyalılar totem hayvanlarına gruplarının birliğini temsil ettikleri için tapıyorlardı. Totemin kutsallığı bir kez kabul edilince totemlerin topluluğu olan toplumunda kutsal bir varlık olduğu inancının temelleri atılmış demekti Totemlere karşı gösterilen saygı bu itibarla toplumun genel yapısına gösterilen saygıyı temsil ediyordu. Dinsel şeylere saygı otoriteye hürmetten başka bir şey değildi. Buradan hareketle Durkheim dinsel tapmanın asıl nesnesi toplumun kendisi olduğu düşüncesindedir.[9]
Bronislav Malinowski’de bu bağlamda dinlerin toplumsal fonksiyonu üzerinde durmuş, psikolojik etmenlerin mekanizmasını ciddiye aldığı derecede Durkheim’in fonksiyonalizmine de bir boyut katmıştır.Malinowski, Trobriand adalarında büyünün ifa ettiği rolü anlatmıştır. Malinowski, bütün toplumlarda büyü belirli zamanlarda sonuç elde etmek için kullanılan yollardan biridir.Fakat büyü kullanan insanlar aynı zamanda büyüsel olmayan bir sistem de kullanırlar.Mesela açlıklarını gidermek için büyü yapmazlar, toprağı ekip biçerler ve yağmurların gelişi, güneş günlerinin sayısı gibi tabiat olaylarına dikkat ederler.Trobriand adalılar, tabiatla olan ilişkilerinde birbirinden ayrı kuralları olan iki ayrı sistem kullanıyorlardı.Yerli bir taraftan tarım ve balıkçılık için son derece geçerli ampirik bilgilere sahipti ve rasyoneldi. Yerli bu sistemle birlikte bir de büyüler sistemini kullanıyordu.İkinci sistemin özelliği düzenin bu alemin ötesindeki kuvvetlerle bazen bozulabileceğini öngörmesiydi.Malinowski’nin önemli buluşu, yerlinin olağanüstü durumlar için ayırdığı bu ikinci anlam kategorisi ile her ampirik sistemde ortaya çıkması muhtemel bilinmeyen faktörünü de bilgisel sistemin içine katmış olduğunu görmüş olmasıdır.Malinowski bu şekilde ilkellerin bilgisel sisteminin bile boşluklar kabul etmeyen bir sistem olduğunu göstermişti.Psikolojik katkısı ise şöyledir: Belirli bir faaliyet onu yapanlar için hayati ise ve aynı zamanda başarı şansı nispeten düşük veya daha çok talihe bağlı ise bu faaliyete iştirak edenleri daha çok yüksek bir gerilim içinde tutar ve onları frustrasyona götürür.Büyünün başarısızlığın etkisini ortadan kaldıracak olan bir mekanizma olması müşterek moralin yüksek seviyede tutulmasına imkan verir.Racliffe-Brown dinin bir davranış türü olarak incelenmesi için ana kuralları ortaya çıkarmıştır:
1.    Belirli bir dini anlamak için etkilerini incelememiz gerekir. Bundan ötürü din faaliyet halinde incelenmelidir.
2.    İnsan davranışı genellikle duygu adı verilen zihinsel eğilimler tarafından kontrol edildiği  veya yönetildiği için belirli bir dini topluma katılmanın sonucu olarak kişide hangi duyguların geliştiğini bulmak gerekir.
3.    Din üzerine yapılan çalışmalarda önce özellikle din ile ilgili hareketler ve kişisel veya toplumsal ayinler incelenmelidir.
4.    Bazı modern dinler belirli öğretiler üzerinde dururlar. Dikkatlerini inanç üzerinde toplarlar.
5.    Bazı toplumlarda din ve sosyal yapı arasında dolaysız ve yakın ilişki vardır. Fakat halk arasında değişlik dinsel kuruluşlar veya mezhep ve kiliselerin kurulması sonucu ayrı ve bağımsız bir dinsel yapı ortaya çıkarsa bunun tüm toplumsal yapı ile olan ilgisi birçok yönden izlenmesi güç hale gelir.
6.    Tüm dinler çift yönlü bir bağımlılık duygusunu ifade eder ve din toplumsal fonksiyonunu bu dayanışma duygusunu sürekli olarak desteklemek yolu ile yapar. çift yönlü bir bağımlılık duygusu insanların kendi toplumlarının dinsel törenlerinden hem bir şey beklemesi hem de ondan çekinmesi. Din burada bir avutma şeklinde değil, fakat insanların içinde yaşadıkları toplumsal yapının genel çizgilerini anlamalarına yarayan bir model olarak beliriyor. Aynı zamanda din toplum şeklini destekleyen duygular yarattığı derecede toplumun devamlılığını sağlamaktadır.[10]
    Yazar, kültürü hem toplumun sembol haline getirilmiş modellerinin ve hem de onlara set çeken maddi imkanların tümü olarak tanımlamaktadır. Kültür ile ilgili önemli olan şeyin toplum içinde nasıl herkes taraflından bilinen ve diğer kuşaklara da geçirilen bir model haline gelmesidir. ‘Şeyler’ kültürün esas unsurlarından birincisini, şeylerin ilişkilerini kuran soyut sistem ise ikincisini meydana getirir. Bu ilişkilerin şekillerini muhafaza etmelerini sağlayan iki unsur vardır: Kültürel anlamlar ve onları taşıyan sembol sistemi. Dil, hilal ve bayrak gibi kültür bakımından anlamlı şekiller sembollerin başında gelir.Sembollerin anlamı üzerinde toplum içinde bir anlaşma olduğu için bunlar ortak bir anlama sağlarlar.Bu anlama iki şekildedir. Sembol kişi tarafından anlaşılıp kişi ona göre hareket ettiği zaman buna davranış; semboller kendi aralarındaki ilişkilere ortak bir şekil kazandırdıkları zaman buna kültür denilmektedir. Sembollerin anlaşılmasını sağladığı, elle tutulmaz fakat şekilli ve şekillendirici kültür alt sistemleri içine teknoloji sistemler, siyasal ve iktisadi meşruluk modelleri, çocuk büyütme, dini eğitim, görgü usulleri ve hukuk sistemleri girmektedir.Bütün kültürün hangi sistem altında olursa olsun kendi kendini devam ettiren bir nitelik taşıdığına bakılırsa içindeki unsurların tümü ideolojik  bir mahiyet taşımaktadır.İdeoloji, Marx’ın modelinde olduğu gibi özel bir aldatmaca değil, toplumun kendi kendini devam ettirebilmek için içinde bulunan bütün fertlere başka başka alanlarda oynattığı oyunun kuralları haline gelmektedir.[11]
      Yazar, toplumun kültür katındaki yapıtlarının bir kere oluştuktan sonra yapılarını zor kaybetmelerine bunların özerkliği olarak tanımlamaktadır.Kültür yapıtları bir dereceye kadar özerk bir yapıya sahip oldukları gibi din yapıtları da böyledir.Yazar, dinsel sistemlerin özerkliğini belirgin bir şekilde ortaya çıkarmak için Clifford Geertz’in araştırmasını örnek veriyor.Geertz’in amacı fonksiyonalist okulun görüşlerinin tek yönlülüğünü göstermektir.Fonksiyonalist görüş(Durkheim, Brown), toplum içindeki süreçlerin bir fonksiyon gördükleri ve bundan dolayı devam edebildiklerini belirten okuldur. Bu yaklaşıma göre toplumun  içinde bir yapısal unsur  varsa bir fonksiyon görmektedir.Toplum bu yapının ihtiyacını duyduğu için o oradadır.Geertz’e göre onlar yapı ve kültür arasında bire bir ilişki tasavvur ettikleri için ya  yapıyı kültürün davranışsal bir şekli ya da kültürü yapının bir yansıması olarak değerlendirdikleri için hataya düşmektedirler. Kültür kişilerin yaşantılarını değerlendirmelerine yardım eder ve hareketlerinde yol gösteren anlamların tümüdür, sosyal yapı ise bu hareketlerin aldığı şekil, halen var olan sosyal ilişkiler ağıdır. Geertz, tezini dinsel kültürün nispi özerkliğini bir Endonezya gecekondu çevresindeki bir olaya dayandırarak kanıtlamaya çalışıyor. Geertz’e göre gecekondu sakinleri köy toplumsal yapısını geride bırakmıştır. Merkezi bürokrasi, parlamenter demokrasi, sınıfların oluşumu, iş bölümü vb ile karşılaşmalardan dolayı toplumsal bakımdan eski yapıyla ilişki kalmamıştır. Fakat kültür dÜzeyine gelince durum böyle olmamıştır. Anlam seviyesinde gecekondu ile köy arasındaki fark çok daha yumuşak iken gecekondu ile şehir üst tabakalısı arasında çok daha belirgindir. Gecekondu ahalisi kendi arasında İslam dinini en sofuca anlayanlar  (Santriler);bu inançları çok gevşek bir şekilde  en eski Cava inançlarıyla karmaşık bir senkretizm halinde kabul edenler (Abangan)  olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Bu farklılıkla birlikte iki grup arasında müşterek bazı noktalarda devam etmekledir. İki grupta inançları bakımından köysel çevreye bağlıdır ve her ikisi de dinsel törenlerin köydeki gibi yapılmasına önem veririler. Kültürleri tarafları daha birbirlerinden bu kadar kesin çizgilerle ayrılmadıkları zamanlara doğru çekmektedir.Yazar buradaki ayrımdan hareketle Türkiye’deki  okumuşlar cahiller ikiliği şeklinde görülen bölünmenin kültür kalıplarının özerkliği dolayısıyla Türkiye’de yapı unsurlarında bağımsız olarak özerk bir boyut  şeklinde etkisini gösterdiğini ifade etmektedir.[12]
     Spiro’ya göre toplumun değerlerini yerleştiren mekanizma şu şekildedir: Çocuk anası ve babasıyla özdeşleştirme kanalıyla bir süperego kurmaya başlar, ailesinin doğru bulduğu değerleri yapar.Toplumun normu kişinin değeri haline gelir. O da çocuklarına aynı bilgileri aktaracaktır. Yazar, bir yapı değişikliği sırasında eski kültürün üzerinde etkili olduğu aileler, çocuklarına verecekleri değerleri değiştirinceye kadar eski kültürel kalıp şeklini muhafaza edecektir. Kültür, yapıdan özerk olarak kendi benliğini devam ettirecektir. Yazar, bu noktada Türkiye’de bir din araştırmasında dinin nasıl tanımlanacağının çok önemli olduğunu  ve incelemeye esas teşkil edecek dinin otoritelerin DİB vb. yayınlarından değil, ailelerin çocuklarına anlattıkları dinin merkeze alınması gerektiğini savunuyor. Yazar, bu noktada dinin bir kültür sistemi olarak fonksiyonlarına vurgu yapıyor. Bu fonksiyonlardan birincisinin kişisel planda olduğunu, kişi katında dindışı kültürü tamamen izah edemeyeceği bir olaylar tortusu olduğuna göre kişi bunlar için başka türden izah arayacaktır:
1.    Çocukluktan kalma dünya karşısındaki zaaf duygusunun bertaraf edilmesi zorunluluğu,
2.    Genel bir anlama sistemini herhangi bir köşesini boş bırakmamak, dünyada karşılaştığı bütün olayları anlatabilecek bilişsel bir sisteme sahip olmak istemesidir. Dinin ikinci fonksiyonu ise kültür katındadır. Din insanlara çevrelerindeki dünyayı özel gözlüklerle görmeyi sağlayacak kavramsal görüş imkânları sağlar. Din bir semboller kümesidir.[13]

      Yazar bu teorik zeminden hareketle dinin siyasal ve toplumsal kurumlarla bağlantısını, dinin daha önceleri var olan toplumsal yapı özellikleri ortadan kalktıktan sonra kültür planında bu zamanlara gelen kültürel kalıpları nasıl devam ettirdiğini  ve İslam’ın Türkiye’de halk tabakaları arasındaki uygulama şekillerini bir anlam bütünü olarak açıklamaya çalışıyor.[14]
      Max Weber’e göre bir grubu meydana getiren birçok ilişkiler içinde en önemlilerinden biri hükmetme ilişkisidir. Bu ilişkilere göre kurulan gruplar ise iki tipten olabilir: siyasal ve hiyerokratik. Siyasal  grup düzenini belirli bir yerde özel bir kadronun fiziki güç tehdidi ve uygulamasıyla sürdüren gruptur.Hiyerokratik grup ise düzeni sürdürmek için dinsel faydaları dağıtmak veya geri almak yoluyla ruhsal zora başvuran gruptur.Belirli bir grup, grup oluşunu bir dereceye kadar dinsel bir grup olmasına borçlu olursa bunun toplumsal yapıya aktarılan bir tarafı olacaktır.Kuran’ın günlük ihtiyaçları ele alması ve bunları düzenlemeye çalışması, İslamiyet’te muamelatın genişliği yukarıda bahsedilenlerin bir yansımasıdır. Fakat toplumun örgütlendirilmesi bir kere dini merkez alan bir formülle ifade edilirse toplum içindeki dinsel etki sürüp gider.Dinin İslam toplumunda ifa ettiği fonksiyonun en soyut ve sembolik  yani ideolojik şekli müminin kendini Allah’a tüm teslimiyeti fikrinde belirir.Bu teslimiyetin özel bir şekli insanın Şeriat’a teslimiyetidir.Teşekkül eden cemaatin başında bir idareci değil, Allah’ın kendisi mevcuttur.Diğer toplumlarda civitas, polis devlet olarak bilinen birlik ve düzen ilkesi İslam’da Allah tarafından temsil edilir.Allah ortak yarar uğruna çalışan en üst kuvvetin adıdır.Böylece kamu hazinesi Allah’ın hazinesi, ordu Allah’ın ordusu vb. Yazar’a göre İslam, farklılaşmamış toplum yapısının beraberinde bazı özellikler getirmiştir.        Allah’ın toplum hayatına nezaret ediciliği, toplum içinde örgütlenme şekillerinden bazılarını kabul etmemesi bunlardandır. Bunlar, Durkheim’in ikincil yapı adını verdiği kuruluşlardır. İkincil yapıdan maksat fertle devlet arasında kalan bazı kuruluşlardır.Bunlar hükümdarın çıkardığı veya namına çıkarılan kanunların yükümlülüklerinden muaftır.Kendilerine verilen ayrıcalıklara göre bu şahıs ve gruplar kendi otoritelerinin geçerli olduğu alanların sınırları dahilinde devletin hukuki yetkilerini kullanabilirler.Roma İmparatorluğu’ndan gelen bu yetki devri usulüne göre bu ayrıcalıklar önce kiliseye sonra feodal beylere ve en son serbest şehirlere belediyelere tanınmıştır.Söz konusu ikincil yapılar Osmanlı’da bir rol oynamamıştır.Orta doğuda da böyledir. Şehir Ortadoğu’da Batı’da olduğu şekilde müstakil, siyasi bir güce sahip, kendi kanunlarını çıkaran ve özel mahkemeleri olan bir birim değildir.[15]
     Tüzel kişiliğin gelişmemiş olması, insanların toplum hayatında etrafında toplanıp kendi maksatları için büyük bir serbestlikle kullanabilecekleri kuruluşların olmayışı, diğer taraftan dinsel bir örgütlenme ilkesinin zaten toplumun yapı unsurunda yer almış olması, İslami toplumlara çok özel bir şekil vermiştir. Bir kere devletle fert arasındaki yapılar ortadan kalkmaktadır. İkincisi, toplumsal seyyaliyet çok daha kolayca sağlanmaktadır. Üçüncüsü, Batı’daki bağımsız şehirlerin medeniyetinde gelişmiş olan iyi şehirli fikri, İslam toplumlarında oldukça farklı bir şekil almaktadır. Batı’da ikincil kuruluşların yarattığı tutumlar, alışkanlıklar, değerler İslam toplumlarında yoktur.[16]
     İkincil birimlerin toplum içindeki fonksiyonlarının İslami toplumlarda çok silik olarak görülmesi, ortaya bir problem çıkarmaktadır.Devletle fert arasında ikincil yapılar bir tampon vazifesini göremeyince, ferdin bunların yerine geçecek bir sığınak araması gerekir.Batı’da ikincil yapıların yerine getirdikleri bu koruma fonksiyonunu Doğu’da bir taraftan ümmet yapısı diğer taraftan ümmet yapısına bağlı olarak tarikat yapısı görmektedir.Ümmet düşüncesi içerisindeki cemaat hissi Batı Avrupa’daki ikincil yapıların yerine geçen yapısal unsurdur. Kişi, belirli bir kuruluşun ayrıcalıkları arasına saklanacağına; cemaat içinde, birincil ilişkilere benzer/doğrudan) duygusal bağların mevcudiyetinden destek bulur. Cemaatin yapı unsurunu teşkil eden ikinci değişken din değişkenidir. Din, burada ikincil yapılarda tüzel kişiliğin fonksiyonunu yerine getirir. Din sığınılacak, kendisinden kuvvet alınacak meşru toplum eyleminin yapılarını tanımlayacak olan, hem koruyucu zırh hem de had’dır. İslam toplumu esas itibariyle sınırları silik, katları belirisiz yaygın bir toplumdur. İslam toplumunda din, ümmet yapısının çalışmalarıyla girift olduğu gibi ümmette kişinin ‘gömülü’ olduğu esas yapı olduğu için, son derecede kapsayıcı fonksiyonlar yerine getirmektedir.Bu giriftlik kişilerin sosyal kimliğini tanımlamakta bile etkin olmaktadır.İslam yalnız bir din olarak değil bir sosyal kimlik aracı olarak ta çalışmaktadır.İslam toplumunda din başka daha farklıklaşmış toplumlardaki çok çeşitli terbiyevi, yön verici rollerin yerini tutmaktadır.Batı toplumlarında toplumsal eylemi şekillendiren bu rollerin yerine İslam toplumunun sunduğu, İslam dininin kapsayıcı talimatlarıdır.Ümmet iyiyi emreder, kötüyü yasaklar. Böylece İslami toplumlarda Batı toplumlarında  çok daha önemli bir fonksiyonu olan ‘değer’lerin yerine ‘normlar’ geçmektedir. İnsanlar ‘dış’a doğru dönüktür. Ne yapmaları gerektiğini kendi vicdanlarıyla yaptıkları bir muhasebeden çok, toplum normlarında ararlar.[17]
      Yapılan bir araştırmada ‘siz nesiniz’ sorusuna Türk çocukları, verdikleri cevaplar ağırlıklı olarak dinsel niteliklidir. İslami kültürün hangi yollarla çocukları bu derece İslamlaştırdığını aramak gerekir.Erikson insan hayatını ardı ardına rastlanan ve çözülmesi gereken bunalımlar olarak tanımlamıştır.Bunalımları kişi olumlu bir şekilde çözdüğünde bütün iç sorunlarını çözmüş olarak toplumun karşısına çıkmasını sağlar.Bu sorunların birincisi, çocuğun doğumundan başlayarak hayatı güvenle karşılamasıdır. İkinci sorun çocuğun utanç ve şüphe hislerinden uzak tutulmasıdır. Üçüncüsü çocuğun girişkenliğinin gelişmesidir.  Birinci sorunda Batı ile İslam toplumu benzerlik arzeder. Utanç ve şüphe duygularına gelince, burada önemli bir farkın ortaya çıkması muhtemeldir.İslam toplumu, bir normlar toplumudur. Bu normlar ise şahısta (utancı) çok özel şekilde ortaya çıkarır. Burada utanç insanın kendi yaptıklarından değil, toplumun beğenmediği bir hareket yapmış olması dolayısı ile toplumun gazabına uğrayacağı korkusu şeklinde belirir.(Takiyye) [18]
      Bir taraftan İslam bir hayat tarzı olduğu derecede çocuğun kimlik sorununun çözülmesine yardım etmiştir. Çocuğun ülküsü etrafındakilere benzer, onlar gibi inançlı ve onlar gibi zamanını geçiren iyi bir Müslüman olmaktır. Kimlik bunalımını çözemeyenler selameti İslam’ın kendisine sağladığı alternatif imkanlarda yani dini gruplarda, tarikatlarda veya onlara benzer dinsel topluluklarda arayacaktır.İslam toplumunun yaratıcı olma sorununa etkisi bu toplumun geleneksel bir iktisadi yapıya sahip olmasına bağlıdır.Şehirlerde hakiki bir kapitalizme geçilememesi, imalatta sınırlı bir arzın bulunması ve bunun beraberinde getirdiği hisbe görüşü insanların meslek hayatlarında genişliğine değil, derinliğine çaba sarfetmeleri ile sonuçlanır. İslam toplumunda yaratıcı olmanın bir diğer yolu da gazadır. Bu tip faaliyet insana hem Allah’ın yolunda yürümenin vicdani ferahlığını bağışlayacak ve hem de yeryüzünde kendisine maddi bir karşılık sağlayacaktır.[19]
     Din İslam toplumlarında bir toplum normu düzenleyicisi olarak işlediği derecede kişiliğin oluşumunda  da önemli bir rol oynamakta, Batı’ya nispetle birçok ilave katlarda ek ideolojik fonksiyonlar görmektedir.
Yazar, İslam’ın bütün özelliklerini yani:
1.    Toplumun genel hatlarını tanımlayıcı,
2.    Talimat ve yön verici(normatif),
3.    İdeolojik ve kültürel anlamları topluma mal edici,
4.    Kişinin korunmasını sağlayıcı,
5.    İkincil yapıların yokluğunda toplumsal seyyaliyet sağlayıcı fonksiyonlarının nasıl elde edildiğini, tarikatların oynadıkları rolde görülebileceğini iddia etmektedir. Bu durum tarikatların ne derecede fonksiyonları olduğunu da göstermektedir
    İslam toplumundan sıyrılabilmenin bir tek yolunun alternatif bir İslami toplum olduğu aşikârdır. Sufilik bunun yollarından biri olmuştur. İslam yayıldıkça onun muhtelif şekillerine tamamen uymayanlar bu uyumsuzluklarının cevabını Ortodoks İslam dışında kişinin ve grupların yorumuna açık olan gizemcilikte ve onun örgütlenmiş şekli olan Sufilikte bulmuşlardır.Orta Asya Türkleri İslam’a geçtikleri sıralarda İslam’ın kendi göçebe yapılarına uymayan özelliklerini (kadın-erkek ayrılığı, şarap yasağı vb. )kolayca kabul etmediler.İslam ile geleneksel Türk yapısı arasındaki bu uyumsuzluk Türkler şehirlere yerleştikten sonra kurumlaştı.Bir taraftan şehirdeki seçkinler İslam’ı olduğu gibi kabul ederken şehir medeniyetinin dışında kalan Türkmen aşiretleri ve bir dereceye kadar seçkinlerden olmayanlar İslam’ın heterodoks, sufi şeklini, tercih ettiler.Osmanlı devletinde sufilik zamanla kurumlaştı.Bir taraftan resmi dini yayanlar İslam’ın Sünni görüntüsünü daha ince şekle getirirken diğer taraftan toplumun farklı kesimlerindeki kuruluşların tarikatlarla ilişkileri resmi bir şekil almıştır. Yeniçeriler, esnaf kuruluşları belirli tarikatlara bağlıdır. Devletin din ve kültürünü halk kültürüne bağlayan bu ağ imparatorluğun en önemli yapısal pekiştiricisi olmuştur.Burada önemli nokta dinsel bir kuruluşun üzerinde kontrol kurmak yolu ile devlet dışında yapısal nitelik kazanmaya eğilimli unsurların böylece kontrol altına alınmış olmalarıdır.Tarikatlar bir eğitim merkezi olarak resmi ulemanın verdikleri dünya görüşünden farklı bir görüşün sağlanmasını mümkün kılmışlardır.Tarikat yapısıyla birlikte halk arasında dinsel kültüre paralel olan heterodoks bir kültür gelişmiştir.Halk arasında Osmanlı devlet sınıfının İranlılaşmış edebiyatının yerine ilahiler rağbet bulmuş, Yunus Emre ona en yakın yazar tipi olmuştur.[20]
     Yazar, tarikatların Osmanlı toplumunda bir sığınak işlevi gördüğünü, bunun yanında İslam’ın sembol olarak bir fonksiyon gördüğünü ve ümmet düşüncesinin de bir davranış kümesi olarak İslam’da ne kadar önemli  fonksiyonu olduğunu  öne sürüyor.Ümmet fikrinin insanları birleştirici fonksiyonunun İslam’da bir de soyut bir yönü mevcuttur: Allah, bütün toplum ayrıntılarının üzerinde onların ötesinde bir varlıktır. İnsanlar camiye gelip beraberce namaz kıldıkları vakit üzerlerinden  emir, kul, fakir, zengin kisvesini atarlar ve Allah karşısına aynı katta çıkarlar. İslamiyet’te dini merasimlerin çoğunluğunda bu özellik doğrulanır. Bunlar aslında insanlar arası farklılıkları kapatıcı törenlerdir.[21]
     Weber’e göre siyasi rejimlerin meşruiyet kazanma türlerinden biri bir önderin kendini yapılması gereken işleri başaracak güçte göstermesi hatta bu uğurda ilahi denecek kadar insanlar üzerinde nüfuz ve tesir sahibi olmasıdır. Peygamberlerin ortaya çıkardığı siyasi rejim tipik bir karizmatik meşruiyet tipidir.Halkın önemli bir okuma türü olan din-kahramanlık menkıbelerinde kahramanların karizmatik lider olması, İslam dininin Türkiye’de halk arasında almış olduğu şekillerden birinin karizmatik niteliklerin önem verme şeklinde olduğunu bize tahmin ettiriyor.
     Yazar, böylece yumuşak bir ideoloji olarak İslam’ın  bütün İslam toplumlarında Osmanlı’da ve Türkiye’deki etkilerinin genişliğini gösteriyor.Yazar, dördüncü bölümde Osmanlı-Türk toplumunun üç ayrı ama birbiri ile ilgili görünüşü özerinde durmaktadır: İktidar dağılımının egemen biçimi olarak statü, sivil toplum yokluğu ve Türk kültür dünyasındaki bölümlenme.Osmanlı toplumundaki iktidar yapısı Max Weber’in Herrschaft diye adlandırdığı ve hükmetme ya da egemenlik diye çevrilen bir kategoriye uymaktadır.Hükmetme Weber’in karşıt diye gördüğü bütün iktidar kaynaklarının özellikle resmen serbest bir pazarda gelişen çıkarlar sisteminden çıkan iktidarın yakından gözetlenmesi demektir.Devlet loncaları, tüccarların tekelci davranışlarına karşı koruduğu gibi daha da önemlisi, şehirlere tüzel kişilik ve bağımsız hükümet tanımayarak tüccar kapitalist oligarşilerinin kurulmasını önledi. Osmanlı’da insan gücüne bakış  aynı biçimde dengesizdi. Weber’in statü düzeni tasviri Osmanlı durumuna uygun düşmektedir. Weber’e göre statü düzeninin genel etkisi, pazarın serbest gelişmesinin önlenmesi, statü gruplarının tekele almakla serbest alışverişten doğrudan alıkoydukları mallarda olması şeklinde kendini gösterir.[22]
     Batı’da var olan Weber’in Rechtsgemeinschaften; Durkheim’in ikincil yapılar diye adlandırdığı özerk yetkileri olan tüzel kuruluşlar Osmanlı devletinde yoktu.Osmanlı devletinde ise bu tür yapılara benzetilecek yakın oluşumlar esnaf loncaları, köy kurulları ve göçebeleri ve benzerleridir.  Osmanlı tarafından fethedilmiş bazı Batı şehirleri Batı özelliklerini sürdürürken, Arap ülkelerinde yapı hayli gevşekti ve zengin tüccar toplumda Anadolu’da kendisine tanınmayan bir mevkie sahipti. Anadolu’nun kendisinde ise zenginlik ancak statü süzgecinden geçtikten sonra iktidarla denk duruma gelebiliyordu.18. yüzyılda Rumeli ve Anadolu’da diğer bir gelişme Batılı şehirlerin elde ettikleri özerk gücü ortaya çıkarabilirdi. Bu, ayanın çıkışıdır. Ayan, devlette askeri ya da dinsel bir görev yapmalarıyla tanınmış ailelerin üyeleri için kullanılmaktaydı. Genellikle Osmanlı eşrafı var olan egemenlik yapılarında bir paya sahip olmaya devam etti. İktisadi teşebbüse dayanan bağımsız iktidar kaynaklarını geliştirme imkanına sırtını çevirdi. Osmanlı sistemi yayılmışlıkla hafifletilmiş statü sistemi diye nitelendirilebilir. Şehirli zümrelerin ya da sınıfların ortaya çıkamamasının nedeninin hukuki bir yönü vardır. Temel olarak tüzel kişilik kavramı vakıf kurumuna münhasırdı. Çünkü memurlar bunu kişisel servetlerini devletin müsaderesinden kaçırmak kullanıyorlardı.[23]
     İmparatorlukta egemen olan katı statü düzeni insanı siyasal bakımdan hükmedenlerle hükmedilenler arasındaki farkın kesin olarak görüldüğü bölümlenmiş bir kültür yapısına hazırlamaktadır. Osmanlı toplumu adeta  yabancı iki kültürden oluşmuştur: Saray kültürü ve taşra kültürü.Yüksek kültürle ilgili olarak ömür boyu meşguliyetler halinde savaş ve yönetimi, vergiden muafiyeti, Farsça ve Arapça kelimelerle yüklü bir dili ve Ortodoks İslam anlayışı görülmektedir.Diğer tarafta köylü yığınları ve özellikle Türkmen aşiretlerine bağlı olanlar, halk Türkçesi konuşur, alışveriş ve tarım yapar, gırtlağına kadar vergilendirilir, yalnız ilkel teknolojiden yararlanırlardı ve heterodoks akımlarla doluydular.Kul bürokrasisi, sürekli bir ordu, hazine, zengin bir edebiyat, Tanrı kelamını yorumlayan kitaplar bütün bunlar Osmanlı seçkinlerine yeni yerleşmiş ya da yarı yerleşik Türklerden çok üstün oldukları ve onları kolayca kullanabilecekleri duygusunu verdi. Askerleri temsil eden yüksek kültür ile hısımlığı temsil eden aşağı kültür arasındaki çatışmada belli bir kaçınılmazlık vardır.Kültür yalnızlığı olayınında çatışmaya katkısı oldu.Bu olay Durkheim’in parçalı diye tasvir ettiği toplumsal yapının bir özelliğidir.Büyük bir ihtimalle Osmanlı’da farklılaşma ve Rechtsgemeinschaften’in oluşmasına başlıca engel buydu.Parçalı ile her mahalli birimin diğerlerine benzer ve kendi başına bir bütün olması kastediliyordu.Osmanlı’da bu ikiliği ortadan kaldırmak için ne eşraf, ne de esnaf aşağı kültürü dönüştürebilecek yeni edebi biçimler(Roman, Müzik vb.) ortaya koyamadılar.[24]
      Tanzimatta iki kültür arasındaki uzaklığı azaltmayı başaramadı.Yönetenler ve yönetilenler arasındaki bölümlenme daha açık kültürel bir biçim aldı: Bir yanda Paris yönelimli devlet adamları, öte yanda kaba taşralılar vardı. Yirminci yüzyılda  Türkiye’nin karşılaştığı zorluklar dört ana madde de toplanabilir: Örnek bir medeni toplumu meşrulaştırmanın önündeki engeller, bürokratik seçkinlerin halk isteklerini uygulama görevini yüklenmek konusundaki isteksizlikleri, arpalık sisteminin katılığı ve Türk aydınlarının kültürel ideolojisine giren karmaşık türevler örgüsü.[25]
     Yazar, beşinci bölümde cumhuriyet döneminde Volk İslam’ını ele alıyor.Cumhuriyet ideolojisinin temelini Osmanlı’dan alınan Herrschaft yönelimi, statü toplumunun değerleri ve halk kültürü ile aydınlar kültürünün hala aynı şekilde ayrı kültür olarak kalmış olması oluşturmaktadır. Halk kültürü ile seçkinler kültürü arasında bir uçurum olması, seçkinlerin dine önem veren kimseler olsa bile halk İslam’ını kuraldışı saymalarıyla sonuçlanmıştır. Ayrıca Cumhuriyet seçkinleri İslam’ın yüzeyde görülmesi mümkün olmayan önemli fonksiyonlar gördüğünü idrak edememişlerdir.Yazara göre bunun sonucu ‘kültürel optmizm’ olmuştur. Cumhuriyet seçkinleri İslam’ın kişisel fonksiyonlarını kolayca başka bir yapıya devredebileceklerini sanmışlardır.Yazar bu bölümde bunun bu kadar kolay olmadığını volk İslam açısından göstermeye çalışıyor.Yazara göre dini modernleştirme eğilimleri ittihatçılardan başlayarak Türkiye’de tek bir din olduğu yaklaşımıyla hareket etmiştir.Halk inançlarının kendi içinde anlamlı bir tür olduğu kabul  edilmemiştir.Yalnızca bu inançla ilgili olarak hurafelerden bahsedilmiş ve reformcuların amacıda bu hurafelerin sökülüp atılması amaçlanmıştır. Reformcular(Y. Gökalp,M. A. Ersoy,Şemsettin Günaltay)Sünni İslam’ın Ortodoks şekline yeni ve medeni bir vermek üzerinde durmuşlardır.Bu tutumlar uzun vade de bir halk dini olduğunu bilen ve onu ciddiye alan şıhlara, hocalara ve batıl itikat ticareti yapanlara yaramıştır.Onlar hurafeyi ciddiye aldıkları için köylü ile alt tabakadan gelen adamla aynı dili konuşabiliyorlardı. Yazara göre Cumhuriyet, ideolojisini köylere kadar gönderip onları dinin karşısına rakip bir ideoloji olarak çıkarmamasının temel nedeni ümmet ideolojisinin daha güçlü olmasından kaynaklanmıştır.Kemalizm, kültürün kişilik yaratıcı katında yeni bir anlam yaratmadığı ve yeni bir fonksiyon görmediği için bir rakip ideoloj rolünü oynayamamıştır.[26]
     Yazara göre Cumhuriyet Vatanperverlik, birlik ve beraberlik ve başkalarına karşı koyma vb. pekiştirici unsurlarla ümmet yapısının devamını sağlamıştır.
      Yazara göre kırsal çevreler İslam’ın boş bıraktığı sembolik ve kişilik geliştirme fonksiyonlarının eksikliği nedeniyle yaşadıkları anlam boşluğunu İslam’ın volk tarzıyla kapatırken şehirsel çevrelerde ve seçkinler arasında Cumhuriyetin karakteristik kültür krizlerini yaratmıştır. Türkiye’de dine dönüşün bir tek değil, iki şekli vardır. Birincisi Ortodoks, Sünni, ulemayı rusumun fikirlerini devam ettirenlerdir. Bunlar İslam dininin gereklerine daha geniş bir anlam tanımak istemişlerdir. İkincisi ise geniş halk tabanlarının hurafelere, volk İslam’a dönüşü istemesidir.Yazar, burada Durkheim’in Avusturalyalı yerlilerin inançlarını, Malinowski’nin Trobriand adalıların inançlarını o toplumun kendi yapısının bütününe  yerleştirebilmişse, özellikle Levi-Strauss bu tip yapıları son derece önemli bulmuşsa acaba Türk aydınlarının bu izden yürümemeleri kendi özel ideolojileri sebebiyle mi olmuştu diye sormakta ve cevap olarakta ümmet strüktürünün ideolojik bir yapı olarak hala etkisini sürdürmesini göstermeketdir.[27]Levi Strauss, sembolizmin toplumlar için ve gelişmemiş toplumlar için ne gibi fonksiyonlar ifa ettiği konusunda ilginç bulgular ortaya koymuştur. Ona göre ilkel toplumların bilgilerini organize etme çabaları ‘bricolage’(çerçöp birleştirme) adını verdiği bir süreçle gerçekleşiyor. İlkel adam tabiatın olaylarının modelini tabiat içinden çıkardığı diğer şekillenmiş  şeylere dayandırıyor. Kaplumbağa etinin yendiği bir toplumda bir yerlinin ‘kaplumbağa yemek için değil, düşünmek için yararlıdır’ demesinin altında bu yerli için kaplumbağa kainat modelini hatırlamasını mümkün kılan şifreyi üzerinde taşımasındandır.  Türkiye’de de hala halk katında geçerli olan Battal Gazi menkıbelerinin aynı kültürel şifre rolünü ifa ettiği söylenebilir. Öküzün boynunda duran bir dünya imajı da fonksiyonu belirli bir toplumu olduğu gibi sürdürme olan bir ideoloji temin etmektedir. Yazara göre yeni düzen kişinin ruhsal dengesini sağlayıcı yeni bir mekanizma sağlamadıkça üfürükçü de,  dünyayı  boynuzun üzerinde tutan öküzde halk inançlarından kalkmayacaktır.[28]
       Yazara göre Cumhuriyet kanunları ve siyasal partiler gibi ikincil toplulukların görevlerini üstüne almış olan yapıların, İslam’ı uzun vade de ümmet yapısının dışına itecektir. Din bu yapılardan istifade ettiği derecede ümmet düşüncesine  benzemeyen bir yapı kazanacaktır. Din artık devletin kontrolü dışında gelişme imkanlarını da kazanmıştır.[29]
      Yazar, dinle siyaset ilişkilerini ele alırken araştırmacıların üzerinde durmalarının zorunlu olduğu konuları sıralıyor:
1.    Din sosyolojisi açısından:
a.    Dinin gerek kişi katında gerek toplum yapısı içinde bir fonksiyonu vardır.
b.    Dinin kişiye etkisi kişinin din aracılığı ile kontrol altına alamadığı bazı kuvvetlere tabi olduğu hissine karşı bir güvenlik mekanizması kurmasıdır.
c.    Dinin toplum katındaki fonksiyonu, etrafındaki dünyayı anlamasına yarayan bir model temin etmesinde ve toplum ilişkilerini pekleştiren yönler vermesinde belirir.
2.    İslami inanç bakımından:
a.    Dinselle dinsel olmayanı İslam’da ayırmak zordur.Her durumda kişinin sosyal kimliği dinsel kalıplarla teşekkül eder.
b.    Dini dogmanın İslami toplumlardaki karşılığı ümmet dünya görüşüdür.
c.    İslam’da baştan beri seçkin-halk dini ayrımı var olmuştur.
d.    Allah’ın kapsayıcılığı ve kişilerin Allah önünde eşitliği anlayışı Allah önünde eşitliği bu ikiliği kapatma fonksiyonu görür.
3.    Osmanlı İmparatorluğunun yapısı bakımından:
a.    Osmanlı’da halk kültürü ile seçkinler kültürünün arasındaki ayrılık kendini din alanında belli etmiştir.Bir seçkinler dininin yanındabir halk dini olmuştur.
4.    Türkiye Cumhuriyeti bakımından:
a.    Cumhuriyet aydınları bu dini ikiliğe önem vermemişlerdir.
b.    Teklif ettikleri hal çarelerinde ümmet yapısına sandıklarından daha çok bağlı kalmışlardır.
c.    Türkiye Cumhuriyetinde tüzel kişiliğin hukuk teorisine girmesive Batılı hukuk normlarının tatbiki, ilk defa olarak dine devletten ayrı olarak teşkiletlanma şansını tanımıştır.
      Sonuç olarak yazar, bu ufuk açıcı eserinde Osmanlı’dan günümüze dinin bireysel, toplumsal ve siyasi alanlara etkisini, İslam’ın düşünce yapısını merkeze alarak sosyolojinin verdiği perspektifle ele almıştır. İslam’ın volk İslam diye nitelendirdiği şeklinin tarihi gelişmeler sonucunda bir yumuşak ideoloji haline geldiğini bugün dahi halkın dünya görüşünü nasıl şekillendirdiğini açıklıyor. Devrimin öncesi sonrası ile katı ve kesin bir şekilde ayrılmasının mümkün olmadığını, yeniye yönelmelerine rağmen Cumhuriyet seçkinlerinin farkında olmadan nasıl eskinin kalıplarıyla (Herrschaft, Ümmet düşüncesi, halk-seçkinler ayrımı) düşündüklerini göstermeye çalışmıştır. İdeolojilerin hangi şekliyle olursa olsun kendinden kurtulmanın zor  olduğu düşünce kalıpları olduğunu ifade etmiştir.Bir insanın kendini Müslüman olarak tanımlamasının uzun süreçte kendi eylemlerini (bireysel, toplumsal, siyasi konularda) etkilemesi zorunludur.
     Yazarın geniş halk kesimlerinin volk İslam olarak nitelendirdiği anlayışın seçkinler tarafından küçümsenmesi ve görülmemesinin bir takım batıl itikat ticareti yapan fırsatçılara kaldığını vurgulaması günümüz açısında da geçerliliğini sürdürmektedir. Bugün DİB’nın bütün şehirlerde bulunan yayınevlerinde bile en çok satılan kitaplar kendi yayınlarının değil, halk İslam’ını besleyen ve ondan beslenen yayınlar olduğu görülmektedir. Yazar bu noktada ümmet yapısından yeni çıkmış olan bir topluma halk dininin bir dünya görüşü ve bir kişisel denge yöntemi sağladığını; hayretle izlenen hurafelerin gücünü buradan aldığını iddia etmektedir. Toplumsal problemleri salt ekonomiye indirgeyen modernleştirici anlayışın insanlara insanlıklarını verecek olan kişisel denge unsurlarını sağlama yoluna gitmezse bu durumun düzelmeyeceği açıktır.
Yapılacak sosyolojik çalışmalarda temel olarak halkın anladığı ve yaşadığı İslam değil de, DİB başta olmak üzere  dini otoritelerin ortaya koyduğu teorik çerçeve referans alınırsa yanlış sonuçlara varılacaktır.



HAYRETTİN GÜL


[1] Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, İletişim Yay. 7. Baskı,1997, İstanbul, s.13-20.
[2] Mardin, a.g.e.s.24.
[3] Mardin, a.g.e.s.27-32.
[4] Mardin, a.g.e.s.34.
[5] Mardin, a.g.e.s.34-36.
[6] Mardin, a.g.e.s.37-38.
[7] Mardin, a.g.e.s.44-45.
[8] Mardin, a.g.e.s.45-46.
[9] Mardin, a.g.e.s.46-48.
[10] Mardin, a.g.e.s.49-51.
[11] Mardin, a.g.e.s.53-55.
[12] Mardin, a.g.e.s.57-60.
[13] Mardin, a.g.e.s.65.
[14] Mardin, a.g.e.s.69.
[15] Mardin, a.g.e.s.72-74.
[16] Mardin, a.g.e.s.75.
[17] Mardin, a.g.e.s.78-80.
[18] Mardin, a.g.e.s.80-84
[19] Mardin, a.g.e.s.88-89.
[20] Mardin, a.g.e.s.90-94
[21] Mardin, a.g.e.s.101.
[22] Mardin, a.g.e.s.102-114.
[23] Mardin, a.g.e.s.125.
[24] Mardin, a.g.e.s.126-130.
[25] Mardin, a.g.e.s.135-140.
[26] Mardin, a.g.e.s.147-151.
[27] Mardin, a.g.e.s.152.
[28] Mardin, a.g.e.s.153-154.
[29] Mardin, a.g.e.s.155-156.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ANTONY FLEW'İN YANILMIŞIM TANRI VARMIŞ KİTABININ ÖZETİ-1-

                Flew, bu kitabında çocukluğundan itibaren inanç  bakımından yaşadığı tecrübelere yer vererek kısaca ateizmden teizme geçişini anlatıyor. İçinde doğduğu ailenin  Hıristiyanlığa bağlı olduğunu,  babasının vaizlik yaptığını, ayin ve toplantılara katıldıklarını bununla birlikte kendisinin dini bir feyz ve zevke almadığını ifade ediyor. Kitapta ilk önce ateizmi savunan kendi yazdığı eserlere ve onların  temel görüşleriyle bunlara verilen cevaplara  yer veriyor. Yazar, kısaca okumaları ve çalışmalarının kendisini bilimsel olarak benimsediği (öne sürülen iddianın götürdüğü yere gitmek) ilkeyle tutarlı bir biçimde yaşadığı değişimi samimiyetle anlatıyor. Kitap ayrıca ateizm konusundaki temel yaklaşımlara ana hatları ile yer veriyor. Çocukluk ve gençlik yıllarındaki Hıristiyan temelli inançlardan ateizme evirilişinin ilk adımını kötülük probleminin oluşturduğunu söylüyor. O zamanlar ailes...

MEHMET EVKURAN’IN SÜNNİ PARADİGMAYI ANLAMAK ADLI ESERİNDEN

     (Mehmet Evkuran,Sünni Paradigmayı Anlamak, Ankara Okulu Yayınları,2015,3.Baskı) Evkuran, Sünni paradigmayı anlamak adlı çalışmasında Ehli sünnetin siyaset düşüncesinin yapısı ve sorunlarını konu edinmektedir. Bu yazıda daha çok kitaptan alıntılara yer verilecektir. Eser, son yüz elli iki yüz yıl içinde geri kalışımız bağlamında yapılan tartışmaların merkezinde yer alan Sünni düşünceyi konu edinmektedir. Daha önceki yapılan çalışmalarda geleneksel din anlayışı, geleneksel dini düşünce şeklinde eleştirilerin hedefinde olduysa da bu çalışmada zihniyet ve dünya görüşü oluşturucu yanıyla Sünni gelenek, Türkiye’de bir bütün olarak ilk defa derli toplu, eleştirel olarak bir çalışmaya konu edilmiştir. Yazara göre kendini bir hakikat ve dinin en doğru yorumu olarak temellendiren Ehl-i Sünnet söylemi, varlığını tehdit ettiğini düşündüğü yaklaşımlara karşı koyduğu gibi, onu bilimsel/ideolojik bir okumanın nesnesi/konusu yapan yaklaşımlara karşı da kendini savunmaktadır...