Ana içeriğe atla

ANTONY FLEW'İN YANILMIŞIM TANRI VARMIŞ KİTABININ ÖZETİ-1-

       
      Flew, bu kitabında çocukluğundan itibaren inanç  bakımından yaşadığı tecrübelere yer vererek kısaca ateizmden teizme geçişini anlatıyor. İçinde doğduğu ailenin  Hıristiyanlığa bağlı olduğunu,  babasının vaizlik yaptığını, ayin ve toplantılara katıldıklarını bununla birlikte kendisinin dini bir feyz ve zevke almadığını ifade ediyor. Kitapta ilk önce ateizmi savunan kendi yazdığı eserlere ve onların  temel görüşleriyle bunlara verilen cevaplara  yer veriyor. Yazar, kısaca okumaları ve çalışmalarının kendisini bilimsel olarak benimsediği (öne sürülen iddianın götürdüğü yere gitmek) ilkeyle tutarlı bir biçimde yaşadığı değişimi samimiyetle anlatıyor. Kitap ayrıca ateizm konusundaki temel yaklaşımlara ana hatları ile yer veriyor.
Çocukluk ve gençlik yıllarındaki Hıristiyan temelli inançlardan ateizme evirilişinin ilk adımını kötülük probleminin oluşturduğunu söylüyor. O zamanlar ailesiyle birlikte yaptığı geziler özellikle Almanya’ya yaptıkları seyahatler ve oradaki antisemitik uygulamalar ve totalitarist pratiklere karşı bir farkındalık edindiğini ve bu çerçevede her şeye gücü yeten ve sevgi dolu bir Tanrı inancına karşı bir meydan okuma düşüncesi oluştuğunu  belirtiyor.
Oxford’daki Lisanüstü eğitimi sırasında danışmanlığını yaptığı  Gilbert Ryle’nin yönlendirmesiyle ‘öne sürülen iddianın bizi götürdüğü yere gitmeliyiz‘ yaklaşımını benimsediğini vurguluyor. Bu prensibin herşeyden önce yüz yüze yapılan itirazlara yine yüz yüze karşılık verilmesini gerektirdiğine değiniyor.Bu prensibin Oxford da entelektüel hayatın merkezinde yer alan Sokratik Kulübün ilham kaynağı oluşturduğunu ifade ediyor.Ve buranın ateist yaklaşım ve karşıtlarının tartışmalarına sahne olduğunu söylüyor.
Yazar dinle ilgisinin sadece  sağduyu, ahlak ve basit bir meraktan başka bir şey olmadığını belirtiyor. Ona göre bilimsel bir zihne sahip olan herkes eğer varsa bu konularla ilgili bilinmesi mümkün olan her şeyi bilmek istemelidir.
Yazar daha on beşli yaşlarında ateizmi benimsediğini bunun nedenlerini ise gençliğe özgü bir ısrar olarak açıklıyor: Bu nedenlerden birincisi kötülük problemidir.Kötülük problemi herşeye gücü yeten ve sonsuz iyiliğe sahip bir Tanrı’nın varlığını yanlışlıyordu.İkincisi ise özgür irade savunmasıdır.Buda Tanrı’yı kötü olduğu açık yaratı sorumluluğundan kurtarmıyordu.Bu çerçevede ilgileri çerçevesinde ilk önce Teoloji ve Yanlışlama adlı eserini yazdı.Bu eseri yazma nedeninini kendisi dini inanç sahiplerinin öne sürdükleri iddiaların yapısını açıklamak olduğunu belirtiyor. Bu eserdeki temel soru teolojik ifadeleri çevreleyen çok sayıda nitelendirme, binlerce nitelik bunların son bulmasına mı neden oluyor? Bir iddiada bulunduğunuzda bu bazı şeyleri ihtimal dışı bırakıyorsa anlamlıdır. Örneğin dünyanın yuvarlak olduğu iddiası onun düz olma ihtimalini ortadan kaldırır. Düz görünüyor olsa bile bu açık çelişki dünyanın büyüklüğü, onu görüş açımız ve benzeri ifadelerle açıklanabilir.Yani uygun nitelikleri eklediğinizde iddia ona aykırı görünen olgu ile tatmin edici bir şekilde bağdaştırılabilir.ancak çelişkili olgular ve ilgili nitelikler çoğalmaya devam ederse o zaman iddianın kendisi şüpheli hale gelir. Eğer Tanrı’nın bizi sevdiğini söylersek bu iddianın hangi olguları ihtimal dışı bıraktığını sormalıyız. Acı ve ıstırabın varlığı bu tür iddialar  için sorun oluşturur. Teistler  uygun nitelendirmelerle bu olguların  Tanrı’nın varlığı ve sevgisi ile bağdaştırılabileceğini söylerler. Ona göre teistler hiçbir olgunun Tanrı’nın bizi sevdiği iddiasına karşı olmasına izin vermiyor.Bu aynı zamanda hiçbir şeyin buna karşı olmadığı anlamına gelecektir.Bunun sonucunda iyi bir hipotezin binlerce nitelendirme ile yavaş yavaş öldürülebileceği kanısına vardığını söylüyor.
Yazar bu görüşleriyle ilgili olarak başkaları tarafından dini dilin anlamı yada anlamsızlığı konusunda görüşlerini yansıttığı ve mantıksal pozitivistlerin yöntemini kullandığı şeklinde iddiaların ortaya atıldığını söylüyor.  Halbuki kendisi amacını Teoloji ve Yanlışlama adlı eseriyle mantıksal pozitivizm ve Hristiyan dini arasında yumuşak bir diyalog geliştirmek, inanç ve inançsızlık arasındaki tartışmayı daha verimli ve farklı bir bir şeklide yapmak olarak açıklıyor. Bu eseriyle dini inanış ve dini dille ilgili kapsamlı bir yaklaşım geliştirmediğini ve dini inanış ifadelerinin anlamsız olduğunu savunmadığını belirtiyor.Yalnızca dini inaç sahiplerinin açıklamalarının, özellikle aykırı düşen verilerin ışığında nasıl anlaşılmasını istedikleri konusunda açıklama yapmaya zorladığını ifade ediyor.
Yazar yaptığı bu çalışmaya karşı verilen cevaplara da yer vermektredir.Örneğin Basic Mitchell,İ M, Crombie, Raeburne Heimbeck vb.
Mithcell teolojideki kötülük sorununun kesinlikle acının varlığının Tanrı'nın insanları sevdiği gerçeğine karşı görünmesinden kaynaklandığına işaret etti. Ancak Mitchell, inanç sahiplerinin genellikle iddialarını anlam içermeyen formüllere dönüştürme tehlikesi altında olduklarını kabul ediyordu. , I. M. Crombie, konuyu çok daha kapsamlı bir biçimde ele aldı. Crombie'ye göre teistler deneyimin ötesinde bir gizeme inanıyorlardı ancak Crombie, bu gizemin izlerini deneyimde bulmayı talep ediyordu. Ayrıca teistler, inançlarını ifade etmek için çelişkili kuralların yönettiği dili kullanmak zorunda olduklarını iddia ediyorlar.
Crombie, teolojik ifadeleri ancak şu üç önermeye adil davrandığınız zaman anlayabileceğinizi söylüyor: Teistler Tanrı'nın üstün bir varlık olduğuna ve Tanrı ile ilgili ifadelerin dünya için değil Tanrı için geçerli olduğuna inanıyorlar; teistler Tanrı'nın üstün bir varlık ve bu nedenle de kavrayışın ötesinde olduğuna inanıyorlar; Tanrı bir gizem olduğu ve dikkati çekmek için anlaşılır konuşmamız gerektiğine göre, Tanrı ile ilgili olarak yalnızca imgelerle konuşabiliriz. Teolojik ifadeler, meseller olarak ifade edilebilen ilahî gerçeklerin beşerî imgeleridir.
Heimbeck  ise "Teoloji ve Yanlışlama"nın üç  önemli hata yaptığını öne sürdü. İlk olarak, herhangi bir cümlenin anlamının, iddia ettiği deneysel imalarla aynı olduğunu varsayıyordu. İkincisi, bir inanca karşı olmanın onunla uyuşmamakla aynı şey olduğu gibi yanlış bir düşünceyi ima ediyordu. Son olarak da, Tanrı'nın varlığı veya sevgisini ifade eden Tanrı ile ilgili açıklamaların prensipte yanlışlanamaz olduğunu varsayıyordu. Ona göre temel hata, bir ifadenin doğru ya da yanlış olduğuna inanmak için nedenlerin, onu doğru ya da yanlış yapacak koşullarla ilgili olduğunu düşünmekti.
Flew, kitabının ilerleyen kısımlarında ateizmden kopuşuna  giden yoldaki  süreci açıklamaya devam ediyor. O God and Philosophy adlı eserinde  ateizm için sistematik bir iddiada bulunduğunu, İlk kısmında, başlangıç noktasının Tanrı kavramının tutarlılığı, uygulanabilirliği ve akla yatkınlığı sorusunun olması gerektiğini ileri sürdüğünü belirtiyor. Sonraki bölümlerde hem doğal teoloji hem de ilahî vahiy iddialarını ele alırken açıklama, düzen ve amaç kavramlarını incelediğini,  David Hume ve onun gibi düşünen diğer düşünürlerden faydalanarak, Tanrı'nın varlığı için tasarım, kozmolojik ve ahlaki iddiaların geçersiz olduğunu savunduğunu,  ayrıca belirli bir dinî deneyimden mantık yoluyla, buradaki nesnenin üstün,ilahî bir varlık olduğu sonucunu çıkarmanın imkânsız olduğunu da göstermeye çalıştığına yer veriyor.
Ancak kitabın en önemli katkısının "Baştan Başlamak" bölümü olduğunu. Tanrı'nın varlığı ile ilgili özellikle üç konunun cevaplanması gerektiğini ifade ettiğini vurguluyor:
Tanrı'nın nasıl tanımlanması gerektiği.
Cisimsiz gibi negatif terimlere karşı pozitif terimlerin Tanrı için nasıl uygulanabileceği.
Tanrı'nın tanımlanan özelliklerinin inkâr edilmeyen gerçeklerle tutarsızlığının nasıl açıklanabileceği (yani, evrendeki kötülüklerin her şeye gücü yeten bir Tanrının varlığıyla nasıl bağdaştırılacağı).
Bu sorulardan ikincisi ve üçüncüsü teistler tarafından, Tanrının niteliklerinden bahsederken benzerlik teorisiyle ve kötülük sorununu ele alırken özgür irade savunmasıyla savunulmuştu. Ama daha önce yeterince vurgulanmayan soru ilkiydi.
Tanımlama ve bireyselleştirme, kabul edilen, tanınan ve sabit bir söylem öznesi seçmekle ilgilidir. Tabii Musa'nın Tanrı’sı gibi tekil bir özün "yaratılan" bütün evrenden nasıl ayrılabilir ve ayrı şeklinde tanımlanabileceği hiç de açık değildi. Ayrıca bu Varlığın her zaman tek ve aynı olduğu, yine de zaman içinde ya da - daha da  şaşırtıcısı- bir şekilde zamanın "dışında" etkin olduğuna dair ısrara, eğer böyle bir anlam varsa, hangi anlam yüklenebilir? Gerçek, tutarlı ve uygun bir kavram bulana kadar ve bulamadığımız takdirde, bu tür bir varlığın var olup olmadığı sorusu tam anlamıyla ortaya atılamaz. Diğer bir deyişle, tartışmak istediğimiz Tanrı'yı nasıl tanımlayacağımızı belirleyene kadar, belirli bir Tanrı tipine inanmak için nedenleri tartışmaya başlayamayız. Aynı bireyin zaman içinde nasıl yeniden tanımlanabileceğini anlamamız da bundan daha mümkün değildir. Yani, örneğin, "her yerde bulunan bedensiz bir kişi (yani  bir  ruh)"  nasıl  tanımlanabilir  ve  yeniden  tanımlanabilir  - ve böylece  çeşitli tanımlamalar       için    muhtemel   bir     özne  niteliği kazanabilir?
Teistler bu düşünce şekline birkaç yoldan cevap  verdiler. Bunların içinde en dikkate değer olanı The Coherence of Theism (Teizmin Tutarlılığı) kitabıyla Richard Swinburne oldu. Yaptığı muhakeme ile, yalnızca gördüğümüz O'ların X olması gerçeğinin, X olmayan O'lar bulunduğunu varsaymamızın tutarlı olmadığı anlamına gelmediği sonucuna vardı. Bütün bilmem nelerin tanınmalarını sağlayan şey falanca şeyler diye, bu falanca şeylerin uygun şekilde bilmem ne olarak sınıflandırılacak her şeyin temel bir özelliği olması gerektiğini savunmanın bir anlamı olmadığını söyledi. Kimlikle ilgili olarak, bir insanın kimliğinin nihai olduğunu ve beden, bellek ya da karakterin devamlılığı açısından analiz edilemeyeceğini savundu. Ateist bir filozof olan J. L. Mackie, Swinburne'ün her yerde var olan, her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen bir ruh olarak Tanrı tanımını kabul ederek sıra tanımlama ve bireyselleştirmeye geldiğinde "gerçekten bir sorun olmadığını" öne sürdü.

Flew, God and Philosophy'den on yıl sonra The Presumption of Atheism (Ateizm Varsayımı) kitabını (Birleşik Devletler'de God, Freedom and Immortality [Tanrı, Özgürlük ve Ölümsüzlük] olarak yayımlandı) yazdı. Bu kitapta, Tanrı'nın varlığıyla ilgili bir tartışmanın ateizm varsayımıyla başlaması gerektiği ve kanıtlama sorumluluğunun teistlerde kalması gerektiği savunuluyor. Bu yeni yaklaşımın, Tanrı'nın varlığına dair bütün soruyu yepyeni bir bakış açısına yerleştirdiğine dikkati çekiliyor. Bu tür bir yaklaşım, teizmle ilgili diğer türlü gözden kaçabilecek kavramsal sorunların ortaya çıkmasına yardımcı oluyor ve teistleri en baştan başlamaya zorluyordu. Teistlerin Tanrı sözcüğünü kullanımına, gerçek bir varlığın bu şekilde tanımlanmasını teorik olarak mümkün kılan bir anlam yüklenmeliydi. Sonuç olarak, bu yeni bakış açısıyla bütün teizm girişiminin her zamankinden daha şüpheli göründüğünü ileri sürülmektedir..
        Herhangi bir sistematik savunmada bir Tanrı hipotezini ileri süren kişinin, varlığa dair bir hipotezi ileri süren herkesin yapacağı gibi, öncelikle kullanılacak belirli Tanrı kavramını açıklayarak başlaması ve sonra da karşılık gelen nesnenin nasıl tanımlanacağını göstermesi gereklidir. Ancak bu iki esas öncü görev tatmin edici biçimde yerine getirildiğinde bu kavramın uygun olduğunu gösterecek kanıtı aramaya başlamak mantıklı olabilir.
Bu iddia çok sayıda ve çeşitli yanıtlar topladı. Bir agnostik olarak yazılar yazan İngiliz filozof Anthony Kenny, agnostisizm için bir varsayım olabileceğini ancak pozitif veya negatif ateizm için olamayacağını iddia etti. Bir şeyi bildiğinizi göstermek için harcadığınız çabanın, bilmediğinizi göstermek için harcanandan daha fazla olduğunu ileri sürdü. Ancak bu durumun agnostikleri kurtarmadığını söyledi; sınava girecek bir kişi, sorulardan birinin cevabını bilmediği iddiasını haklı gösterebilir ancak bu onun sınavı geçmesini sağlamaz.
Flew 2004 Mayıs’ında New York Üniversitesi’nde yapılan münazarada Tanrı’nın varlığını artık kabul ettiğini ilan ediyor. O ayrıca söz konusu münazaranın modern bilimlerdeki gelişmelerin daha yüksek bir Zeka’ya işaret ettiği bir keşfe dönüştüğünü ifade ediyor. Flew söz konusu toplantıda kendisine hayatın kaynağına dair son çalışmaların yaratıcı bir Zekâ'nın etkinliğine işaret edip etmediği sorulduğunda şöyle cevap verdiğini anlatıyor:
‘Evet, artık ettiğini düşünüyorum... neredeyse tamamen DNA araştırmaları nedeniyle. DNA materyalinin yapmış olduğunu düşündüğüm şey, (hayatı) üretmek için gerekli düzenlemelerin neredeyse inanılmaz karmaşıklığıyla, bu kadar akıl almaz çeşitlilikteki öğelerin bir arada çalışmasını sağlamak için işin içinde mutlaka zekâ olması gerektiğini göstermiş olmasıdır. Söz konusu olan birçok öğenin korkunç karmaşıklığı ve bunların birlikte çalışma şekillerinin korkunç inceliği. Bu iki şeyin doğru zamanda şans eseri bir araya gelmesi çok düşük bir ihtimal. Bunların hepsi, bana zekânın eseriymiş gibi görünen, ortaya çıkan sonuçların elde edilmesini sağlayan bu müthiş karmaşıklık meselesidir.’
Flew bu açıklamalarının başından beri ilkesel olarak benimsediği iddianın götürdüğü yere gitmek yaklaşımıyla tutarlı olduğunu belirtiyor ve konuyla ilgili şunları söylüyor:
‘Konuya bir öyküyle başlamak istiyorum. Denizin bir uydu telefonunu, daha önce modern toplumla hiç temas etmemiş bir kabilenin yaşadığı uzak bir adaya sürüklediğini düşünün. Yerliler arama tuşlarıyla oynar ve belirli sıralarda bastıklarında farklı sesler duyarlar. İlk önce bu sesleri çıkaranın cihazın kendisi olduğunu düşünürler. Daha zeki yerlilerden bazıları, yani kabilenin bilim adamları, bir kopyasını oluşturarak yeniden tuşlara basarlar. Sesleri tekrar duyarlar. Sonuç onlar için ortadadır. Kristaller ve metaller ve kimyasallardan oluşan bu kombinasyon insan sesine benzeyen sesler oluşturur ve bunun anlamı seslerin cihazın bir özelliği olmasıdır.Ancak kabilenin bilgesi bir toplantı için bilim adamlarını bir araya getirir. Konu üzerine uzun zaman düşünmüş ve şu sonuca varmıştır: cihazın içinden gelen sesler kendileri gibi yaşayan ve bilinç sahibi olan ancak başka bir dilde konuşan insanlardan geliyor olmalıdır. Seslerin telefon cihazının özelliği olduğunu varsaymak yerine, gizemli bir iletişim ağı yoluyla diğer insanlarla "irtibat" halinde olma ihtimallerini araştırmaları gereklidir. Belki de bu yöndeki daha fazla araştırma sonucunda, bu adanın ötesindeki dünyayı daha iyi anlayacaklardır. Ancak bilim adamları bilgeye gülmekle yetinirler ve şöyle derler: "Bak, cihaza zarar verdiğimizde sesler gelmeyi kesiyor. Yani açıkça görülüyor ki bunlar, lityum ve basılı devre levhaları ve ışık emici diyotların eşsiz bir kombinasyonunun ürettiği seslerden başka bir şey değil"
Öyküdeki Bilge, bilim adamlarına kanıtın bütün boyutlarını araştırmalarını söylediği zaman, ilk bakışta mantıklı ve durum gereği umut verici görünen bir şeyi araştırmamanın, kabilenin yaşadığıadanın ötesindeki dünyayı daha iyi anlama ihtimalini ortadan kaldırdığını söylemek istiyordu.
Şimdi ateist olmayan insanlara genellikle, bilimsel zihniyete sahip dogmatik ateistlerin "Yine de bir Tanrı olabilir" ifadesini kabul etmeleri için yeterli olduğunu kabul edecekleri bir nedene dair akla gelecek bir kanıt yokmuş gibi geliyor. Bu nedenle eski ateist arkadaşlarıma şu temel soruyu soruyorum: "En azından üstün bir Zihnin varlığını düşünmeniz için bir neden oluşturmak üzere ne olması ya da ne olmuş olması gerekir?"
……
Artık evrenin sonsuz bir Zekâ tarafından var edildiğine inanıyorum. Bu evrenin karmaşık kanunlarının bilim adamlarının Tanrı'nın Zihni dedikleri şeyi ortaya koyduğuna inanıyorum. Hayatın ve çoğalmanın, ilahî bir Kaynaktan başladığına inanıyorum.
Yarım yüzyıldan fazla bir süre boyunca ateizmi açıklayıp savunduktan sonra neden buna inanıyorum? Buna kısaca şöyle cevap verebilirim: modern bilimin ortaya çıkardığı dünya resmi, benim gördüğüm şekliyle böyle. Bilim, doğanın Tanrı'ya işaret eden üç boyutuna ışık tutuyor. Bunlardan ilki doğanın kanunlara uyduğu gerçeği. İkincisi, hayat boyutu; maddeden kaynaklanan ve zekice organize edilip amaca yönelik hareket eden varlık boyutu. Üçüncüsü ise doğanın varlığı. Ancak bana rehberlik eden yalnızca bilim olmadı. Aynı zamanda klasik felsefi iddiaların yenilenen incelemesi de bana yardımcı oldu.
……
Ateizmden vazgeçmem, yeni bir fenomen ya da iddia nedeniyle olmadı. Son yirmi yıldır, bütün düşünce çerçevem hareket halindeydi sürekli. Bu da, doğayla ilgili kanıtları sürekli olarak değerlendirmemin bir sonucuydu. Sonunda bir Tanrı'nın var olduğunu kabul ettiğimde, bu bir paradigma değişimi değildi, çünkü Republic adlı eserinde Plato'nun Socrates için yazdığı gibi benim paradigmam hâlâ aynı yerde: "İddianın götürdüğü yere gitmeliyiz’’
Flew, üç araştırma alanının kendisi içim özellikle önemli olduğunu belirtiyor:
Birincisi doğanın kanunlarının nasıl oluştuğu;
İkincisi bir fenomen olarak hayatın, hayatın yokluğundan nasıl çıktığı;
Üçüncüsü ise evrenin nasıl var olduğu.
Flew, klasik felsefi tartışmalarda vardığı noktada kendisini ikna edenin David Conway'in The Recovery of Wisdom: From Here to Antiquity in Quest of Sophia (Bilgeliğin Yeniden Keşfi: Sophia'nın Peşinde Günümüzden Antik Çağlara) adlı kitabında Tanrı'nın varlığına dair iddiası olduğunu ifade ediyor.
Flew , Conway’le birlikte varlığını kabul ettiği Tanrı’nın  Aristo’nun Tanrı’sı olduğunu belirtiyor. Conway şöyle yazar:
Dünyanın ve daha geniş halinin açıklaması olduğunu düşündüğü varlığa Aristo şu nitelikleri atfetmiştir: Değişmezlik, maddi olmama, her şeye gücü yetme, her şeyi bilme, birlik ya da bölünememe, mükemmel iyilik ve gerekli varlık. Bu niteliklerle Musevi-Hıristiyan geleneğinde Tanrı'ya geleneksel olarak atfedilen nitelikler arasında etkileyici bir benzerlik bulunmaktadır. Bu iki dinin ibadet hedefi olan dünyanın nedeni olarak Aristotle'ın zihninde aynı İlahî Varlığın bulunduğuna dair görüşümüzü tam olarak haklı gösteren de budur.
Flew bu noktada şunu ekliyor:
Conway kitabında, "klasik felsefe görüşü" olarak tanımladığı şeyi savunmaya çalışmaktadır. Bu düşünce, "dünya ve daha geniş halinin açıklamasının, onu var etmek ve rasyonel varlıkları devam ettirmek amacıyla yaratan ve daha çok Tanrı denen üstün, her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen bir zekânın yaratısı olduğuna dair görüş"tür. Tanrı dünyayı, rasyonel varlıklardan oluşan bir ırkı var etmek için yarattı. Conway, tek başına insan muhakemesinin uygulanması ile Aristotle'ın savunduğu Tanrı'nın varlığı ve doğasını öğrenmenin   mümkün         olduğuna   inanıyor     ve      ben    de      bunu onaylıyorum.
Flew , Tanrı’yı keşfetme sürecinin doğaüstü fenomenden hiç bahsetmeden tamamen doğal bir düzeyde geliştiğini, bu yolculuğun inancın değil muhakemenin yolculuğu olduğunun özellikle altını çiziyor.
Flew, bir zamanlar sert bir biçimde eleştirse de artık Tanrı'nın varlığına ilişkin muhtemelen en popüler ve akla en yatkın argümanın, tasarım argümanı olduğunu, buna gore doğada açık biçimde görünen tasarım, kozmik bir Tasarımcının varlığını gösterdiğini, doğadaki algılanan düzenden kaynaklanan argümanların  bir tasarımın, dolayısıyla bir Tasarımcının varlığını kanıtladığını belirtiyor. Bu sonuca ulaşmasına doğanın kanunlarının kaynağı sorusu ile  bu konuyla ilgili  çağdaş bilim adamlarının görüşleri ve yaşamın kaynağı ve üreme sorusu olduğunu ifade ediyor. Ayrıca o doğanın kanunları ile doğadaki düzen ve simetriyi ifade eden Boyle Kanunu, Newton Kanunu vb. Kanunları kastettiğini söylüyor.
Flew bu noktada temel olanın doğadaki düzenlerin olması değil, bu düzenlerin matematiksel olarak kesin, evrensel ve birbirine bağlı olması olduğun belirtiyor.  Bu soruları Newton, Einstein ve Heisenberg vb. Bilimadamlarının da sorduğunu ve bunların buldukjları cevabın Tanrı olduğunu belirtiyor. Konuyla ilgili S. Hawking’in şöyle söylediğini beyan ediyor:
‘Eksiksiz bir kuram keşfedecek olursak, bu kuram zamanı geldiğinde yalnızca birkaç bilim adamınca değil, herkes tarafından anlaşılabilir olmalıdır. Ardından filozoflar, bilim adamları, sıradan insanlar, yani hepimiz, bizlerin ve kâinatın neden var olduğu sorusuna ilişkin tartışmaya katılmalıyız. Bu sorunun cevabını bulacak olursak, bu, insan aklının en büyük zaferi olacaktır -çünkü ancak o zaman Tanrı'nın aklının ne olduğunu öğrenebiliriz.’
…..
"En büyük kanıt evrendeki düzendir. Evren hakkında daha fazla şey keşfettikçe evrenin mantıklı kanunlarca yönetilmekte olduğuna dair daha fazla şey keşfederiz. Ve aklınızda hâlâ şu soru olur: Evrenin var olma nedeni nedir? İsterseniz Tanrı'yı bu denklemin cevabı olarak tanımlayabilirsiniz."
Daha once Einstein şöyle demişti: "Tanrı'nın bu dünyayı nasıl yarattığını merak ediyorum... O'nun dünyayı yaratırken düşündüklerini bilmek istiyorum, gerisi teferruattır."
……..
 ‘Ben ateist değilim ve kendime panteist diyebileceğimi de düşünmüyorum. Aslında çok sayıda farklı dilde yazılmış yüzlerce kitapla dolu bir kütüphaneye giren küçük bir çocuğa benziyoruz. Çocuk bu kitapları mutlaka birisinin yazmış olduğunu biliyordur ama bu kitapların nasıl yazıldığını bilmez. Bu kitapların yazıldığı dilleri anlamaz. Çocukta kitapların gizemli bir düzene göre yerleştirildiğine dair belli belirsiz bir kuşku uyanır ama bu gizemin ne olduğunu bilemez. Bence en akıllı insanın bile kafasındaki Tanrı düşüncesi bu çocuğun haline benzemektedir. Evrenin muazzam bir düzen ve belirli kurallar çerçevesinde işlediğini görür ama bu kuralları pek anlamayız. Belirli sınırları olan aklımız, takımyıldızlarını hareket ettiren gizemli gücü kavramaktadır.’
Einstein, kesinlikle dünyanın temelindeki mantığı açıklayacak yüce bir kaynağın olduğuna inanıyordu. Bu kaynağı yer yer "üstün akıl," "sonsuz üstün ruh," "üstün muhakeme gücü" ve "takımyıldızlarını hareket ettiren gizemli güç" olarak adlandırıyordu. Einstein'ın bu görüşü birkaç ifadesinde açık biçimde görülmektedir:
‘Gerçeğin ve onun insan aklına eşsiz biçimde erişebilmesinin mantıklı yapısına duyulan bu inancı "din" kelimesinden daha iyi ifade edecek bir şey bulamadım. Bu inancın olmadığı yerde bilim, yavan bir süreç haline gelir. Eğer rahipler bunu kendi çıkarları için kullanacaklarsa bırakalım da bunu şeytan düşünsün. Bunun için herhangi bir ilaç yoktur.’
Daha yüksek bir düzenin bütün bilimsel çalışmasının arkasında dünyanın mantıklı veya anlaşılabilir şekilde yaratılmış olduğuna dair, dini duyguya benzer, bir inanç olduğu kesindir... Kendisini deneyim dünyasında ortaya koyan üstün bir akıl içerisinde yer alan bu sağlam, derin duygulara sıkı sıkıya bağlı inanç benim Tanrı anlayışımı anlatmaktadır.
Bilimle ciddi biçimde uğraşan herkes, doğanın kanunlarının insanoğlundan üstün ve karşısında tüm alçakgönüllülüğümüzle saygı duymamız gereken bir ruhun varlığının tezahürü olduğuna inanır.
Benim dindarlığım, kendisini zayıf ve gelişmemiş akıllarımızla algılayabildiğimiz küçük ayrıntılarda belli eden son derece üstün ruha karşı mütevazı bir hayranlıktan ibarettir. Benim kafamdaki Tanrı fikrini, kendisini akıl sır erdirilmesi imkânsız evrende ortaya koyan üstün bir muhakeme gücünün varlığına duyulan bu derin duygusal inanç şekillendirmektedir.
Bir diğer kuantum öncüsü olan, dalga mekaniğini geliştiren Erwin Schrödinger şu ifadeleri kullanmıştı:
Etrafımdaki dünyanın bilimsel resmi oldukça eksiktir. Bu resim bana bol miktarda gerçekçi bilgi sunmakta, bütün deneyimlerimizi muazzam derecede uyumlu bir düzen içerisinde bir araya getirmektedir, fakat kalbimize gerçekten de yakın olan, bizi gerçekten de ilgilendiren şeyler konusunda pek bir şey anlatmamaktadır. Kırmızı ile mavi, acı ile tatlının yarattığı hisler, neşe ve keder duyguları hakkında tek bir kelime bile söyleyemez. Güzel ve çirkin, iyi veya kötü, Tanrı ile sonsuzluk hakkında hiçbir şey bilmez. Bilim bazen bu alanlardaki soruları cevaplıyormuş gibi yapar, fakat verdiği cevaplar çoğunlukla o kadar saçmadır ki, bunları genellikle ciddiye almayız.
Bilim, bizlerin de bir şekilde bir parçasını oluşturduğumuz, ait olduğumuz büyük Birlik söz konusu olduğunda da sessiz kalır. Bu büyük Birlik için günümüzde en yaygın biçimde kullanılan isim baş harfi büyük yazılan "Tanrı" kelimesidir. Bilime genellikle ateistlik damgası vurulur. Söylediğimiz o kadar şeyden sonra bu hiç de şaşırtıcı olmasa gerek. Eğer bilimin dünyaya dair çizdiği resimgüzelliği, neşeyi, kederi kapsamıyorsa, eğer kişisellikten bilinçli olarak yoksun bırakmıyorsa, bu resmin, kendisini insan aklına sunan en yüce fikri kapsaması nasıl beklenebilir ki.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Şerif Mardin’in ‘Din ve İdeoloji’ Eseri Üzerine

     Din ve İdeoloji kitabı, çapı küçük fakat içerik olarak oldukça geniş ve derin olduğu rahatlıkla söylenebilir. Efradını cami ağyarını mani bir ifade ile alanında tam bir başvuru kaynağıdır.      Yazar, ilk önce ideoloji kavramını  iki ayrı kategoride ele alıyor: Sert ideoloji ve yumuşak ideoloji. “Sert” ideolojiyle, sistematik bir şekilde işlenmiş, temel teorik eserlere dayanan, seçkinlerin kültürüyle sınırlandırılmış, muhtevası kuvvetli bir yapı kastedilirken,  “yumuşak” ideoloji ile de, kitlelerin, çok daha şekilsiz inanç ve bilişsel (cognitive) sistemleri ifade ediliyor. Yazar, ideolojiyi ise kitle toplumunun belirmesiyle beraber önem kazanan inançlar ve idare edilen”lerin arasında yaygın, yönlü, fakat sınırlı, belirsiz fikir kümeleri olarak tanımlıyor. İdeolojiler, siyasi fikir tarihi açısından  uzun zaman, insanların aklını çelen kuraldışı etkenler olarak tanımlanmıştır. [1] Yazar, bilimsellik niteliğinin üç ana...

MEHMET EVKURAN’IN SÜNNİ PARADİGMAYI ANLAMAK ADLI ESERİNDEN

     (Mehmet Evkuran,Sünni Paradigmayı Anlamak, Ankara Okulu Yayınları,2015,3.Baskı) Evkuran, Sünni paradigmayı anlamak adlı çalışmasında Ehli sünnetin siyaset düşüncesinin yapısı ve sorunlarını konu edinmektedir. Bu yazıda daha çok kitaptan alıntılara yer verilecektir. Eser, son yüz elli iki yüz yıl içinde geri kalışımız bağlamında yapılan tartışmaların merkezinde yer alan Sünni düşünceyi konu edinmektedir. Daha önceki yapılan çalışmalarda geleneksel din anlayışı, geleneksel dini düşünce şeklinde eleştirilerin hedefinde olduysa da bu çalışmada zihniyet ve dünya görüşü oluşturucu yanıyla Sünni gelenek, Türkiye’de bir bütün olarak ilk defa derli toplu, eleştirel olarak bir çalışmaya konu edilmiştir. Yazara göre kendini bir hakikat ve dinin en doğru yorumu olarak temellendiren Ehl-i Sünnet söylemi, varlığını tehdit ettiğini düşündüğü yaklaşımlara karşı koyduğu gibi, onu bilimsel/ideolojik bir okumanın nesnesi/konusu yapan yaklaşımlara karşı da kendini savunmaktadır...