Ana içeriğe atla

Göç, Toplum ve Gelecek*


   

         

       Göçü tarihsel anlamda  Hz. Adem´e kadar götürebiliriz. Cenneten dünyaya zorunlu sürgünle baslayan göç, maddi, manevi  ve daha farklı sekillerde tezahür ederek devam etmektedir.Aslında insanın hayatı doğum öncesi, doğum,yaşam, ölüm ve ölüm ötesi hep birlikte hep bir ayrılık  ve göç hikayesi olduğunu söyleyebiliriz. Mevlana, insanın bu temel hikayesini ,yurdundan koparılan, değişik  ve yakıcı süreçlerden geçen kamışın bataklıktan  ney olma süreciyle açıklayarak daha aşikar hale getirmisti. Göçün  ne   kadar insanla içiçe olduğunu anlamak icin  peygamberlerin hayatlarına söyle bir göz atmak yeterlidir sanırım. Göç,   Hz. Adem´den Hz. Ibrahim´ e, Hz. Yusuf´tan Hz. Musa´ ya ondan da  insanlığın efendisi Peygamberimiz  Hz. Muhammed (SAV)´e  kadar peygamberlerin değişmez kaderleri olmustur.

             Tarih içerisinde ve günümüze geldiğimizde cok farklı nedenlerle ayrılık ve göçlerin olduğunu görüyoruz. Bu yazıda 1960 lı yıllarda yurdumuzdan Avrupa´ya başlayan göç bağlamında toplumu temel birimi olan  aile, gençlik  ve gelecek konusu üzerinde durmaya calışacağım.
            Sehir ve mimari ile ilgilenenler , mekanların ruhu oldugunu söylerler. Her mekanın insanlara farklı seyler fısıldadığını savunurlar. Aslında zaman ve mekanda özne varlık insandır.  Zamana ve mekana ruh veren, kendine ait düsünce ve duygularla boyayan insandır. İnsan bir coğrafyadan ayrılınca zaman ve mekandaki bütün yasanmışlıklarını iceren duygusal ve düsünsel hafıza ile ayrılır. Acı tatlı bütün bir següzeşt o hafızada saklıdır. İnsanı anlamak yeryüzündeki    ‘‘ nesne“leri anlamaktan cok daha zordur. Çünkü insan beden ve ruhuyla, kalbi ve gönül dünyası, beklenti endişe ve kaygıları ile cok karmaşık bir yapıya sahiptir.
              Avrupaya kitlesel göc, II. dünya savasını izleyen yıllarda bozulan ekonomilerini tekrar inşa etmek üzere Avrupa devletlerinin işgücü ihtiyacını telafi amacıyla başlamıştır. 70 li yılların başlarında hemen hemen misafir isci ihtiyacı kalmamıştir. Bununla birlikte göç devam etmistir. „Gastarbeiter“ diye ifade edilen misafir işci statüsü teorik olarak  isim olarak söylenmeye  devam etmiştir  Bununla birlikte konuk işciler beklentilerin aksine kendi ülkelerine dönmek yerine Avrupa´da kalmayı tercih etmişlerdir. Bu ülkelerde aile birleşimine izin verildigi ölçüde eş ve çocuklarınıda yanlarına alarak başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerine yerleşmişlerdir.  [1]
              Yurdumuzdan ise 1960 lı yılların başlarında cok farklı toplumsal, kültürel, dinsel ve tarihsel hafıza ile  geleceğe ait düş ve beklentilerle dili kültürü, tarihi  farklı olan bir coğrafyaya  göç süreci basladi. Sonu kestirilemeyen, uzun planların yapılmadığı tarih olarak kısa vadeli hesapların göçüydü söz konusu olan. İlk kuşak kısa süre icinde çalışacak, ihtiyac kadar varlık edinecek hayat standardı yükseltilerek   ana yurda döneceklerdi.
               Ve göc bir süre sonra sosyal bir fenomen oldu.  Bu fenomen, hakkında filmler çevrildi, kitaplar yazıldı, şarkılar bestelendi
              Fakat evdeki hesap çarsıya uymadı.Kısa süre içinde bekar  veya nişanlı olarak gelenler evlendiler. Cünkü sevdiğinin yolunu gözlemek, hasret sancısı cekmek  ve daussıla hiç kolay değildi. Artık evli olanlar hemen eşlerini Avrupa´ya getiriyorlardı. Yani dönüş düşüncesi uzak ve bilinmeyen bir geleceğe ertelenmişti.
        
            Geleneksel yaşam anlayışına sahip  Türk göçmenleri, göç ettikleri ülkelerde kendilerine göre oldukça farklılıklar barındıran modern cemiyet yaşayışına uyumda zorlanmışlardır. İlk zamanlarda bir takım sebeplerden dolayı göçmenlerin genellikle aynı bölgelerde iskan edilmeleri, ortak mekanları kullanmaları, göç edilen  toplumun dışında, kendi içine kapalı birimler oluşturmalarına neden olmuştur.[2] Bu sebeple söz konusu yıllarda vatandaslarımız adeta kapalı toplum örneği sergiliyorlardi. Sosyolojik anlamda cok farkli kapalı toplum tanımlari yapılmıştır. Kapalı toplum derken ´´kendisinin dışındaki topluluklar ile olan ilişkilerini mümkün olan en düşük düzeyde tutmak isteyen topluluğu´´ kastediyorum.[3] Aslında burada iradi anlamda ilişki kuramama değil, dil bilmemeden kaynaklanan tamamen doğal insani iliski anlaşılmalıdır. Alman filozofu Martin Heidegger in ifadesi ile dil, varlığın evidir. Var olmak icin dil evini inşa etmek gerekiyor. Toplumsal alanda iliskilerin merkezinde dil vardir. Calışanlar icinde dahi muhatabını anlayıp ona cevap verebilecek kadar dil bilenlerin sayısıda cok azdı. Hatta muhatabın ne istediğini tam olarak anlamadığı icin   evet mi hayır mı diyeceğini bilmeyen ama her defasında evet deyip görevi olmadığı halde başka işleri de yapmak zorunda kalanların hikayeleri günümüzde bizzat birinci kuşak tarafından anlatılmaktadir.
                İlk nesil kadınların kamusal alanla olan iliskileri cok sınırlıydı. Market, hastane vb. mekanların haricinde eger calışmıyorlarsa    evlerinden dışarı pek cıkmıyorlardı.Erkekler    ise zaten cok yoğun bir şekilde günlük 10-12 saat olmak üzere hafta sonu dahi calışıyorlardı.  Bu arada ne ailelerine  ne de kendilerine zaman ayırıyorlardı. İş yoğunluğundan aile içi iletişim kanalları olan sohbet muhabbet ortamı olusmuyordu. Kendi farklılığını sağlıklı ve anlamlı bir sekilde koruyarak, homojenize olmadan iş ve calışma hayatına girme konuları daha yakın zamanlarda  dillendirilmeye baslandı.  Sağlam, erimeden kendi köküne sahip olarak yabancı toplumun anlamlı bir parcası olmak, hem kendi ailesine ve milletine hem de söz konusu topluma katkıda bulunacak şekilde plan ve programlar yeterince yapılmıyordu.Tabii ki bunda hem misafir işçi statüsündeki vatandaşlarımızın hem de göç alan ülkelerin önceliklerinin farklılığı vurgulanmalıdır.
              
              Göç edilen toplumun temel referansları ile bizim referanslarımız dogal olarak farklıydı. Aile de farklı bir yaşam biçimi, toplumsal alan ve işte farklı bir tarz hakimdi. Ev,kahvehane, lokal ve daha sonraları inşa edilen camiiler toplumsal, tarihsel, kültürel ve dinsel  kimliğin yaşatıldıgı yerler oldu.Süphesiz bunların icinde en etkili olanlar aile ve camiilerdi. Lokal ve kahvehaneler ise daha cok boş  zamanlar da vakit geçirilen mekan konumundaydı.
       
                İlk nesilden üniversite mezunu olanlar parmakla gösterilecek kadar azdı. Lise mezunlarının da görece az olduğu söylenebilir. Eğitim seviyesi  genel olarak düşüktü. Söz konusu eğitimsizliğin  ailedeki rol paylaşımında yani  anne baba  rollerini bizim düsünce dünyamıza göre kurgulayıp gerçeklestirmede  olumsuz bir faktör olacağı gün gibi ortadaydı.Toplumsal kontrol mekanizmalarının ve neredeyse ahlaki anlamda bir sınırlamanın olmadığı bir toplumda bilgili, şuurlu olarak kendi dünyasının kaynaklarına bağlı kalarak seviyeli bir hayat sürdürebilmek  gerçekten büyük bir çaba ve gayret gerektiriyordu.Kısa sürede  olmasa da geldiğimiz noktada bu konudaki duyarsızlık ailelerin çözülmesine ve parçalanmasina hız kazandırdı. Günümüzde kurulan aileler bu olumsuz akıntıdan paylarını almaktadır. Almanyadaki müslüman aileler ile ilgili calışma yapan Barbara Thiessen su değerlendirmeleri yapıyor: Müslüman aileler ağırlıklı olarak içinde yasadıklari topluma entegre oluyorken bir kısmı ise asimile oluyor. Müslüman ailelerin bu durumlarını   sadece dini aidiyet veya dindarlıkları ile  açıklamak yeterli değildir.Çünkü onlar, toplumsal tabaka, eğitim derecesi,doğdugu bölge, göç edilen ülkedeki  oturum süresi,ait oldugu kuşak,günlük dini ritüelleri yerine getirme bakımından cok farklılık arzediyor.   Sözkonusu değiskenlerin doğal farklılığı göç edilen toplumun yaşam davranışları  karşısındaki algı ve davranıs farklılıgını da beraberinde getirmektedir.[4] Ailenin , tarihsel, kültürel ve dinsel  kimliğin yasatıldığı yer olması aile fertlerinin bu konulardaki anlayışlarına göre şekillenmiştir.Kısaca ailenin milli ve manevi değerler karşısındaki tutumunun, sağlıklı uyum veya asimile olma konusunda belirleyici faktör olduğu söylenebilir.
             İkinci nesil  genel olarak kendi kültürel ve dini kodlarını anlamada ve yasamının bir parçası yapmada bir anlamda ücüncü ve dördüncü nesle göre cok şansli idi. Çünkü onlar kendilerine ait değerlerle göç yapılan toplumla kültürel anlamda karşılaşmadan tanışmışlardı.Senelerce diyarı gurbette kalmış vatan  ve hasreti çekmiş şairi şehirimiz Yahya Kemal,  Aziz Istanbul adlı eserinde söyle diyor: “çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’an'ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah'ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler.``[5]
        
           Ücüncü nesil ve dördüncü neslin doğum yeri farklı bir coğrafya idi. Anaokulu , ilkokul anlamında daha çocukluktan bu farklılıkla karşılaşılıyordu. Yeni yetişen nesiller küçüklükten itibaren birden fazla sosyal ve kültürel kimlikle yüzleşiyorlardi. Evde, okulda, carşıda pazarda  kültürel ceşitlilik hakimdi. Bireysel ve seküler temele dayalı  Avrupa da doğmus, orada büyümüş, orada temel eğitimini almış,eğitim ve iş hayatında bu yörüngede hareket etmek zorunda olan bir genç evindeki  geleneksel rolleri nasıl içsellestirebilir?  “Ben”in merkezde olduğu toplumsal hayat ve iş çevresi ile “biz”in asıl olduğu ailevi hayat  ve dini çevre nasıl telif edilebilir veya nasıl uyum sağlayabilir? Yahya Kemal şunları ifade ediyor: ‚Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük, o mübarek muhitten cok sonra ayrıldık. Biz böyle bir sabah namazında ana millete dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, frenk terbiyesiyle yetişen nesiller dönecekleri yeri hatırlamayacaklar``.[6]      Yahya Kemal, söz konusu nesillerin ihtimal dönecekleri yeri hatırlamayacaklarını belirtiyordu. Ama ne mutlu ki ilk kusak, kısa zaman sonra çocuklarının hem dönecekleri  hem de onlara dönecekleri yeri hatırlatacak camiiler inşa etmeye veya cami yapmak üzere binalar satın almaya basladılar.
            
              Yukarıda sözü edilen aidiyet farklılığıyla bir ikilem yaşama kertesine gelecek olanlar ise daha çok üçüncü  ve ondan sonraki nesil olacaktı.  Bu konuyu gençlerin dindarlık formlarını İslami kimlikler bağlamında Almanya-Fransa karşılaştırmalı olarak inceleyen  Nikola Tietze´nin calışmasında şu değerlendirmeler ön plana çıkıyor: Aile ve toplum tarafından yeterince desteklenmemiş kamusal alana dahil olan yeni nesiller, bir tarafta toplumsal ötekilestirme, işsizlik, yetersiz eğitim diğer yandan ise ‚göçmen‘ ve ‚yabancı‘ olarak damgalanma ile yüzlestiler. Bu durum onların sosyalleşmelerine olumsuz etki yaparken, politik düzlemde de ayrımcılıkla karşılastılar. Aynı zamanda onlar toplum tarafından henüz resmi anlamda kabul edilmeyen bir dinin mensupları olarak görülmektedirler. Hem de söz konusu  gençlerin tüketim davranışları, meslek beklentileri,gençlik tasavvurları emsallerine  yani yerli gençlere benzemesine ragmen.[7] Bu zikredilen faktörler gençlerin toplumsal hayata özgüven sahibi, kendileriyle barışık ve bağımsız bir birey olarak arzu ve istekle atılmalarına engel teşkil etmektedir. Bununla birlikte az da olsa azim ve karalılıkla çalısarak is ve politika ve ticaret  alanlarında her geçen gün artan bir şekilde önemli noktalarda müslümanları temsil edenlerin varlığını  vurgulamak gerekir.


                    ilk nesildeki kapalı toplumu andıran yapı zamanla kayboldu. Günümüzde  kamusal alanda müslümanların  görürünür hale geldikleri acıktır.  Günümüzde islamın toplumsal alana tasıyıcıları, sistemin dışında kalanlar değil  modernliğin içinde olan aktörler : gençler, kadınlar, kültürel aracılar girişimciler orta sınıflar  olmustur. Yani sözü edilen aktörler, ilk kuşakların aksine  dine dayalı farklılıklarını kamusal alanlarda okullar üniversiteler hastaneler isyerlerinde ve parlamentoda  gösteriyorlar. Nilüfer  Göle bunları ifade ettikten sonra şu açıklamayı yapıyor: ´´Böylelikle Avrupa daki seküler değerler üzerine kurulu kamusal yaşam alışkanlıklarına meydan okuyorlar.‘[8]   Özellikle ikinci kuşaktan sonra gelen mütedeyyin kadınlar başörtüsüyle  islamın yeni kamusal yüzleri olmuslardır. Bir taraftan İslam´ın kamusal alanda görünür hale gelmesi,  diğer taraftan 11 Eylül saldırılarından sonra İslam ve müslümanları terör ile özdeşleştiren yayınların  artmasıyla uluslararsı kamuoyunda islam ve müslümanlara karşı negatif anlayış  ve önyargılar ortaya cıkmıstır veya cıkarılmıstır. Siz toplantılarda İslam´ın terörizmle ilişkisinin olmadığını anlata durun her gün müslüman coğrafyada gerçekleşen patlamalar ve bunların  kitle iletişim araçlarında manipüle edilerek yayınlanması sadece zihinlerdeki  olumsuz düsünceleri pekistirmektedir. Bunlara  ek olarak 2008 yılında ortaya çıkan  küresel ekonomik krizin  baş göstermiş olması  ve özellikle son yıllarda ortaya çıkan aşırı milliyetçi marjinal grupların sayısı ve onların müslümanlara karşı gösteri ve eylemleri artmıştır. Yukarıda ifade edilen bu sebeplerden dolayı Avrupa da müslümanların yaşam alanları gün geçtikçe zorlaşmakta ve daralmaktadır.
  Sonuç olarak yukarıda anlatılan süreç ve vurgulanan  olumsuzluklara rağmen Avrupa´ da müslümanların söz sahibi olmaları, hem kendi hem de içinde yasadıkları topluma katkı sunabilmeleri  diğer yandan da Avrupa toplumunun bir parçası olmak için bu ortamda yapılması gereken konular üzerinde çok yoğun bir şekilde çalışmak gerekmektedir.Günümüzde  yurtdışındaki vatandaşlarımızın  en hayati problemlerinin başında Müslüman-Türk kimliğinin korunması, içinde bulundukları toplumla uyum sağlanması ve yeni kuşaklara dinin ve kültürel kimliğin aktarılması gelmektedir. Göçmen kardeşlerimiz, dini kimliklerini kaybetmeden yaşamalarını sağlayacak, bir yandan seküler ve yabancı bir toplumda bir arada yaşamak, diğer yandan da kültürel kimliklerini koruyacak stratejiler üretmek zorundadırlar.[9]  Bu meyanda dini kültürel kimliğin en önemli taşıyıcı aktörleri  olarak aile kurumunun daha cok manevi anlamda desteklenmesi  ve camii  ile genc kuşakların daha kolay iletişimlerinin sağlanması lazımdır. Camiileri, yeni kuşaklara  bir cazibe merkezi yapmak için aktüel faaliyet alanları oluşturulmalıdır.    Dinimizin evliliğe bakışı ile ilgili seminerler verilmeli, gerekirse yeni evli çiftlere  kitapçıklar ve broşürler dağıtılmalıdır.Yeni yetişen neslin hem Türkçe ye hem de yasadıklari ülkenin diline  hakim olmaları ve eğitim seviyesinin yükselmesi için hem aile  ve camii derneklerinde hem de sivil toplum kuruluşlarında  bu amaca yönelik calışmalar artırılmalıdır. Kimliğin parçalarını olusturan  dil, din, kültür ve tarih  bilincinin çocukluktan itibaren anlamlı bir şekilde  güçlendirilmesi,   genç  kuşakların toplumsal alanda ‚kendileri kalarak‘ kimlik çatışmasına girmeden hem ait oldukları hem de icinde yaşadıkları topluma faydalı bir birey olmalarına imkan verecektir. Böylece yeni nesiller çokkültürlü ve çok dinli bir toplumsal alanda  kendi şanlı tarihimizden ilham alarak kökü mazide ati  anlayışıyla yaradılanı yaratandan dolayı hoşgörme düşüncesi  ile kuşatıcı, anlamlı  ve olumlu bir  iletişim dili geliştireceklerdir.

 *Bu yazı 2011 yılında Diyanet Avrupa Dergisinin Kasım sayısında yayınlanmıştır.



HAYRETTİN GÜL



[1] Halil Ibrahim Bahar, Sosyoloji,Usak Yayinlari, 3.Baski, Ankara,2009.s.261.
[2] http://ozcangungor.blogcu.com/ornek-doktora-tez-projesi-gocmen-turklerden-kimlik-ve-din/1298723
[3] http://www.ozemre.com/index.php?option=com_content&view=article&id=269:kapali-toplum-sendromu&catid=76:e-makler&Itemid=57
[4] Barbara Thiessen, http://www.dji.de/bibs/6_Expertise.pdf
Grundsatzreferat FamilienpolitikMuslimische Familien in Deutschland
Alltagserfahrungen, Konflikte, Ressourcen
[5] Yahya Kemal Beyatli, Aziz Istanbul,Özal Matbaasi, 2. Basim, 2008, s.101
[6] A.g.e. s.104
[7] Nikola Tietze: Islamische Identitäten:
Formen muslimischer Religiosität junger Männer in Deutschland und Frankreich, Hamburger Edition, 2001, 11,12.
[8] Nilüfer  Göle İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa  Metis yayınları  II.Basım İstanbul 2010,s.61 (Fransızca aslından çeviren Ali Berktay)
[9] http://ozcangungor.blogcu.com/ornek-doktora-tez-projesi-gocmen-turklerden-kimlik-ve-din/1298723

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ANTONY FLEW'İN YANILMIŞIM TANRI VARMIŞ KİTABININ ÖZETİ-1-

                Flew, bu kitabında çocukluğundan itibaren inanç  bakımından yaşadığı tecrübelere yer vererek kısaca ateizmden teizme geçişini anlatıyor. İçinde doğduğu ailenin  Hıristiyanlığa bağlı olduğunu,  babasının vaizlik yaptığını, ayin ve toplantılara katıldıklarını bununla birlikte kendisinin dini bir feyz ve zevke almadığını ifade ediyor. Kitapta ilk önce ateizmi savunan kendi yazdığı eserlere ve onların  temel görüşleriyle bunlara verilen cevaplara  yer veriyor. Yazar, kısaca okumaları ve çalışmalarının kendisini bilimsel olarak benimsediği (öne sürülen iddianın götürdüğü yere gitmek) ilkeyle tutarlı bir biçimde yaşadığı değişimi samimiyetle anlatıyor. Kitap ayrıca ateizm konusundaki temel yaklaşımlara ana hatları ile yer veriyor. Çocukluk ve gençlik yıllarındaki Hıristiyan temelli inançlardan ateizme evirilişinin ilk adımını kötülük probleminin oluşturduğunu söylüyor. O zamanlar ailes...

Şerif Mardin’in ‘Din ve İdeoloji’ Eseri Üzerine

     Din ve İdeoloji kitabı, çapı küçük fakat içerik olarak oldukça geniş ve derin olduğu rahatlıkla söylenebilir. Efradını cami ağyarını mani bir ifade ile alanında tam bir başvuru kaynağıdır.      Yazar, ilk önce ideoloji kavramını  iki ayrı kategoride ele alıyor: Sert ideoloji ve yumuşak ideoloji. “Sert” ideolojiyle, sistematik bir şekilde işlenmiş, temel teorik eserlere dayanan, seçkinlerin kültürüyle sınırlandırılmış, muhtevası kuvvetli bir yapı kastedilirken,  “yumuşak” ideoloji ile de, kitlelerin, çok daha şekilsiz inanç ve bilişsel (cognitive) sistemleri ifade ediliyor. Yazar, ideolojiyi ise kitle toplumunun belirmesiyle beraber önem kazanan inançlar ve idare edilen”lerin arasında yaygın, yönlü, fakat sınırlı, belirsiz fikir kümeleri olarak tanımlıyor. İdeolojiler, siyasi fikir tarihi açısından  uzun zaman, insanların aklını çelen kuraldışı etkenler olarak tanımlanmıştır. [1] Yazar, bilimsellik niteliğinin üç ana...

MEHMET EVKURAN’IN SÜNNİ PARADİGMAYI ANLAMAK ADLI ESERİNDEN

     (Mehmet Evkuran,Sünni Paradigmayı Anlamak, Ankara Okulu Yayınları,2015,3.Baskı) Evkuran, Sünni paradigmayı anlamak adlı çalışmasında Ehli sünnetin siyaset düşüncesinin yapısı ve sorunlarını konu edinmektedir. Bu yazıda daha çok kitaptan alıntılara yer verilecektir. Eser, son yüz elli iki yüz yıl içinde geri kalışımız bağlamında yapılan tartışmaların merkezinde yer alan Sünni düşünceyi konu edinmektedir. Daha önceki yapılan çalışmalarda geleneksel din anlayışı, geleneksel dini düşünce şeklinde eleştirilerin hedefinde olduysa da bu çalışmada zihniyet ve dünya görüşü oluşturucu yanıyla Sünni gelenek, Türkiye’de bir bütün olarak ilk defa derli toplu, eleştirel olarak bir çalışmaya konu edilmiştir. Yazara göre kendini bir hakikat ve dinin en doğru yorumu olarak temellendiren Ehl-i Sünnet söylemi, varlığını tehdit ettiğini düşündüğü yaklaşımlara karşı koyduğu gibi, onu bilimsel/ideolojik bir okumanın nesnesi/konusu yapan yaklaşımlara karşı da kendini savunmaktadır...