Göçü tarihsel
anlamda Hz. Adem´e kadar götürebiliriz.
Cenneten dünyaya zorunlu sürgünle baslayan göç, maddi, manevi ve daha farklı sekillerde tezahür ederek
devam etmektedir.Aslında insanın hayatı doğum öncesi, doğum,yaşam, ölüm ve ölüm
ötesi hep birlikte hep bir ayrılık ve
göç hikayesi olduğunu söyleyebiliriz. Mevlana, insanın bu temel hikayesini ,yurdundan
koparılan, değişik ve yakıcı süreçlerden
geçen kamışın bataklıktan ney olma
süreciyle açıklayarak daha aşikar hale getirmisti. Göçün ne kadar insanla içiçe olduğunu anlamak
icin peygamberlerin hayatlarına söyle
bir göz atmak yeterlidir sanırım. Göç, Hz.
Adem´den Hz. Ibrahim´ e, Hz. Yusuf´tan Hz. Musa´ ya ondan da insanlığın efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV)´e kadar peygamberlerin değişmez kaderleri
olmustur.
Tarih içerisinde ve günümüze
geldiğimizde cok farklı nedenlerle ayrılık ve göçlerin olduğunu görüyoruz. Bu
yazıda 1960 lı yıllarda yurdumuzdan Avrupa´ya başlayan göç bağlamında toplumu
temel birimi olan aile, gençlik ve gelecek konusu üzerinde durmaya calışacağım.
Sehir ve mimari ile
ilgilenenler , mekanların ruhu oldugunu söylerler. Her mekanın insanlara farklı
seyler fısıldadığını savunurlar. Aslında zaman ve mekanda özne varlık insandır. Zamana ve mekana ruh veren, kendine ait düsünce
ve duygularla boyayan insandır. İnsan bir coğrafyadan ayrılınca zaman ve
mekandaki bütün yasanmışlıklarını iceren duygusal ve düsünsel hafıza ile ayrılır.
Acı tatlı bütün bir següzeşt o hafızada saklıdır. İnsanı anlamak yeryüzündeki ‘‘ nesne“leri anlamaktan cok daha zordur. Çünkü
insan beden ve ruhuyla, kalbi ve gönül dünyası, beklenti endişe ve kaygıları
ile cok karmaşık bir yapıya sahiptir.
Avrupaya kitlesel göc,
II. dünya savasını izleyen yıllarda bozulan ekonomilerini tekrar inşa etmek
üzere Avrupa devletlerinin işgücü ihtiyacını telafi amacıyla başlamıştır. 70 li
yılların başlarında hemen hemen misafir isci ihtiyacı kalmamıştir. Bununla
birlikte göç devam etmistir. „Gastarbeiter“ diye ifade edilen misafir işci
statüsü teorik olarak isim olarak
söylenmeye devam etmiştir Bununla birlikte konuk işciler beklentilerin
aksine kendi ülkelerine dönmek yerine Avrupa´da kalmayı tercih etmişlerdir. Bu
ülkelerde aile birleşimine izin verildigi ölçüde eş ve çocuklarınıda yanlarına
alarak başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerine yerleşmişlerdir. [1]
Yurdumuzdan ise 1960 lı yılların başlarında cok farklı toplumsal, kültürel,
dinsel ve tarihsel hafıza ile geleceğe
ait düş ve beklentilerle dili kültürü, tarihi farklı olan bir coğrafyaya göç süreci basladi. Sonu kestirilemeyen, uzun
planların yapılmadığı tarih olarak kısa vadeli hesapların göçüydü söz konusu
olan. İlk kuşak kısa süre icinde çalışacak, ihtiyac kadar varlık edinecek hayat
standardı yükseltilerek ana yurda döneceklerdi.
Ve göc bir süre sonra
sosyal bir fenomen oldu. Bu fenomen,
hakkında filmler çevrildi, kitaplar yazıldı, şarkılar bestelendi
Fakat evdeki hesap çarsıya
uymadı.Kısa süre içinde bekar veya nişanlı
olarak gelenler evlendiler. Cünkü sevdiğinin yolunu gözlemek, hasret sancısı
cekmek ve daussıla hiç kolay değildi. Artık
evli olanlar hemen eşlerini Avrupa´ya getiriyorlardı. Yani dönüş düşüncesi uzak
ve bilinmeyen bir geleceğe ertelenmişti.
Geleneksel yaşam anlayışına
sahip Türk göçmenleri, göç ettikleri
ülkelerde kendilerine göre oldukça farklılıklar barındıran modern cemiyet yaşayışına
uyumda zorlanmışlardır. İlk zamanlarda bir takım sebeplerden dolayı göçmenlerin
genellikle aynı bölgelerde iskan edilmeleri, ortak mekanları kullanmaları, göç
edilen toplumun dışında, kendi içine
kapalı birimler oluşturmalarına neden olmuştur.[2] Bu
sebeple söz konusu yıllarda vatandaslarımız adeta kapalı toplum örneği
sergiliyorlardi. Sosyolojik anlamda cok farkli kapalı toplum tanımlari
yapılmıştır. Kapalı toplum derken ´´kendisinin dışındaki topluluklar ile olan
ilişkilerini mümkün olan en düşük
düzeyde tutmak isteyen topluluğu´´ kastediyorum.[3] Aslında burada
iradi anlamda ilişki kuramama değil, dil bilmemeden kaynaklanan tamamen doğal
insani iliski anlaşılmalıdır. Alman filozofu
Martin Heidegger in ifadesi ile dil, varlığın evidir. Var olmak icin dil evini
inşa etmek gerekiyor. Toplumsal alanda iliskilerin merkezinde dil vardir. Calışanlar icinde dahi muhatabını anlayıp ona cevap
verebilecek kadar dil bilenlerin sayısıda cok azdı. Hatta muhatabın ne istediğini
tam olarak anlamadığı icin evet mi hayır mı diyeceğini bilmeyen ama her
defasında evet deyip görevi olmadığı halde başka işleri de yapmak zorunda
kalanların hikayeleri günümüzde bizzat birinci kuşak tarafından anlatılmaktadir.
İlk
nesil kadınların kamusal alanla olan iliskileri cok sınırlıydı. Market, hastane
vb. mekanların haricinde eger calışmıyorlarsa
evlerinden dışarı pek cıkmıyorlardı.Erkekler
ise zaten cok yoğun bir şekilde günlük 10-12
saat olmak üzere hafta sonu dahi calışıyorlardı. Bu arada ne ailelerine ne de kendilerine zaman ayırıyorlardı. İş
yoğunluğundan aile içi iletişim kanalları olan sohbet muhabbet ortamı
olusmuyordu. Kendi farklılığını sağlıklı ve anlamlı bir sekilde koruyarak,
homojenize olmadan iş ve calışma hayatına girme konuları daha yakın zamanlarda dillendirilmeye baslandı. Sağlam, erimeden kendi köküne sahip olarak yabancı
toplumun anlamlı bir parcası olmak, hem kendi ailesine ve milletine hem de söz
konusu topluma katkıda bulunacak şekilde plan ve programlar yeterince yapılmıyordu.Tabii
ki bunda hem misafir işçi statüsündeki vatandaşlarımızın hem de göç alan
ülkelerin önceliklerinin farklılığı vurgulanmalıdır.
Göç
edilen toplumun temel referansları ile bizim referanslarımız dogal olarak
farklıydı. Aile de farklı bir yaşam biçimi, toplumsal alan ve işte farklı bir
tarz hakimdi. Ev,kahvehane, lokal ve daha sonraları inşa edilen camiiler
toplumsal, tarihsel, kültürel ve dinsel
kimliğin yaşatıldıgı yerler oldu.Süphesiz bunların icinde en etkili
olanlar aile ve camiilerdi. Lokal ve
kahvehaneler ise daha cok boş zamanlar
da vakit geçirilen mekan konumundaydı.
İlk nesilden
üniversite mezunu olanlar parmakla gösterilecek kadar azdı. Lise mezunlarının da
görece az olduğu söylenebilir. Eğitim seviyesi genel olarak düşüktü. Söz konusu
eğitimsizliğin ailedeki rol paylaşımında
yani anne baba rollerini bizim düsünce dünyamıza göre
kurgulayıp gerçeklestirmede olumsuz bir
faktör olacağı gün gibi ortadaydı.Toplumsal kontrol mekanizmalarının ve neredeyse
ahlaki anlamda bir sınırlamanın olmadığı bir toplumda bilgili, şuurlu olarak
kendi dünyasının kaynaklarına bağlı kalarak seviyeli bir hayat sürdürebilmek gerçekten büyük bir çaba ve gayret
gerektiriyordu.Kısa sürede olmasa da
geldiğimiz noktada bu konudaki duyarsızlık ailelerin çözülmesine ve
parçalanmasina hız kazandırdı. Günümüzde kurulan aileler bu olumsuz akıntıdan
paylarını almaktadır. Almanyadaki müslüman aileler ile ilgili calışma yapan
Barbara Thiessen su değerlendirmeleri yapıyor: Müslüman aileler ağırlıklı
olarak içinde yasadıklari topluma entegre oluyorken bir kısmı ise asimile
oluyor. Müslüman ailelerin bu durumlarını sadece
dini aidiyet veya dindarlıkları ile
açıklamak yeterli değildir.Çünkü onlar, toplumsal tabaka, eğitim derecesi,doğdugu
bölge, göç edilen ülkedeki oturum
süresi,ait oldugu kuşak,günlük dini ritüelleri yerine getirme bakımından cok
farklılık arzediyor. Sözkonusu
değiskenlerin doğal farklılığı göç edilen toplumun yaşam davranışları karşısındaki algı ve davranıs farklılıgını da
beraberinde getirmektedir.[4] Ailenin , tarihsel, kültürel ve
dinsel kimliğin yasatıldığı yer olması
aile fertlerinin bu konulardaki anlayışlarına göre şekillenmiştir.Kısaca
ailenin milli ve manevi değerler karşısındaki tutumunun, sağlıklı uyum veya
asimile olma konusunda belirleyici faktör olduğu söylenebilir.
İkinci nesil genel olarak kendi kültürel ve dini kodlarını
anlamada ve yasamının bir parçası yapmada bir anlamda ücüncü ve dördüncü nesle
göre cok şansli idi. Çünkü onlar kendilerine ait değerlerle göç yapılan
toplumla kültürel anlamda karşılaşmadan
tanışmışlardı.Senelerce diyarı gurbette kalmış vatan ve hasreti çekmiş şairi şehirimiz Yahya
Kemal, Aziz Istanbul adlı eserinde söyle diyor: “çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir
millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık
rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin
odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları
bir minderin köşesinden okunan Kur’an'ın sesini işittiler; bir raf üzerinde
duran Kitabullah'ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh
olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil
günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken
sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde
şafak sökerken Tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler,
hayata girdiler.``[5]
Ücüncü nesil ve dördüncü
neslin doğum yeri farklı bir coğrafya idi. Anaokulu , ilkokul anlamında daha
çocukluktan bu farklılıkla karşılaşılıyordu. Yeni yetişen nesiller küçüklükten
itibaren birden fazla sosyal ve kültürel kimlikle yüzleşiyorlardi. Evde, okulda,
carşıda pazarda kültürel ceşitlilik
hakimdi. Bireysel ve seküler temele dayalı Avrupa da doğmus, orada büyümüş, orada temel
eğitimini almış,eğitim ve iş hayatında bu yörüngede hareket etmek zorunda olan
bir genç evindeki geleneksel rolleri
nasıl içsellestirebilir? “Ben”in merkezde
olduğu toplumsal hayat ve iş çevresi ile “biz”in asıl olduğu ailevi hayat ve dini çevre nasıl telif edilebilir veya nasıl
uyum sağlayabilir? Yahya Kemal şunları ifade ediyor: ‚Biz ki minareler ve
ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük, o mübarek muhitten cok sonra
ayrıldık. Biz böyle bir sabah namazında ana millete dönebiliriz. Fakat
minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, frenk terbiyesiyle yetişen nesiller
dönecekleri yeri hatırlamayacaklar``.[6] Yahya
Kemal, söz konusu nesillerin ihtimal dönecekleri yeri hatırlamayacaklarını
belirtiyordu. Ama ne mutlu ki ilk kusak, kısa zaman sonra çocuklarının hem
dönecekleri hem de onlara dönecekleri
yeri hatırlatacak camiiler inşa etmeye veya cami yapmak üzere binalar satın
almaya basladılar.
Yukarıda sözü edilen
aidiyet farklılığıyla bir ikilem yaşama kertesine gelecek olanlar ise daha çok
üçüncü ve ondan sonraki nesil olacaktı. Bu konuyu gençlerin dindarlık formlarını
İslami kimlikler bağlamında Almanya-Fransa karşılaştırmalı olarak
inceleyen Nikola Tietze´nin calışmasında
şu değerlendirmeler ön plana çıkıyor: Aile ve toplum tarafından yeterince
desteklenmemiş kamusal alana dahil olan yeni nesiller, bir tarafta toplumsal
ötekilestirme, işsizlik, yetersiz eğitim diğer yandan ise ‚göçmen‘ ve ‚yabancı‘
olarak damgalanma ile yüzlestiler. Bu durum onların sosyalleşmelerine olumsuz
etki yaparken, politik düzlemde de ayrımcılıkla karşılastılar. Aynı zamanda
onlar toplum tarafından henüz resmi anlamda kabul edilmeyen bir dinin
mensupları olarak görülmektedirler. Hem de söz konusu gençlerin tüketim davranışları, meslek
beklentileri,gençlik tasavvurları emsallerine yani yerli gençlere benzemesine ragmen.[7] Bu zikredilen faktörler gençlerin toplumsal hayata
özgüven sahibi, kendileriyle barışık ve bağımsız bir birey olarak arzu ve
istekle atılmalarına engel teşkil etmektedir. Bununla birlikte az da olsa azim
ve karalılıkla çalısarak is ve politika ve ticaret alanlarında her geçen gün artan bir şekilde önemli
noktalarda müslümanları temsil edenlerin varlığını vurgulamak gerekir.
ilk nesildeki kapalı toplumu andıran yapı zamanla
kayboldu. Günümüzde kamusal alanda
müslümanların görürünür hale geldikleri
acıktır. Günümüzde islamın toplumsal alana
tasıyıcıları, sistemin dışında kalanlar değil
modernliğin içinde olan aktörler : gençler, kadınlar, kültürel aracılar
girişimciler orta sınıflar olmustur. Yani
sözü edilen aktörler, ilk kuşakların aksine
dine dayalı farklılıklarını kamusal alanlarda okullar üniversiteler
hastaneler isyerlerinde ve parlamentoda
gösteriyorlar. Nilüfer Göle bunları
ifade ettikten sonra şu açıklamayı yapıyor: ´´Böylelikle Avrupa daki seküler
değerler üzerine kurulu kamusal yaşam alışkanlıklarına meydan okuyorlar.‘[8] Özellikle
ikinci kuşaktan sonra gelen mütedeyyin kadınlar başörtüsüyle islamın yeni kamusal yüzleri olmuslardır. Bir
taraftan İslam´ın kamusal alanda görünür hale gelmesi, diğer taraftan 11 Eylül saldırılarından sonra
İslam ve müslümanları terör ile özdeşleştiren yayınların artmasıyla uluslararsı kamuoyunda islam ve
müslümanlara karşı negatif anlayış ve
önyargılar ortaya cıkmıstır veya cıkarılmıstır. Siz toplantılarda İslam´ın
terörizmle ilişkisinin olmadığını anlata durun her gün müslüman coğrafyada
gerçekleşen patlamalar ve bunların kitle
iletişim araçlarında manipüle edilerek yayınlanması sadece zihinlerdeki olumsuz düsünceleri pekistirmektedir.
Bunlara ek olarak 2008 yılında ortaya çıkan küresel ekonomik krizin baş göstermiş olması ve özellikle son yıllarda ortaya çıkan aşırı
milliyetçi marjinal grupların sayısı ve onların müslümanlara karşı gösteri ve
eylemleri artmıştır. Yukarıda ifade edilen bu sebeplerden dolayı Avrupa da
müslümanların yaşam alanları gün geçtikçe zorlaşmakta ve daralmaktadır.
Sonuç olarak yukarıda anlatılan süreç ve
vurgulanan olumsuzluklara rağmen Avrupa´
da müslümanların söz sahibi olmaları, hem kendi hem de içinde yasadıkları
topluma katkı sunabilmeleri diğer yandan
da Avrupa toplumunun bir parçası olmak için bu ortamda yapılması gereken
konular üzerinde çok yoğun bir şekilde çalışmak gerekmektedir.Günümüzde yurtdışındaki vatandaşlarımızın en hayati problemlerinin başında
Müslüman-Türk kimliğinin korunması, içinde bulundukları toplumla uyum
sağlanması ve yeni kuşaklara dinin ve kültürel kimliğin aktarılması
gelmektedir. Göçmen kardeşlerimiz, dini kimliklerini kaybetmeden yaşamalarını
sağlayacak, bir yandan seküler ve yabancı bir toplumda bir arada yaşamak, diğer
yandan da kültürel kimliklerini koruyacak stratejiler üretmek zorundadırlar.[9] Bu meyanda dini kültürel kimliğin en önemli
taşıyıcı aktörleri olarak aile kurumunun
daha cok manevi anlamda desteklenmesi ve
camii ile genc kuşakların daha kolay
iletişimlerinin sağlanması lazımdır. Camiileri, yeni kuşaklara bir cazibe merkezi yapmak için aktüel
faaliyet alanları oluşturulmalıdır. Dinimizin evliliğe bakışı ile ilgili
seminerler verilmeli, gerekirse yeni evli çiftlere kitapçıklar ve broşürler dağıtılmalıdır.Yeni
yetişen neslin hem Türkçe ye hem de yasadıklari ülkenin diline hakim olmaları ve eğitim seviyesinin
yükselmesi için hem aile ve camii
derneklerinde hem de sivil toplum kuruluşlarında bu amaca yönelik calışmalar artırılmalıdır.
Kimliğin parçalarını olusturan dil, din,
kültür ve tarih bilincinin çocukluktan
itibaren anlamlı bir şekilde güçlendirilmesi, genç
kuşakların toplumsal alanda ‚kendileri kalarak‘ kimlik çatışmasına
girmeden hem ait oldukları hem de icinde yaşadıkları topluma faydalı bir birey
olmalarına imkan verecektir. Böylece yeni nesiller çokkültürlü ve çok dinli bir
toplumsal alanda kendi şanlı tarihimizden
ilham alarak kökü mazide ati anlayışıyla
yaradılanı yaratandan dolayı hoşgörme düşüncesi
ile kuşatıcı, anlamlı ve olumlu
bir iletişim dili geliştireceklerdir.
*Bu yazı 2011 yılında Diyanet Avrupa Dergisinin Kasım sayısında yayınlanmıştır.
HAYRETTİN GÜL
[1] Halil Ibrahim Bahar, Sosyoloji,Usak Yayinlari, 3.Baski, Ankara,2009.s.261.
[2] http://ozcangungor.blogcu.com/ornek-doktora-tez-projesi-gocmen-turklerden-kimlik-ve-din/1298723
[3] http://www.ozemre.com/index.php?option=com_content&view=article&id=269:kapali-toplum-sendromu&catid=76:e-makler&Itemid=57
[4]
Barbara
Thiessen, http://www.dji.de/bibs/6_Expertise.pdf
Grundsatzreferat FamilienpolitikMuslimische Familien in Deutschland
Alltagserfahrungen, Konflikte, Ressourcen
[5] Yahya Kemal Beyatli, Aziz Istanbul,Özal Matbaasi, 2. Basim, 2008,
s.101
Formen muslimischer Religiosität junger Männer in
Deutschland und Frankreich, Hamburger Edition, 2001, 11,12.
[8] Nilüfer Göle İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa Metis yayınları II.Basım İstanbul 2010,s.61 (Fransızca aslından
çeviren Ali Berktay)
[9]
http://ozcangungor.blogcu.com/ornek-doktora-tez-projesi-gocmen-turklerden-kimlik-ve-din/1298723
Yorumlar
Yorum Gönder