Evkuran,
Sünni paradigmayı anlamak adlı çalışmasında Ehli sünnetin siyaset düşüncesinin
yapısı ve sorunlarını konu edinmektedir. Bu yazıda daha çok kitaptan alıntılara
yer verilecektir. Eser, son yüz elli iki yüz yıl içinde geri kalışımız
bağlamında yapılan tartışmaların merkezinde yer alan Sünni düşünceyi konu
edinmektedir. Daha önceki yapılan çalışmalarda geleneksel din anlayışı, geleneksel
dini düşünce şeklinde eleştirilerin hedefinde olduysa da bu çalışmada zihniyet
ve dünya görüşü oluşturucu yanıyla Sünni gelenek, Türkiye’de bir bütün olarak
ilk defa derli toplu, eleştirel olarak bir çalışmaya konu edilmiştir.
Yazara
göre kendini bir hakikat ve dinin en doğru yorumu olarak temellendiren Ehl-i
Sünnet söylemi, varlığını tehdit ettiğini düşündüğü yaklaşımlara karşı koyduğu
gibi, onu bilimsel/ideolojik bir okumanın nesnesi/konusu yapan yaklaşımlara
karşı da kendini savunmaktadır. Bu, günümüzdeki araştırmacıları baskı altında
tutan manevî, dinsel ortamın da gerçek nedenidir. Şu halde Ehl-i Sünnet ekolünü
ele almanın kuramsal boyutunun yanında kurumsal/pratik bir boyutu da
bulunmaktadır. Anılan bu ikinci boyut yüksek fikirlerin ve söylemin değil,
pratik çıkarların ve kavgaların alanıdır.
Eserde
ilk öne Ehli sünnet düşüncesi ve onun siyaset anlayışı konusunda çalışma
yapmanın metodolojik güçlüklerine değiniliyor. Sünniliğin sadece bir inanç,
düşünce sorunu olmadığını aynı zamanda bir zihniyet ve paradigma sorunu olduğu
bu noktada sünniliğin bir kimlik, inanç ve yaşam biçimi olarak bilimin konusu
yapmanın bazı dirençlerle karşılaştığını öne sürülüyor.
Ehl-i
Sünnet siyaset düşüncesinin temelinde bir bilgi anlayışı yatmaktadır: Tarihsel
süreç boyunca Ehl-i Sünnet’in bünyesinde, farklı bilgi anlayışlarını içeren
zihniyet yapılarının bulunduğu bilinmektedir. Eş’arî ve Maturidî Kelam
anlayışları en belirgin iki örnektir.
Yazara
göre Ehl-i Sünnet siyaset düşüncesini, bir bilgi türü ve bir bilme biçimi ve
zihniyet yapısı olarak tespit etmek, onu inceleme konusu yapmanın ilk şartıdır.
O, tarihsel, toplumsal, siyasal süreçlerin bir ürünü olarak ortaya çıktı.
Müslüman toplumların deneyimlerinin bir ürünü ve bir yorumu olan Sünnîlik,
günümüzde de değişim geçirmektedir. Ancak şu açık bir gerçektir ki Sünnîliği
bir olgu değil de ontolojik/kutsal bir veri telakki eden genel ve güçlü bir
kanaat vardır. Buna göre, Müslüman olmanın tek ve en sahih yolu Ehl-i Sünnetin
fıkhî ve itikadî sınırları içinde yer almaktır.
Her
fırkalaşma girişimi, esasında bir kendi içine kapanma ve entegrizm deneyimidir.
Çünkü fırkalaşmada, bir görüş etrafında birleşerek bir benlik bilinci oluşturan
insanların, kapalı bir teolojik/siyasal yapı içinde birbirlerine sıkıca
kenetlenerek, ötekileri dışlamaları ve hakikat dışı bir kategoriye
yerleştirmeleri söz konusudur.
Müslüman fırkaları, birer siyasal eğilim
olarak, siyaset prizmasının birer parçasını oluştururlar. Onlardan her biri
Müslüman siyasal zihin haritasının bir parçasına tekabül etmektedir. Farklı
siyasal eğilimlerin ve taleplerin kendini gösterdiği bir ortamda her ekol
belirli bir siyasal çözümün taşıyıcılığını yapmaktaydı.
Siyaseti bir mozaik olarak gören ve fırkalar
arasında işlevsel benzerliklere dikkati çeken düşünürler vardır. Örneğin;
'Mutezile, Haricîlerin ılımlısıdır', denildiği gibi, Ehl-i Sünnetin,
Mutezile’nin ılımlısı olduğu iddia edilmektedir. Benzer şekilde Mürcie’nin de
Ehl-i Sünnet’in ılımlısı olduğu söylenmektedir.
İşte İslam geleneğinde, ayrılma, bölünme ve
bilinçli bir şekilde içe kapanma anlamındaki fırkalaşma deneyimi ilk kez
Hariciler ile birlikte ortaya çıkmıştır. 656 yılında, III. Halife Hz. Osman’ın
isyancı Müslümanlar tarafından öldürülmesiyle birlikte siyasî ihtilaflar iyice
kızışmıştır. Bu olay, Müslüman toplumun ilk ciddi sarsılması olmuş beraberinde
dinî ihtilafları da getirmiştir.Her ne kadar Haricilerin bir grup olarak ortaya
çıkıp kendilerini göstermelerini tetikleyen olaylar, Hz. Ali döneminde
gerçekleşmiş ise de, Hz. Osman’ın öldürülmesi anılması gereken bir dönemeçtir.
Sonradan Harici hareketi içinde önemli roller oynayan bazı kimseler, Hz.
Osman’a karşı gelişen isyanda etkili olmuşlardır. Hurkûs bin Zuheyr es-Sa’dî
bunlardandır. Bu kişi Haricilerin liderlerindendi.
Hz. Osman’a karşı girişilen isyanda ortaya
çıkan sosyo-politik havanın, Harici düşüncesinin temelini oluşturduğu söylenebilir.
Tutuşturulan isyan ateşi Hz. Osman’dan sonra, Hz. Ali’yi de içine aldı. Ve Hz.
Ali de bir Harici tarafından öldürüldü. Osman ve Ali’ye karşı olan tepki,
Harici doktrinde bir ilke olarak yerini aldı. Osman ve Ali başta olmak üzere,
Cemel savaşına katılan Hz. Ayşe’yi her iki hakemi ve tahkime razı olan herkesi
kafir ilan ettiler.Evkuran’a göre aşırı idealize edilmiş bir iman tanımından
hareket etmeleri, sonradan uygulayacakları kapsamlı şiddete teorik bir temel
sağlıyordu. Bu nedenle imanla ilgili sorgulamaları doğal olarak onları, kafirin
kim olduğu sorusuna yöneltti. Vardıkları sonuçlar bir toplum için kabul
edilemeyecek kadar sertti. Geliştirdikleri tekfîr siyasetinde o denli ileri
gittiler ki, kendileri dışındaki tüm Müslümanları, kafir ve müşrik ilan
ettiler. Bu teolojik kabul yalnızca teorik bir kanaat olarak kalmadı elbet.
Haricîlerin
tekfir konusundaki aşırılıkları dengeleme ve bir hoşgörü ortamı oluşturma
kaygısı Mürciî düşünceyi de benzer bir aşırılığa sürüklemiştir. İman ile amel
arasında direk ve dolaylı bir ilişki kuran tekfir kuramına karşı ircâ fikri de
iman ile ameli birbirinden ayırmaya çalıştı. Mürcie, imanın olması halinde
hiçbir masiyetin ve günahın kişiye zarar veremeyeceğini iddia etti.İlk ve halis
Mürcie unvanını alan ve birinci anlamı kabul edenler, imanın yanında hiçbir
günahın kişiye zarar vermeyeceğini söylemekle, günahı hiçe saymışlardır. Bu
oldukça gevşek görüş tutunamamıştır. Ancak ikinci anlamdaki ircâ, iman ile
ameli derece bakımından ayırmıştır. Dinî emirleri yerine getirmemenin bir
insanı imandan çıkarmayacağını ancak onu sorumluluk altına sokacağını
söylemişlerdir. İşte bu son yaklaşım, Ehl-i Sünnetin benimsediği bir yol
olmuştur.
Ehl-i
Sünnet’in iktidarlarla herhangi bir sorunu olmadığı, sultanlar tarafından
tercih edildiği, çünkü itaati sağlama ve siyasî meşruiyet sunmadaki isteğinin
belirgin olduğu dile getirilir. Ancak burada kolayca atlanılan ve fakat oldukça
önemli olan bir konu vardır. Ehl-i Sünnet’in istikrar ideolojisi olarak
yapılanmasının, sadece iktidar eliyle gerçekleştirildiği varsayılmaktadır. Oysa
bu, Sünnî siyasetin yalnızca görünen ve aldatıcı yönüne bakılarak ileri sürülen
bir yargıdır. Ehl-i Sünnet büyük oranda bir sosyal sözleşmenin, genel bir
mutabakatın ürünüdür. Onun adında bile (Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat) bu
mutâbakatın izleri hissedilir. Yapılaşma sancıları çeken Müslüman toplum,
mutabakatı öncelikle siyasal düzeyde sağlamış ve sonra da onu dinsel bir forma
kavuşturmuştur. Zaman içinde büründüğü teolojik kisveye takılmaksızın, bu istikrar
teolojisinin başlangıcında sınırlı bir siyasal çözüm niteliğiyle ortaya çıktığı
görülmektedir.Ehl-i Sünnet, İslam düşünce tarihinde imamet konusu etrafında
başlayan tartışmalarda önce Hariciler sonra da Şia, Mutezile ve Mürcie ekolleri
söz söyleyip konumlarını belirlemelerinin ardından en son konuşan ve
düzenlemelerde bulunan ekoldür. Sünni kaynaklarda Ehl-i Sünnet için fırka
kelimesinin kullanılmayışının nedeni onun diğerleri gibi somut, net ve
sınırları keskin bir ekol olmayışındadır. Ayrıca fırka kelimesinin kültürel,
politik çağrışımı da göz önünde bulundurulduğunda, terimin bir negatiflik
izlenimi taşıdığı fark edilir. Fırka, merkezi yapıdan ve bünyeden ayrılan
birimler için kullanılmaktadır. Dolayısıyla terimin kullanılma biçimi, bir tür
düşünsel, siyasal ve teolojik merkez varsaymaktadır. Ehl-i Sünnet ise kendisini
doğal olarak merkez saymış ve kendini ana bünye olarak görmüştür.
Hadis
literatüründe geniş yer tutan sahabenin faziletleri konusu, sahabeye Peygambere
yakınlıktan ve İslam’a hizmetlerinden dolayı bazen de sadece sahabe
olmalarından dolayı tanınan kutsallık ve ayrıcalık temeli üzerinde kuruldu.
Sahabenin üstün oluşu, onları davranışlarından dolayı sorgulamanın bir Müslüman
için küstahlık olacağı, her birinin doğruyu gösteren birer yıldız olduğu
söylemi geleneksel Sünnî söylemin en hassas ve belirgin yanını oluşturdu. Bu
şekilde teşekkül eden sahabe karizması Sünnî düşüncenin, üzerinde konuşmaya ve
tartışmaya kapalı alanlarından biri haline gelmeye başladı. Ve bu durum bugün
bile bir ölçüde varlığını sürdürmekte, sahabeyi ancak hayırla anmak, Sünnî
Müslümanların popüler dinî hassasiyetleri olmaya devam etmektedir.
Mürcie’nin
ircâ teorisinde zımnen bulunan ve zamanla açığa çıkarak ilkeleşen, sahabenin
idealizasyonu konusu, zorunlu olarak Hz. Peygamber’in algılanması konusunda da
etkili oldu. Sahabe davranışlarından sorgulanamayacağına göre, Hz. Muhammed
zaten sorgulanamazdı. Gerçi siyasî ayrışmalar, Hz. Muhammed’in bir
davranışından ya da sözünden çıkmış değildi. Bu nedenle Hz. Muhammed’in bir
tutumunun sorgulanmaya açılmasının bir gereği ve anlamı da yoktu. Ancak sahabe
idealizasyonuyla birlikte, yanlış olarak yüceltilmiş bir sünnet anlayışı gelişmiştir.
Ümmetin
bir arada tutulması teolojik ve siyasal gerekçelerden bağımsız düşünülemeyecek
bir olgudur. En azından Sünnî gelenek açısından bakıldığında topluluğun siyasal
olarak inşâ edilmesi ve birlikteliğin sürekli kılınmasının hadisler yoluyla
sağlandığı rahatlıkla görülebilir Ehl-i Sünnet teriminin ilk dönem
eserlerindeki kullanımının daha özel bir anlamı anlattığını belirtmektedirdir.
Bu yaklaşıma göre, İbn Sirîn ya da İbn Abbas arasında terimi ilk kullanan olma
konusunda bir tercihte bulunmanın anlamı ve gereği yoktur. Zira her ikisi de
Ehl-i Sünnet’i aynı anlamda kullanmışlar ve bir ekol olarak Ehl-i Sünnet
mezhebinden söz etmemişlerdir. Bu onlar açısından tarihi ve kronolojik olarak
mümkün değildi. Çünkü o dönemde, Ehl-i Sünnet ekol olarak teşekkül etmiş bile
değildi.
Müslüman
kitle içinde, ilk kez Haricîlerle başlayan siyasî ve teolojik ayrışmaları Şiî,
Rafızî, Kaderî ayrışmaları izledi. Zamanla bu ayrışmalar geride kalan
çoğunluğun tanımsız ve kimliksiz kalması gibi fiili bir durum oluşturdu. Her
fırka/ekol kendini bir nitelikle ve net bir ayrımla tanımlıyordu. Ancak
sonradan Ehl-i Sünnet olarak nitelenecek olan büyük çoğunluğun kesin ve net
ayrıcı özelliği henüz yoktu. Nitekim tanınmış sünnî hukukçu Malik'e (179/795)
Ehl-i Sünnet’i soran bir kişiye onun cevabı şu olmuştur: “Onlar öyle
kimselerdir ki, onları tanımlayan Cehmî, Rafızî, Kaderî gibi belirgin bir
ünvanları ve lakapları yoktur.”
Ehl-i
Sünnet siyaset geleneği boyunca vurgulanan ve sürekli altı çizilen değerlerin;
uyum, itaat ve siyasal edilgenlik olduğu göze çarpmaktadır.
Abdullah
bin Ömer (ö.74/693), İbrahim en-Nehaî (ö.96/174), Şa'bî (ö.104/722), Hasan
el-Basrî (ö.110/728) gibi düşünürler fikir ve yaklaşımlarıyla Sünnîliğe öncülük
etmişlerdir. Onların söylemlerinde ve tutumlarında yer alan en belirgin ortak
unsur, fırkalaşmaya karşı Müslümanları cemaate bağlı kalmaya, selefin yoluna
sarılmaya ve itidale, iktidara karşı haksız olsa bile silahlı bir mücadeleye
kalkışmaktan kaçınmaya çağırmaktı. Örneğin Hasan el-Basrî'nin şu sözleri, Ehli
Sünnet'in genel karakteristiğini yansıtması açısından tipik bir nitelik
taşımaktadır: ''Sizin yolunuz ifrat ile tefrit arasındadır, bu yolda
sabredin.''
Sünnî
düşünce geleneği boyunca adları sembolleşmiş üç düşünür Şafiî, Eşarî ve
Gazalî'dir. Şafiî, fıkıh ve şeriat; Eşarî, itikat/kelam; Gazalî ise felsefe ve
tasavvuf alanlarında etkili olmuşlardır. Bunlar arasında Şafiî'nin rolü daha
büyük olmuştur. Çünkü o, kurucu bir işlev görmüş ve Eşarîliği temele
yerleştirmiştir. Gazalî'nin etkisi bu paradigmayı birbirinden farklı alanlara
uyarlamak ve onu yaygınlaştırmak olmuştur. İslam geleneği içinde bu kampanyanın
etkileri oldukça derinlere nüfuz etmiştir. Sonuçta Eşarî teolojisi, Müslümanlar
arasında dinlerinin entelektüel bir ifadesi olarak genel kabul görmüştür. Bu
yüzden, Müslüman geleneksel anlayışının iç yapısını ve güç kaynağını anlamak
için Eşarî ekolüne bakmak zorunludur.
235-333/850-945
yılları arasında kalan dönemi, Sünnîliğin zaferi olarak tanımlayanlar
bulunmaktadır. Anılan dönem Abbasîlerin II. dönemidir. Bu dönemin en belirgin
özelliği, Müslüman toplulukların yaşadığı topraklar üzerinde yarı bağımsız ya
da özerk devletlerin ortaya çıkmış olmasıdır. Birbirini izleyen aşamalarda
iyice güçlenen Sünnî çehre, bu süreç içerisinde iyice netleşmiş ve belirgin bir
görüntüye ulaşmıştır.Daha önceden de var olan ancak Müslüman toplum içinde sivil
ya da yarı resmî noktalar arasında gidip gelen Sünnî bilinç bu dönemde tam
resmî bir niteliğe kavuşmuş oldu. Sünnîliği destekleyen ve besleyen toplumsal
güçler hilafet yapısı içinde örgütlendiler. Siyasal düzeyde Sünnîlik resmî
ideoloji olarak kodlanırken diğer yanda da Sünnîlik sistematik ve kurulu bir
mezhep olarak iyice etkinlik kazandı. Bu etkinlik kazanma sürecinde Kelam’ın
benzersiz bir rolü olmuştur. Tarihsel süreç boyunca Ehl-i Sünnet ekolünün
oluşup kristalize olmasında Kelamî ve itikâdî boyutunun yanında diğer önemli
bir zemin daha vardır: Fıkıh. Gerçekten de fıkıh, Ehl-i Sünnet ekolünün
zihniyet yapısının şekillenmesinde oldukça önemli roller üstlenmiş bir alandır.
Fukahâ’nın, sünnîliğe nihai kimliğini veren kesim olduğunu söylemek herhalde
abartılı olmayacaktır. Bu aşamada fukahânın en büyük yardımcısı ve mesaî
arkadaşının hadisçiler olduğu görülmektedir
Ehl-i
Sünnet ekolünün kimlik yapısını ve zihin haritasını ç ıkarmaya yöneldiğimizde,
her şeyden önce öncüllerimizi ortaya koymak durumundayız. Çoğu zaman bakış
açısı, sorular cevaplamak yerine kendisi sorun olabilmektedir. Örneğin Ehl-i
Sünnet’in anlaşılması konusunda, geleneksel sünnî bir alim/düşünür için ortada
ciddi bir problem bulunmamaktadır. Çünkü ona göre sünnîlik tarihsel, sosyo-politik
ya da kültürel bir nesne/oluşum değildir. Aksine o bizzat İslam’dır. O her
zaman var olmuştur. İlk başından beri vardı ve öylece süregelmiştir. İbn
Teymiye’nin Ehl-i Sünnet algısı, sözü edilen dogmatik bakış açısını net olarak
örneklemektedir: “Ehlu's-Sünnet; Allah, Ebu Hanife, Mâlik ve Şâfiî’yi
yaratmadan önce de bilinen bir mezheptir. Buna muhalefet edenler mübtedi'
(bid’atçı, sapık) sayılırlar.”Sadece Sünnî düşünürlere değil tüm Müslüman
kitleye egemen olan bu bakış açısı, esasen ortak bir zihinsel algıdır.
Müslümanlar, doğdukları anda Sünnî ya da Şiî olarak dünyaya geldiklerini
düşünmekte ve mezheplerinin inançlarını ve değerlerini bizzat Allah’tan gelen
vahiy statüsünde ya da ona yakın değerde algılamaktadırlar. Dolayısıyla bu klasik
dogmatik bakış açısının, Ehl-i Sünnet’i bir değerlendirme ve bilimsel araştırma
konusu yapmaya istekli olması zor görünmektedir. Sorunu, bir inanç sorunu
olarak algılayan bu bakış açısı, bilimsel bir araştırmanın hareket noktası
olarak alınamaz.
İmamet,
Ehl-i Sünnet Kelamcıları tarafından ictihadî bir mesele olarak
değerlendirilmiştir. Bununla anlatılmak istenen; imamet konusunun inancın özüne
ait itikadî bir sorun değil de, basit anlamda çözümlenmek üzere ümmete
bırakılmış bir görev olduğudur. Klasik kelamın diliyle bu, imametin usûlun
değil furûun içine girdiği şeklinde ifade edilir.İmameti, bir itikadî/kelamî mesele değil de ictihadî/fıkhî
bir mesele şeklinde değerlendiren ve onu dinin usûlunden değil furûundan sayan
diğer mezheplere karşıt olarak Şia, imamete bir akait konusu olarak el
atmıştır. Şia'nın bu tutumuna paralel olarak ta Ehl-i Sünnet düşünürleri imamet
sorununu, Şia ile aynı düzeyde ele almışlardır. Şia'nın iddialarına karşı Sünnî
görüşü kelam alanında savunmuşlardır.
İslam
siyasî düşünce geleneğinde yerleşen ilk yönetim anlayışlarının doğruluklarının
tespit edilmesinde, Hz.Muhammed'in algılanma biçiminin belirleyici bir etkisi
bulunmaktadır. Bu nedenle, Hz.Muhammed'in kişiliğinin ve eylemlerinin, ekoller
ve eğilimler tarafından ne şekilde değerlendirildiği konusu, derinden ve etkin
olarak Müslümanların zihninde belirli bir iktidar vizyonu oluşturmuştur. Hz.
Peygamberin, tasarruflarında ictihadda
bulunduğu görüşü, Ehl-i Sünnetin demokratik yaklaşımı ile Şia'nın teokratik
yaklaşımının temel bir ayırıcı ölçüsü sayılabilir. Şia, Hz. Muhammed'in tüm
davranışlarının ilahî olduğunu ileri sürerken, genel anlamda Ehli Sünnet
Kelamcıları onun, vahiy dışındaki karar ve davranışlarında kendi rey ve
içtihadına göre hareket ettiğini savunmaktadır
Şia'nın
yaklaşımı açısından imamet, Hz. Muhammed'in dinsel kişiliğiyle derinden ilgilidir. Oysa Ehl-i
Sünnet'in anlayışına göre imamet, nübüvvetten farklı bir makamdır. Sünnî
kelamcılar ve usûlcüler, nübüvvetle imametin farkını ortaya koymaya
çalışmışlardır. Şia, imamet içinde kendini devam ettiren nübüvvet öğesinin
altını çizerken,buna karşılık Ehli Sünnet, Hz. Muhammed'in ölümüyle birlikte
nübüvvetin uğradığı kesintiye dikkat çekmiştir. Maverdî'nin imamet tanımında da
fark edileceği gibi Ehli Sünnet, imamet ile nübüvvet arasında bir işlevsel
ilişki kurmaya çalışmıştır.Ehl-i Sünnetle Şia arasındaki bu metodik tartışmanın
kökenleri siyasî olup yine siyasî sonuçlara varmaktadır.Tek olan, diri olan,güç
sahibi olan ve insanlara hükmeden Allah anlatımının Kur'an'daki vurgusu,
Müslüman dünyasındaki siyasal iktidarlara güçlü bir teolojik meşruiyet
sunmuştur.
İktidarın,
dinden yararlanması, dinden destek elde etmesi, bir yönüyle bilgiyi üreten ve
yorumlayan düşünürlerin aracılığıyla mümkün olur. Bu da bilgiyi üreten,
yorumlayan ve aktaran bir entelektüel sınıfın varlığını akla getirir.
Ortaçağlar boyunca İslam dünyasında bilgiyi üreten somut ve örgütlü bir kurum
olmamıştır. İslam dünyasını, Hıristiyan ve Yahudi dinsel tecrübelerinden ayıran
en temel özelliği de işte budur. İslam’da bilgiyi ve hakikati tekeline almış
addedilen bir resmî kurum bulunmamaktadır. Belki daha çok ekollerden, ilim
merkezlerinden ve akımlardan söz edilebilir. Müslüman kültürün kendine özgü bu
durumu, geleneğin gücünü gündeme getirir. Müslüman doğuda bizzat gelenek bir
güç ve otoritedir. Geleneğin şekillenmesinde rol oynayan bazı ekoller ve sembol
düşünürler vardır. Bu gerçek, gerek dinin anlaşılma biçiminde ve gerekse
din-siyaset ilişkisinin yorumlanmasında kelamcının kurucu rolüne işaret
etmektedir. Zira kelamcı, bir inanç sistemi kuran ve bu işinde, realiteyi de
hesaba katan kişidir. Bu bakımdan İslam düşünce tarihinde, Kelamî düşünceyi ve
Kelamcıyı izlemek, bize genel paradigmanın da sürecini vermektedir.
Teolojiler,
dinin sistematize edilip belirli bir doktriner kalıba dökülmesinde ve insan ile
Tanrı arasındaki ilişkinin okunmasında rol oynayan temel kurucu unsurlardır.
Ehl-i Sünnet Kelam sistemi büyük oranda Eşarî yorumuna dayandığı gibi kültürel
düzeyde de Sünnî halk kitlelerine egemen olan Allah tasavvuru Eşarî yorumuna dayanmaktadır. İnsanın
fiilleri ve özgürlüğü konusunda Eşarî söylem,katı bir teosentrizmi
yüceltmektedir. İnsanın fiilleri konusunu ontolojik düzeyde ve Allah açısından
ele alan Eşarî bakış açısı, ilahî zâtı yüceltme adına, insanın ontolojisini
çarpıttığı görülmektedir. Eşarî
yaklaşımında vurgulanan asıl tema, Allah’ın gücünün, ilminin, iradesinin ve
yaratmasının sınırsız oluşudur. Eşarî, ‘Allah’tan başka hâlik (yaratıcı)
yoktur’ ifadesini ‘Allah’tan başka fâil yoktur’ cümlesiyle birlikte eş anlamlı
olarak okumaktadır. Ona göre ‘hâlik’ ve ‘fâil’ sözcükleri eş anlamlıdırlar.Eşarî
elbette açıkça dogmatik bir cebrî görüş öne sürmüş değildir. Kelam tarihinde
ilk defa kendisinin ortaya attığı ‘kesb’ teorisi aslında bir açıdan insanın
fiillerinden sorumlu olduğunu göstermeye yönelikti. Ancak onun izlediği kelam
mantığı ve ulaştığı sonuçlar, insan algısının, ilahî kudret karşısında
alabildiğine sınırlandırıldığı bir anlayışı örnekler. Sünnî halklar üzerinde
etkili olan diğer Eşarî kelamcılar da, insanı sürekli Allah’ın kudreti ve
ilmiyle kıyaslayan ve onu ontolojik bir gerilim altında ezen, teosentrik kelam
anlayışını sürdürmüşlerdir. Sünnî halk kitleleri nezdinde pratik düzeyde etkin
olan anlayış Eşarîlik olmuştur. Denebilir ki, Eşarîlik Sünnî halkların genel
popüler teolojisidirİslam düşüncesinin tarihi seyrinde Eşarî yorumunun en etkin
olduğu alan Allah ile insan arasında kurulan teosentrik ilişki alanıdır. Bu
ilişki, adalet ve sevgi yerine salt güç ve kudret üzerine kurulmuştur. Diğer
yandan Eşarî, Allah’ı her türlü değer ve konumun üzerine yerleştirmiş ve
ortaya, insana nasıl davranacağı konusunda hiçbir taahhüde bağlı kalmak zorunda
olmayan, dilediğini dilediği gibi yapan
bir Allah tasavvuru çıkmıştır.
Ehl-i
Sünnet düşünce sistemi dolaylı ve dolaysız olarak, siyasal iktidarlara
meşruiyet suna gelmiştir. Bunları kabaca üç başlık altında değerlendirilebilir:
-Dinin İdeolojik İşlevi,
-Dinin Korunması Misyonu,
-Kader Doktrini.
Dinin
korunması teması, dinin siyasetin hizmetinde olduğu iddiasıyla da kendini açığa
vurmaktadır. Dini selefin anladığı şekliyle korumak, beraberinde iktidarların
ihtiyaç duyduğu muhafazakârlık davranışını getirmektedir. Buna karşılık yeni ya
da farklı görüşleri öne süren akımlar rahatlıkla, bid’atçı nitelemesine hak
kazanmışlardır. Bu durum, iktidarlara, muhaliflerini tasfiye etmede son derece
etkili ve kullanışlı bir yöntem sağlamıştır. Şu halde, imamın görevleri
arasında anılan ‘dinin korunması’ ilkesi, tarih boyunca hükümdarların siyasal
iktidarlarına meşruluk kazandıran en önemli unsurlardan biridir.
İcmâ,
siyasal arzuların, ideolojik zorlamaların, toplumsal ve kültürel çatışmaların
yaşandığı bir süreç çerçevesinde gelişmiştir. Toplumu bir arada tutacak
siyasal, dinsel ve kültürel nitelikli bir ortak bilinç oluşturmada icmânın
oynadığı rol eşsizdir. Aslında tarihte ortaya çıkmış tüm Müslüman ekollerin,
kendilerine özgü bir bilinç oluşturmak için, icmânın inşa edici, birleştirici
anlamlandırıcı ve ebedîleştirici işlevinden yararlandıkları bir gerçektir.
Ancak icmânın ekollere göre değişen bir biçimi vardır. Örneğin Ehl-i Sünnet’in,
icmâ yöntemine karşı eleştiriler getiren Şiî düşünürler, yine de icmânın
işlevine denk kurumlar oluşturmuşlardır. Ehl-i Sünnet geleneği açısından,
icmânın taşıdığı işlevsellik oldukça belirgindir. Dinsel/siyasal bir merkezîlik
oluşturmada, Ortodoks bir bilinç oluşturmada ve onu devam ettirmede, ahlakî ve
hukukî bir sistem kurmada Sünnî düşünürler, icmânın teolojik ve kültürel
gücünden yararlanmışlardır. Dünya, insan, Allah, tarih ve sosyal ilişkiler
üzerinde kesinlikler ve normlar oluşturulmuş ve bu kuşaklar boyunca devam ede
gelen bir kolektif bilinç ortaya çıkarmıştır.
İslam
düşünce geleneğinde, Sünnî siyasal tutumu ortaya çıkarmakla kalmayan ona
işlevsellik kazandıran ve besleyen iki önemli kırılma noktası saptanabilir.
Bunlardan birincisi, İslam’ın ilk dönemlerinde ortaya çıkan, Haricî tekfir
ideolojisi karşısında oluşan tepkilerle bütünleşen Mürcie, bu ilk aşamasında
bir genel eğilim olarak sağduyunun sesi olmuştur. İkincisi ise Abbasî
iktidarının son dönemlerinde ortaya çıkan parçalanmışlık ve dağılma
tehlikesinin yarattığı gerilimli dönemdir. Ehl-i Sünnet ilkinde, topluluğun
birliğine yani cemâat olgusuna yaptığı vurguyla sorunu aşmıştır. İkincisinde
ise, sultan/imama itaatı vurgulamakla, fiilî durumun ihtiyaç duyduğu teolojik
açıklamayı ona sunmuştur.
Çalışmada
Ehli sünnet geleneğinin siyasi yapısı ve sorunları klasik sünni zihniyetin
dışına çıkarak eleştirel olarak teolojik, siyasal, sosyolojik bakış açılarından
faydalanılarak ortaya konmuştur. Çalışmada Ehli Sünnet'in sadece bir itikadi ya
da fıkhi bir yapıdan ibaret olmadığı aksine daha derinlerde var olan bir
paradigma ve değerler sistemi niteliği taşıdığı ifade ediliyor.
Evkuran,
Ehli sünnet düşüncesi nin merkezileştirici ve sakinleştirici bir tarih bilinci
taşıdığını fakat günümüzde siyasal merkezilik tanımının büyük oranda din dışı
bir içeriğe sahip olduğunda Sünnilik açısından bir krizin varlığına dikkat
çekiyor. Çalışmada Sünni söylemin dinsel bir yapı olarak kitleler tarafından
içselleştirilirken eş zamanlı olarakta onun taşıdığı siyasal değerler ve
davranış kalıplarının kültürel miras yolu ile bir model olarak içselleştirildiği
belirtiliyor. Yazar, Ehli Sünneti geldiğimiz noktada hala Müslüman toplumların
büyük çoğunluğunun dinsel, kültürel ve pratik tercihlerinin ve bakış açılarının
adı olarak tanımlamaktadır.Ehli sünnet zihniyet yapısına egemen olan selefi bakışın
iktidarların hoşlandığı teslimiyetçi, itaat eden, siyasetten korkan apolitik bir zihniyetle örtüştüğünü ifade ediyor.
Yazar Sünni toplumların yapısal devamlılığını sağlayan etkenin tarih boyunca bu
toplumsal- kültürel yapı içinde yaşayan kitlelerin zihninde yer etmiş olan ve simgelerden oluşan
dağarcık olduğunui Sünni teolojik ve siyasal hafızasının da bu dağarcık
aracılığı ile varlığını koruduğunu ve sürdürdüğünü ifade ediyor.Ehli sünnet
düşüncesi tarihsel süreçte önüne çıkan problemlerin topluluğun birliğine yani
cemaat olgusuna yaptığı vurguyla ve sultan/imama itaatı vurgulayarak fiili
durumdun ihtiyaç duyduğu teolojik açıklamayı sunarak baş edebildiğini öne
sürüyor.
Yorumlar
Yorum Gönder