Ana içeriğe atla

MEHMET EVKURAN’IN SÜNNİ PARADİGMAYI ANLAMAK ADLI ESERİNDEN

    
(Mehmet Evkuran,Sünni Paradigmayı Anlamak, Ankara Okulu Yayınları,2015,3.Baskı)

Evkuran, Sünni paradigmayı anlamak adlı çalışmasında Ehli sünnetin siyaset düşüncesinin yapısı ve sorunlarını konu edinmektedir. Bu yazıda daha çok kitaptan alıntılara yer verilecektir. Eser, son yüz elli iki yüz yıl içinde geri kalışımız bağlamında yapılan tartışmaların merkezinde yer alan Sünni düşünceyi konu edinmektedir. Daha önceki yapılan çalışmalarda geleneksel din anlayışı, geleneksel dini düşünce şeklinde eleştirilerin hedefinde olduysa da bu çalışmada zihniyet ve dünya görüşü oluşturucu yanıyla Sünni gelenek, Türkiye’de bir bütün olarak ilk defa derli toplu, eleştirel olarak bir çalışmaya konu edilmiştir.
Yazara göre kendini bir hakikat ve dinin en doğru yorumu olarak temellendiren Ehl-i Sünnet söylemi, varlığını tehdit ettiğini düşündüğü yaklaşımlara karşı koyduğu gibi, onu bilimsel/ideolojik bir okumanın nesnesi/konusu yapan yaklaşımlara karşı da kendini savunmaktadır. Bu, günümüzdeki araştırmacıları baskı altında tutan manevî, dinsel ortamın da gerçek nedenidir. Şu halde Ehl-i Sünnet ekolünü ele almanın kuramsal boyutunun yanında kurumsal/pratik bir boyutu da bulunmaktadır. Anılan bu ikinci boyut yüksek fikirlerin ve söylemin değil, pratik çıkarların ve kavgaların alanıdır.
Eserde ilk öne Ehli sünnet düşüncesi ve onun siyaset anlayışı konusunda çalışma yapmanın metodolojik güçlüklerine değiniliyor. Sünniliğin sadece bir inanç, düşünce sorunu olmadığını aynı zamanda bir zihniyet ve paradigma sorunu olduğu bu noktada sünniliğin bir kimlik, inanç ve yaşam biçimi olarak bilimin konusu yapmanın bazı dirençlerle karşılaştığını öne sürülüyor.
Ehl-i Sünnet siyaset düşüncesinin temelinde bir bilgi anlayışı yatmaktadır: Tarihsel süreç boyunca Ehl-i Sünnet’in bünyesinde, farklı bilgi anlayışlarını içeren zihniyet yapılarının bulunduğu bilinmektedir. Eş’arî ve Maturidî Kelam anlayışları en belirgin iki örnektir.
Yazara göre Ehl-i Sünnet siyaset düşüncesini, bir bilgi türü ve bir bilme biçimi ve zihniyet yapısı olarak tespit etmek, onu inceleme konusu yapmanın ilk şartıdır. O, tarihsel, toplumsal, siyasal süreçlerin bir ürünü olarak ortaya çıktı. Müslüman toplumların deneyimlerinin bir ürünü ve bir yorumu olan Sünnîlik, günümüzde de değişim geçirmektedir. Ancak şu açık bir gerçektir ki Sünnîliği bir olgu değil de ontolojik/kutsal bir veri telakki eden genel ve güçlü bir kanaat vardır. Buna göre, Müslüman olmanın tek ve en sahih yolu Ehl-i Sünnetin fıkhî ve itikadî sınırları içinde yer almaktır.
Her fırkalaşma girişimi, esasında bir kendi içine kapanma ve entegrizm deneyimidir. Çünkü fırkalaşmada, bir görüş etrafında birleşerek bir benlik bilinci oluşturan insanların, kapalı bir teolojik/siyasal yapı içinde birbirlerine sıkıca kenetlenerek, ötekileri dışlamaları ve hakikat dışı bir kategoriye yerleştirmeleri söz konusudur.
 Müslüman fırkaları, birer siyasal eğilim olarak, siyaset prizmasının birer parçasını oluştururlar. Onlardan her biri Müslüman siyasal zihin haritasının bir parçasına tekabül etmektedir. Farklı siyasal eğilimlerin ve taleplerin kendini gösterdiği bir ortamda her ekol belirli bir siyasal çözümün taşıyıcılığını yapmaktaydı.
 Siyaseti bir mozaik olarak gören ve fırkalar arasında işlevsel benzerliklere dikkati çeken düşünürler vardır. Örneğin; 'Mutezile, Haricîlerin ılımlısıdır', denildiği gibi, Ehl-i Sünnetin, Mutezile’nin ılımlısı olduğu iddia edilmektedir. Benzer şekilde Mürcie’nin de Ehl-i Sünnet’in ılımlısı olduğu söylenmektedir.
 İşte İslam geleneğinde, ayrılma, bölünme ve bilinçli bir şekilde içe kapanma anlamındaki fırkalaşma deneyimi ilk kez Hariciler ile birlikte ortaya çıkmıştır. 656 yılında, III. Halife Hz. Osman’ın isyancı Müslümanlar tarafından öldürülmesiyle birlikte siyasî ihtilaflar iyice kızışmıştır. Bu olay, Müslüman toplumun ilk ciddi sarsılması olmuş beraberinde dinî ihtilafları da getirmiştir.Her ne kadar Haricilerin bir grup olarak ortaya çıkıp kendilerini göstermelerini tetikleyen olaylar, Hz. Ali döneminde gerçekleşmiş ise de, Hz. Osman’ın öldürülmesi anılması gereken bir dönemeçtir. Sonradan Harici hareketi içinde önemli roller oynayan bazı kimseler, Hz. Osman’a karşı gelişen isyanda etkili olmuşlardır. Hurkûs bin Zuheyr es-Sa’dî bunlardandır. Bu kişi Haricilerin liderlerindendi.
 Hz. Osman’a karşı girişilen isyanda ortaya çıkan sosyo-politik havanın, Harici düşüncesinin temelini oluşturduğu söylenebilir. Tutuşturulan isyan ateşi Hz. Osman’dan sonra, Hz. Ali’yi de içine aldı. Ve Hz. Ali de bir Harici tarafından öldürüldü. Osman ve Ali’ye karşı olan tepki, Harici doktrinde bir ilke olarak yerini aldı. Osman ve Ali başta olmak üzere, Cemel savaşına katılan Hz. Ayşe’yi her iki hakemi ve tahkime razı olan herkesi kafir ilan ettiler.Evkuran’a göre aşırı idealize edilmiş bir iman tanımından hareket etmeleri, sonradan uygulayacakları kapsamlı şiddete teorik bir temel sağlıyordu. Bu nedenle imanla ilgili sorgulamaları doğal olarak onları, kafirin kim olduğu sorusuna yöneltti. Vardıkları sonuçlar bir toplum için kabul edilemeyecek kadar sertti. Geliştirdikleri tekfîr siyasetinde o denli ileri gittiler ki, kendileri dışındaki tüm Müslümanları, kafir ve müşrik ilan ettiler. Bu teolojik kabul yalnızca teorik bir kanaat olarak kalmadı elbet.
Haricîlerin tekfir konusundaki aşırılıkları dengeleme ve bir hoşgörü ortamı oluşturma kaygısı Mürciî düşünceyi de benzer bir aşırılığa sürüklemiştir. İman ile amel arasında direk ve dolaylı bir ilişki kuran tekfir kuramına karşı ircâ fikri de iman ile ameli birbirinden ayırmaya çalıştı. Mürcie, imanın olması halinde hiçbir masiyetin ve günahın kişiye zarar veremeyeceğini iddia etti.İlk ve halis Mürcie unvanını alan ve birinci anlamı kabul edenler, imanın yanında hiçbir günahın kişiye zarar vermeyeceğini söylemekle, günahı hiçe saymışlardır. Bu oldukça gevşek görüş tutunamamıştır. Ancak ikinci anlamdaki ircâ, iman ile ameli derece bakımından ayırmıştır. Dinî emirleri yerine getirmemenin bir insanı imandan çıkarmayacağını ancak onu sorumluluk altına sokacağını söylemişlerdir. İşte bu son yaklaşım, Ehl-i Sünnetin benimsediği bir yol olmuştur.
Ehl-i Sünnet’in iktidarlarla herhangi bir sorunu olmadığı, sultanlar tarafından tercih edildiği, çünkü itaati sağlama ve siyasî meşruiyet sunmadaki isteğinin belirgin olduğu dile getirilir. Ancak burada kolayca atlanılan ve fakat oldukça önemli olan bir konu vardır. Ehl-i Sünnet’in istikrar ideolojisi olarak yapılanmasının, sadece iktidar eliyle gerçekleştirildiği varsayılmaktadır. Oysa bu, Sünnî siyasetin yalnızca görünen ve aldatıcı yönüne bakılarak ileri sürülen bir yargıdır. Ehl-i Sünnet büyük oranda bir sosyal sözleşmenin, genel bir mutabakatın ürünüdür. Onun adında bile (Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat) bu mutâbakatın izleri hissedilir. Yapılaşma sancıları çeken Müslüman toplum, mutabakatı öncelikle siyasal düzeyde sağlamış ve sonra da onu dinsel bir forma kavuşturmuştur. Zaman içinde büründüğü teolojik kisveye takılmaksızın, bu istikrar teolojisinin başlangıcında sınırlı bir siyasal çözüm niteliğiyle ortaya çıktığı görülmektedir.Ehl-i Sünnet, İslam düşünce tarihinde imamet konusu etrafında başlayan tartışmalarda önce Hariciler sonra da Şia, Mutezile ve Mürcie ekolleri söz söyleyip konumlarını belirlemelerinin ardından en son konuşan ve düzenlemelerde bulunan ekoldür. Sünni kaynaklarda Ehl-i Sünnet için fırka kelimesinin kullanılmayışının nedeni onun diğerleri gibi somut, net ve sınırları keskin bir ekol olmayışındadır. Ayrıca fırka kelimesinin kültürel, politik çağrışımı da göz önünde bulundurulduğunda, terimin bir negatiflik izlenimi taşıdığı fark edilir. Fırka, merkezi yapıdan ve bünyeden ayrılan birimler için kullanılmaktadır. Dolayısıyla terimin kullanılma biçimi, bir tür düşünsel, siyasal ve teolojik merkez varsaymaktadır. Ehl-i Sünnet ise kendisini doğal olarak merkez saymış ve kendini ana bünye olarak görmüştür.
Hadis literatüründe geniş yer tutan sahabenin faziletleri konusu, sahabeye Peygambere yakınlıktan ve İslam’a hizmetlerinden dolayı bazen de sadece sahabe olmalarından dolayı tanınan kutsallık ve ayrıcalık temeli üzerinde kuruldu. Sahabenin üstün oluşu, onları davranışlarından dolayı sorgulamanın bir Müslüman için küstahlık olacağı, her birinin doğruyu gösteren birer yıldız olduğu söylemi geleneksel Sünnî söylemin en hassas ve belirgin yanını oluşturdu. Bu şekilde teşekkül eden sahabe karizması Sünnî düşüncenin, üzerinde konuşmaya ve tartışmaya kapalı alanlarından biri haline gelmeye başladı. Ve bu durum bugün bile bir ölçüde varlığını sürdürmekte, sahabeyi ancak hayırla anmak, Sünnî Müslümanların popüler dinî hassasiyetleri olmaya devam etmektedir.
Mürcie’nin ircâ teorisinde zımnen bulunan ve zamanla açığa çıkarak ilkeleşen, sahabenin idealizasyonu konusu, zorunlu olarak Hz. Peygamber’in algılanması konusunda da etkili oldu. Sahabe davranışlarından sorgulanamayacağına göre, Hz. Muhammed zaten sorgulanamazdı. Gerçi siyasî ayrışmalar, Hz. Muhammed’in bir davranışından ya da sözünden çıkmış değildi. Bu nedenle Hz. Muhammed’in bir tutumunun sorgulanmaya açılmasının bir gereği ve anlamı da yoktu. Ancak sahabe idealizasyonuyla birlikte, yanlış olarak yüceltilmiş bir sünnet anlayışı gelişmiştir.
Ümmetin bir arada tutulması teolojik ve siyasal gerekçelerden bağımsız düşünülemeyecek bir olgudur. En azından Sünnî gelenek açısından bakıldığında topluluğun siyasal olarak inşâ edilmesi ve birlikteliğin sürekli kılınmasının hadisler yoluyla sağlandığı rahatlıkla görülebilir Ehl-i Sünnet teriminin ilk dönem eserlerindeki kullanımının daha özel bir anlamı anlattığını belirtmektedirdir. Bu yaklaşıma göre, İbn Sirîn ya da İbn Abbas arasında terimi ilk kullanan olma konusunda bir tercihte bulunmanın anlamı ve gereği yoktur. Zira her ikisi de Ehl-i Sünnet’i aynı anlamda kullanmışlar ve bir ekol olarak Ehl-i Sünnet mezhebinden söz etmemişlerdir. Bu onlar açısından tarihi ve kronolojik olarak mümkün değildi. Çünkü o dönemde, Ehl-i Sünnet ekol olarak teşekkül etmiş bile değildi.
Müslüman kitle içinde, ilk kez Haricîlerle başlayan siyasî ve teolojik ayrışmaları Şiî, Rafızî, Kaderî ayrışmaları izledi. Zamanla bu ayrışmalar geride kalan çoğunluğun tanımsız ve kimliksiz kalması gibi fiili bir durum oluşturdu. Her fırka/ekol kendini bir nitelikle ve net bir ayrımla tanımlıyordu. Ancak sonradan Ehl-i Sünnet olarak nitelenecek olan büyük çoğunluğun kesin ve net ayrıcı özelliği henüz yoktu. Nitekim tanınmış sünnî hukukçu Malik'e (179/795) Ehl-i Sünnet’i soran bir kişiye onun cevabı şu olmuştur: “Onlar öyle kimselerdir ki, onları tanımlayan Cehmî, Rafızî, Kaderî gibi belirgin bir ünvanları ve lakapları yoktur.”
Ehl-i Sünnet siyaset geleneği boyunca vurgulanan ve sürekli altı çizilen değerlerin; uyum, itaat ve siyasal edilgenlik olduğu göze çarpmaktadır.
Abdullah bin Ömer (ö.74/693), İbrahim en-Nehaî (ö.96/174), Şa'bî (ö.104/722), Hasan el-Basrî (ö.110/728) gibi düşünürler fikir ve yaklaşımlarıyla Sünnîliğe öncülük etmişlerdir. Onların söylemlerinde ve tutumlarında yer alan en belirgin ortak unsur, fırkalaşmaya karşı Müslümanları cemaate bağlı kalmaya, selefin yoluna sarılmaya ve itidale, iktidara karşı haksız olsa bile silahlı bir mücadeleye kalkışmaktan kaçınmaya çağırmaktı. Örneğin Hasan el-Basrî'nin şu sözleri, Ehli Sünnet'in genel karakteristiğini yansıtması açısından tipik bir nitelik taşımaktadır: ''Sizin yolunuz ifrat ile tefrit arasındadır, bu yolda sabredin.''
Sünnî düşünce geleneği boyunca adları sembolleşmiş üç düşünür Şafiî, Eşarî ve Gazalî'dir. Şafiî, fıkıh ve şeriat; Eşarî, itikat/kelam; Gazalî ise felsefe ve tasavvuf alanlarında etkili olmuşlardır. Bunlar arasında Şafiî'nin rolü daha büyük olmuştur. Çünkü o, kurucu bir işlev görmüş ve Eşarîliği temele yerleştirmiştir. Gazalî'nin etkisi bu paradigmayı birbirinden farklı alanlara uyarlamak ve onu yaygınlaştırmak olmuştur. İslam geleneği içinde bu kampanyanın etkileri oldukça derinlere nüfuz etmiştir. Sonuçta Eşarî teolojisi, Müslümanlar arasında dinlerinin entelektüel bir ifadesi olarak genel kabul görmüştür. Bu yüzden, Müslüman geleneksel anlayışının iç yapısını ve güç kaynağını anlamak için Eşarî ekolüne bakmak zorunludur.
235-333/850-945 yılları arasında kalan dönemi, Sünnîliğin zaferi olarak tanımlayanlar bulunmaktadır. Anılan dönem Abbasîlerin II. dönemidir. Bu dönemin en belirgin özelliği, Müslüman toplulukların yaşadığı topraklar üzerinde yarı bağımsız ya da özerk devletlerin ortaya çıkmış olmasıdır. Birbirini izleyen aşamalarda iyice güçlenen Sünnî çehre, bu süreç içerisinde iyice netleşmiş ve belirgin bir görüntüye ulaşmıştır.Daha önceden de var olan ancak Müslüman toplum içinde sivil ya da yarı resmî noktalar arasında gidip gelen Sünnî bilinç bu dönemde tam resmî bir niteliğe kavuşmuş oldu. Sünnîliği destekleyen ve besleyen toplumsal güçler hilafet yapısı içinde örgütlendiler. Siyasal düzeyde Sünnîlik resmî ideoloji olarak kodlanırken diğer yanda da Sünnîlik sistematik ve kurulu bir mezhep olarak iyice etkinlik kazandı. Bu etkinlik kazanma sürecinde Kelam’ın benzersiz bir rolü olmuştur. Tarihsel süreç boyunca Ehl-i Sünnet ekolünün oluşup kristalize olmasında Kelamî ve itikâdî boyutunun yanında diğer önemli bir zemin daha vardır: Fıkıh. Gerçekten de fıkıh, Ehl-i Sünnet ekolünün zihniyet yapısının şekillenmesinde oldukça önemli roller üstlenmiş bir alandır. Fukahâ’nın, sünnîliğe nihai kimliğini veren kesim olduğunu söylemek herhalde abartılı olmayacaktır. Bu aşamada fukahânın en büyük yardımcısı ve mesaî arkadaşının hadisçiler olduğu görülmektedir
Ehl-i Sünnet ekolünün kimlik yapısını ve zihin haritasını ç ıkarmaya yöneldiğimizde, her şeyden önce öncüllerimizi ortaya koymak durumundayız. Çoğu zaman bakış açısı, sorular cevaplamak yerine kendisi sorun olabilmektedir. Örneğin Ehl-i Sünnet’in anlaşılması konusunda, geleneksel sünnî bir alim/düşünür için ortada ciddi bir problem bulunmamaktadır. Çünkü ona göre sünnîlik tarihsel, sosyo-politik ya da kültürel bir nesne/oluşum değildir. Aksine o bizzat İslam’dır. O her zaman var olmuştur. İlk başından beri vardı ve öylece süregelmiştir. İbn Teymiye’nin Ehl-i Sünnet algısı, sözü edilen dogmatik bakış açısını net olarak örneklemektedir: “Ehlu's-Sünnet; Allah, Ebu Hanife, Mâlik ve Şâfiî’yi yaratmadan önce de bilinen bir mezheptir. Buna muhalefet edenler mübtedi' (bid’atçı, sapık) sayılırlar.”Sadece Sünnî düşünürlere değil tüm Müslüman kitleye egemen olan bu bakış açısı, esasen ortak bir zihinsel algıdır. Müslümanlar, doğdukları anda Sünnî ya da Şiî olarak dünyaya geldiklerini düşünmekte ve mezheplerinin inançlarını ve değerlerini bizzat Allah’tan gelen vahiy statüsünde ya da ona yakın değerde algılamaktadırlar. Dolayısıyla bu klasik dogmatik bakış açısının, Ehl-i Sünnet’i bir değerlendirme ve bilimsel araştırma konusu yapmaya istekli olması zor görünmektedir. Sorunu, bir inanç sorunu olarak algılayan bu bakış açısı, bilimsel bir araştırmanın hareket noktası olarak alınamaz.
İmamet, Ehl-i Sünnet Kelamcıları tarafından ictihadî bir mesele olarak değerlendirilmiştir. Bununla anlatılmak istenen; imamet konusunun inancın özüne ait itikadî bir sorun değil de, basit anlamda çözümlenmek üzere ümmete bırakılmış bir görev olduğudur. Klasik kelamın diliyle bu, imametin usûlun değil furûun içine girdiği şeklinde ifade edilir.İmameti, bir  itikadî/kelamî mesele değil de ictihadî/fıkhî bir mesele şeklinde değerlendiren ve onu dinin usûlunden değil furûundan sayan diğer mezheplere karşıt olarak Şia, imamete bir akait konusu olarak el atmıştır. Şia'nın bu tutumuna paralel olarak ta Ehl-i Sünnet düşünürleri imamet sorununu, Şia ile aynı düzeyde ele almışlardır. Şia'nın iddialarına karşı Sünnî görüşü kelam alanında savunmuşlardır.
İslam siyasî düşünce geleneğinde yerleşen ilk yönetim anlayışlarının doğruluklarının tespit edilmesinde, Hz.Muhammed'in algılanma biçiminin belirleyici bir etkisi bulunmaktadır. Bu nedenle, Hz.Muhammed'in kişiliğinin ve eylemlerinin, ekoller ve eğilimler tarafından ne şekilde değerlendirildiği konusu, derinden ve etkin olarak Müslümanların zihninde belirli bir iktidar vizyonu oluşturmuştur. Hz. Peygamberin, tasarruflarında  ictihadda bulunduğu görüşü, Ehl-i Sünnetin demokratik yaklaşımı ile Şia'nın teokratik yaklaşımının temel bir ayırıcı ölçüsü sayılabilir. Şia, Hz. Muhammed'in tüm davranışlarının ilahî olduğunu ileri sürerken, genel anlamda Ehli Sünnet Kelamcıları onun, vahiy dışındaki karar ve davranışlarında kendi rey ve içtihadına göre hareket ettiğini savunmaktadır
Şia'nın yaklaşımı açısından imamet, Hz. Muhammed'in dinsel   kişiliğiyle derinden ilgilidir. Oysa Ehl-i Sünnet'in anlayışına göre imamet, nübüvvetten farklı bir makamdır. Sünnî kelamcılar ve usûlcüler, nübüvvetle imametin farkını ortaya koymaya çalışmışlardır. Şia, imamet içinde kendini devam ettiren nübüvvet öğesinin altını çizerken,buna karşılık Ehli Sünnet, Hz. Muhammed'in ölümüyle birlikte nübüvvetin uğradığı kesintiye dikkat çekmiştir. Maverdî'nin imamet tanımında da fark edileceği gibi Ehli Sünnet, imamet ile nübüvvet arasında bir işlevsel ilişki kurmaya çalışmıştır.Ehl-i Sünnetle Şia arasındaki bu metodik tartışmanın kökenleri siyasî olup yine siyasî sonuçlara varmaktadır.Tek olan, diri olan,güç sahibi olan ve insanlara hükmeden Allah anlatımının Kur'an'daki vurgusu, Müslüman dünyasındaki siyasal iktidarlara güçlü bir teolojik meşruiyet sunmuştur.

İktidarın, dinden yararlanması, dinden destek elde etmesi, bir yönüyle bilgiyi üreten ve yorumlayan düşünürlerin aracılığıyla mümkün olur. Bu da bilgiyi üreten, yorumlayan ve aktaran bir entelektüel sınıfın varlığını akla getirir. Ortaçağlar boyunca İslam dünyasında bilgiyi üreten somut ve örgütlü bir kurum olmamıştır. İslam dünyasını, Hıristiyan ve Yahudi dinsel tecrübelerinden ayıran en temel özelliği de işte budur. İslam’da bilgiyi ve hakikati tekeline almış addedilen bir resmî kurum bulunmamaktadır. Belki daha çok ekollerden, ilim merkezlerinden ve akımlardan söz edilebilir. Müslüman kültürün kendine özgü bu durumu, geleneğin gücünü gündeme getirir. Müslüman doğuda bizzat gelenek bir güç ve otoritedir. Geleneğin şekillenmesinde rol oynayan bazı ekoller ve sembol düşünürler vardır. Bu gerçek, gerek dinin anlaşılma biçiminde ve gerekse din-siyaset ilişkisinin yorumlanmasında kelamcının kurucu rolüne işaret etmektedir. Zira kelamcı, bir inanç sistemi kuran ve bu işinde, realiteyi de hesaba katan kişidir. Bu bakımdan İslam düşünce tarihinde, Kelamî düşünceyi ve Kelamcıyı izlemek, bize genel paradigmanın da sürecini vermektedir.
Teolojiler, dinin sistematize edilip belirli bir doktriner kalıba dökülmesinde ve insan ile Tanrı arasındaki ilişkinin okunmasında rol oynayan temel kurucu unsurlardır. Ehl-i Sünnet Kelam sistemi büyük oranda Eşarî yorumuna dayandığı gibi kültürel düzeyde de Sünnî halk kitlelerine egemen olan Allah tasavvuru  Eşarî yorumuna dayanmaktadır. İnsanın fiilleri ve özgürlüğü konusunda Eşarî söylem,katı bir teosentrizmi yüceltmektedir. İnsanın fiilleri konusunu ontolojik düzeyde ve Allah açısından ele alan Eşarî bakış açısı, ilahî zâtı yüceltme adına, insanın ontolojisini çarpıttığı görülmektedir.  Eşarî yaklaşımında vurgulanan asıl tema, Allah’ın gücünün, ilminin, iradesinin ve yaratmasının sınırsız oluşudur. Eşarî, ‘Allah’tan başka hâlik (yaratıcı) yoktur’ ifadesini ‘Allah’tan başka fâil yoktur’ cümlesiyle birlikte eş anlamlı olarak okumaktadır. Ona göre ‘hâlik’ ve ‘fâil’ sözcükleri eş anlamlıdırlar.Eşarî elbette açıkça dogmatik bir cebrî görüş öne sürmüş değildir. Kelam tarihinde ilk defa kendisinin ortaya attığı ‘kesb’ teorisi aslında bir açıdan insanın fiillerinden sorumlu olduğunu göstermeye yönelikti. Ancak onun izlediği kelam mantığı ve ulaştığı sonuçlar, insan algısının, ilahî kudret karşısında alabildiğine sınırlandırıldığı bir anlayışı örnekler. Sünnî halklar üzerinde etkili olan diğer Eşarî kelamcılar da, insanı sürekli Allah’ın kudreti ve ilmiyle kıyaslayan ve onu ontolojik bir gerilim altında ezen, teosentrik kelam anlayışını sürdürmüşlerdir. Sünnî halk kitleleri nezdinde pratik düzeyde etkin olan anlayış Eşarîlik olmuştur. Denebilir ki, Eşarîlik Sünnî halkların genel popüler teolojisidirİslam düşüncesinin tarihi seyrinde Eşarî yorumunun en etkin olduğu alan Allah ile insan arasında kurulan teosentrik ilişki alanıdır. Bu ilişki, adalet ve sevgi yerine salt güç ve kudret üzerine kurulmuştur. Diğer yandan Eşarî, Allah’ı her türlü değer ve konumun üzerine yerleştirmiş ve ortaya, insana nasıl davranacağı konusunda hiçbir taahhüde bağlı kalmak zorunda olmayan, dilediğini  dilediği gibi yapan bir Allah tasavvuru çıkmıştır.
Ehl-i Sünnet düşünce sistemi dolaylı ve dolaysız olarak, siyasal iktidarlara meşruiyet suna gelmiştir. Bunları kabaca üç başlık altında değerlendirilebilir:
 -Dinin İdeolojik İşlevi,
 -Dinin Korunması Misyonu,
 -Kader Doktrini.
Dinin korunması teması, dinin siyasetin hizmetinde olduğu iddiasıyla da kendini açığa vurmaktadır. Dini selefin anladığı şekliyle korumak, beraberinde iktidarların ihtiyaç duyduğu muhafazakârlık davranışını getirmektedir. Buna karşılık yeni ya da farklı görüşleri öne süren akımlar rahatlıkla, bid’atçı nitelemesine hak kazanmışlardır. Bu durum, iktidarlara, muhaliflerini tasfiye etmede son derece etkili ve kullanışlı bir yöntem sağlamıştır. Şu halde, imamın görevleri arasında anılan ‘dinin korunması’ ilkesi, tarih boyunca hükümdarların siyasal iktidarlarına meşruluk kazandıran en önemli unsurlardan biridir.
İcmâ, siyasal arzuların, ideolojik zorlamaların, toplumsal ve kültürel çatışmaların yaşandığı bir süreç çerçevesinde gelişmiştir. Toplumu bir arada tutacak siyasal, dinsel ve kültürel nitelikli bir ortak bilinç oluşturmada icmânın oynadığı rol eşsizdir. Aslında tarihte ortaya çıkmış tüm Müslüman ekollerin, kendilerine özgü bir bilinç oluşturmak için, icmânın inşa edici, birleştirici anlamlandırıcı ve ebedîleştirici işlevinden yararlandıkları bir gerçektir. Ancak icmânın ekollere göre değişen bir biçimi vardır. Örneğin Ehl-i Sünnet’in, icmâ yöntemine karşı eleştiriler getiren Şiî düşünürler, yine de icmânın işlevine denk kurumlar oluşturmuşlardır. Ehl-i Sünnet geleneği açısından, icmânın taşıdığı işlevsellik oldukça belirgindir. Dinsel/siyasal bir merkezîlik oluşturmada, Ortodoks bir bilinç oluşturmada ve onu devam ettirmede, ahlakî ve hukukî bir sistem kurmada Sünnî düşünürler, icmânın teolojik ve kültürel gücünden yararlanmışlardır. Dünya, insan, Allah, tarih ve sosyal ilişkiler üzerinde kesinlikler ve normlar oluşturulmuş ve bu kuşaklar boyunca devam ede gelen bir kolektif bilinç ortaya çıkarmıştır.
İslam düşünce geleneğinde, Sünnî siyasal tutumu ortaya çıkarmakla kalmayan ona işlevsellik kazandıran ve besleyen iki önemli kırılma noktası saptanabilir. Bunlardan birincisi, İslam’ın ilk dönemlerinde ortaya çıkan, Haricî tekfir ideolojisi karşısında oluşan tepkilerle bütünleşen Mürcie, bu ilk aşamasında bir genel eğilim olarak sağduyunun sesi olmuştur. İkincisi ise Abbasî iktidarının son dönemlerinde ortaya çıkan parçalanmışlık ve dağılma tehlikesinin yarattığı gerilimli dönemdir. Ehl-i Sünnet ilkinde, topluluğun birliğine yani cemâat olgusuna yaptığı vurguyla sorunu aşmıştır. İkincisinde ise, sultan/imama itaatı vurgulamakla, fiilî durumun ihtiyaç duyduğu teolojik açıklamayı ona sunmuştur.
Çalışmada Ehli sünnet geleneğinin siyasi yapısı ve sorunları klasik sünni zihniyetin dışına çıkarak eleştirel olarak teolojik, siyasal, sosyolojik bakış açılarından faydalanılarak ortaya konmuştur. Çalışmada Ehli Sünnet'in sadece bir itikadi ya da fıkhi bir yapıdan ibaret olmadığı aksine daha derinlerde var olan bir paradigma ve değerler sistemi niteliği taşıdığı ifade ediliyor.
Evkuran, Ehli sünnet düşüncesi nin merkezileştirici ve sakinleştirici bir tarih bilinci taşıdığını fakat günümüzde siyasal merkezilik tanımının büyük oranda din dışı bir içeriğe sahip olduğunda Sünnilik açısından bir krizin varlığına dikkat çekiyor. Çalışmada Sünni söylemin dinsel bir yapı olarak kitleler tarafından içselleştirilirken eş zamanlı olarakta onun taşıdığı siyasal değerler ve davranış kalıplarının kültürel miras yolu ile bir model olarak içselleştirildiği belirtiliyor. Yazar, Ehli Sünneti geldiğimiz noktada hala Müslüman toplumların büyük çoğunluğunun dinsel, kültürel ve pratik tercihlerinin ve bakış açılarının adı olarak tanımlamaktadır.Ehli sünnet zihniyet yapısına egemen olan selefi bakışın iktidarların hoşlandığı teslimiyetçi, itaat eden, siyasetten korkan  apolitik bir zihniyetle örtüştüğünü ifade ediyor. Yazar Sünni toplumların yapısal devamlılığını sağlayan etkenin tarih boyunca bu toplumsal- kültürel yapı içinde yaşayan kitlelerin  zihninde yer etmiş olan ve simgelerden oluşan dağarcık olduğunui Sünni teolojik ve siyasal hafızasının da bu dağarcık aracılığı ile varlığını koruduğunu ve sürdürdüğünü ifade ediyor.Ehli sünnet düşüncesi tarihsel süreçte önüne çıkan problemlerin topluluğun birliğine yani cemaat olgusuna yaptığı vurguyla ve sultan/imama itaatı vurgulayarak fiili durumdun ihtiyaç duyduğu teolojik açıklamayı sunarak baş edebildiğini öne sürüyor.

HAYRETTİN GÜL

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ANTONY FLEW'İN YANILMIŞIM TANRI VARMIŞ KİTABININ ÖZETİ-1-

                Flew, bu kitabında çocukluğundan itibaren inanç  bakımından yaşadığı tecrübelere yer vererek kısaca ateizmden teizme geçişini anlatıyor. İçinde doğduğu ailenin  Hıristiyanlığa bağlı olduğunu,  babasının vaizlik yaptığını, ayin ve toplantılara katıldıklarını bununla birlikte kendisinin dini bir feyz ve zevke almadığını ifade ediyor. Kitapta ilk önce ateizmi savunan kendi yazdığı eserlere ve onların  temel görüşleriyle bunlara verilen cevaplara  yer veriyor. Yazar, kısaca okumaları ve çalışmalarının kendisini bilimsel olarak benimsediği (öne sürülen iddianın götürdüğü yere gitmek) ilkeyle tutarlı bir biçimde yaşadığı değişimi samimiyetle anlatıyor. Kitap ayrıca ateizm konusundaki temel yaklaşımlara ana hatları ile yer veriyor. Çocukluk ve gençlik yıllarındaki Hıristiyan temelli inançlardan ateizme evirilişinin ilk adımını kötülük probleminin oluşturduğunu söylüyor. O zamanlar ailes...

Şerif Mardin’in ‘Din ve İdeoloji’ Eseri Üzerine

     Din ve İdeoloji kitabı, çapı küçük fakat içerik olarak oldukça geniş ve derin olduğu rahatlıkla söylenebilir. Efradını cami ağyarını mani bir ifade ile alanında tam bir başvuru kaynağıdır.      Yazar, ilk önce ideoloji kavramını  iki ayrı kategoride ele alıyor: Sert ideoloji ve yumuşak ideoloji. “Sert” ideolojiyle, sistematik bir şekilde işlenmiş, temel teorik eserlere dayanan, seçkinlerin kültürüyle sınırlandırılmış, muhtevası kuvvetli bir yapı kastedilirken,  “yumuşak” ideoloji ile de, kitlelerin, çok daha şekilsiz inanç ve bilişsel (cognitive) sistemleri ifade ediliyor. Yazar, ideolojiyi ise kitle toplumunun belirmesiyle beraber önem kazanan inançlar ve idare edilen”lerin arasında yaygın, yönlü, fakat sınırlı, belirsiz fikir kümeleri olarak tanımlıyor. İdeolojiler, siyasi fikir tarihi açısından  uzun zaman, insanların aklını çelen kuraldışı etkenler olarak tanımlanmıştır. [1] Yazar, bilimsellik niteliğinin üç ana...