İslam tarihinin ilk dönemlerinde büyük bütünden kopan ikinci grup hilafet-imamet konusunda merkezi
epistemolojiden uzaklaşıp ayrılan kişisel ve soya bağlı karizmanın temel
alındığı Şia’dır. Şia’nın referans
çerçevesini oluşturan anahtar kavram ve olgular
ise imamet ana dinamik olmak üzere ayrıca Ehli Beyt kavramı, Kerbela olayı, Takiyye,
Mehdi inancı ve bu olgular ekseninde ortaya çıkan merkezi unsurlardır. Hz. Ali
ile Muaviye mücadelesinde galipken
mağlup duruma düşen ve hakem olayının sonucunda hem taraftarlarından bir
kısmını oluşturan Haricilerin kendisini karşılarına almaları ve ilerleyen
süreçte şehit etmeleri; diğer yandan savaşta yenilmek üzereyken yaptığı
taktiksel siyasi manevralarla meşruiyet kazanmayı hedefleyen Muaviye’nin halife
olması Hz. Ali taraftarlarında büyük bir öfke, mağduriyet psikolojisi oluşturmuştur.
Elim Kerbela vakası bütün bunların üstüne acıyı, öfkeyi pekiştiren bir etki
yapmış ve toplumsal bellekte bu feci vakayı unutulmaz hale getirmiştir. Şia’nın
referans çerçevesinin temelleri Kerbela olayından sonra tarihi kendi
önceliklerine göre yeniden yazarak Kutlu’nun ifadesi ile tarihte kendilerine
yer açmaya çalışmışlardır. Kerbela olayı ile Şiiliğin siyasal ve entelektüel
çerçevesi netleşmeye başlamıştır. Bu süreçten sonra Kuran, hadis, fıkıh, kelam
vb. alanlardaki yaklaşım ve yorumlamalar zikredilen tarihsel, politik, kültürel
ve dinsel faktörlerin oluşturduğu ideolojik, epistemolojik bagajın etkisiyle
gerçekleşmiştir. Başka bir ifade ile sosyopolitik ve tarihsel nedenler,
günümüze değin süren Şii toplumunun hayata ve dünyaya bakışlarını yönlendiren
ideolojik, epistemolojik ve metodolojik referans setini oluşturmuştur. Fakat
Şii düşüncesinde ilerleyen süreçte eski İran inançlarına eklemlenmesi ile aşırı
heretik fırkalar oluşmaya başlamıştır.
Bu kısımda günümüze ulaşıp Şii dünyanın büyük çoğunluğunu oluşturan ve
İran’ın resmi mezhebi olan İmamiyye(İsna Aşeriyye) merkeze alınacak, daha çok
onun öne çıkan nitelikleri üzerinde durulacaktır. İmamiyye’nin dışında Şia içindeki ana
gruplar Zeydilik, İsmaililiktir. İsmaililik ilk dönemlerde Musta’liler ve
Nizariler diye ikiye ayrılmış, X. Ve XI. Yüzyıllarda Nusayriler ve Dürziler
olmak üzere gruplara ayrılmıştır. Nusayrilik, Dürzilik ve benzerleridir. Zeydiye, İmamiye'nin dördüncü imamı olarak kabul edilen Ali Zeynelabidin'in oğlu İmam Zeyd’i imam olarak kabul edenlere verilen
isimdir. Zeydiye, ikinci hicri asrın sonlarına doğru mezhep kimliği kazanmıştır. Zeydilik pratik anlamda Şia’nın içinde
olsa da daha çok Ehl-i Sünnet’e daha yakındır. Yemen Zeydiler için önemli bir
bölge olmuş bu bölgede mevcudiyetlerini günümüze kadar devam ettirmişlerdir.
Şia’nın tam olarak hangi sebeplere bağlı olarak ne zaman ortaya
çıktığı konusunda oldukça farklı görüşler vardır. Şia’nın doğuşunu Hz.
Peygamber’in hayatındaki bir takım olaylara
(Gadir Hum[1],
Kırtas vb.) kadar götürenlerden Hz. Ebubekir’in halife oluşuna, Hz. Osman’ın
şehit edilmesinden Sıffin savaşının sonucunda gerçekleşen Hakem olayına oradan
Kerbela vakasına dayandıranlara kadar oldukça geniş bir yelpazede çeşitli
görüşler mevcuttur. Şia’nın oluşumu imamın yanılmazlığı (ismet) ve
üstünlüğü(efdal), özel bir bilgi ile donatılmış olduğu şeklindeki içeriği ile
imamet ve hilafetin bu vasıfları üzerinde bulundurması sebebiyle Hz. Ali’nin
hakkı olduğu inancının genelleşmesi ve mezhebi bir oluşuma yol açmasıyla
gerçekleşmiştir. Bu genelleşme ve mezhepleşme ise en erken, Mulıammed
el-Bakır(114/733)'ın kardeşi ve arkasından onun oğlu Cafer es-Sadık (1481765) ile Zeyd b. Ali (122/740) arasındaki tartışmalarda söz
konusu edilmiştir. Şia’ya göre Hz. Ali Hz.
Peygamberden sonra insanların en üstünüdür. Onun imamlık ve halifeliği Allah ve
Rasulü tarafından farz kılınmıştır. Çocukları da kendisinden sonra imamete en
layık olanlardır. Zaten Hz. Peygamber Gadir Hum’da Hz. Ali’yi kendisine halife
ve ümmetine imam tayin ettiğini açıkça bildirmiş ve birçok vesile ile onun
imametini ümmetine vasiyet etmiştir. Zira imarnet (hilafet), Şia'ya göre, Ehl-i
Sünnet'in düşündüğü gibi ümmetin istek ve seçimine bırakılabilecek küçük
işlerden değildir. İmamet dinin aslına dâhil bir rükün olup iman esasları
arasında yer alır. Bu bakımdan imama inanmak, Şiiliğin inanç esaslarından
biridir.[2](Onat,1997,
s.36)
İlk Şii Arapların çoğunluğu Güney Arabistan
kabilelerinden geliyorlardı ve onlar bin yıldan daha uzun süredir o bölgenin gelenekleri
içinde yetişmişlerdi. Bu bölgedeki yerleşik uygarlıkta ilahi yahut yarı-ilah
konumunda krallar vardı. Watt’a göre 7. Asırdaki Arap kabile mensupları krallık
yönetimi altında bulunmamakla birlikte özellikle tehlikeli zamanlarda krallık
otoritesine güvenme geleneğinin etkisinde kalmış olmaları mümkündür. Bu sebeple
toplumsal gerilim ve çatışmaların yaşandığı hicri II. ve III. asırlarda Araplar
sözü edilen niteliklerde bir lider aradılar ve Hz. Ali’de onun örneğini
bulduklarını düşündüler.(Watt, 1968,s.20)Şia, Sünniliğin icma ilkesine karşıt
bir şekilde hem din hem de siyaset alanında geçerli olduğunu inanılan ilahi hak
nazariyesi geliştirdi. Hz. Ali’nin şehit edilmesinden sonra Kufe’de bulunan Ali
taraftarları(Şia) hilafetin tekrar Ali ailesine verilmesini istediler.
Hilafetin Ali’nin soyundan gelenlerin hakkı olduğu iddiası Şii imamet
teorisinin başlangıç noktasını oluşturmaktadır. Güneyli Araplar, geleneksel
olarak kuzeylilerden nefret etmeleri sebebiyle güneyli kabileler Emevi
yöneticiler karşısında Haşimileri savunmaya karar vermişler ve Hz. Peygamberin
Haşimoğullarından gelmesini istismar etmişlerdir. (Fazlurrahman,2000,s.243-244)
Durumlarından şikâyetçi olan İran asıllı mevalinin
Emevi yöneticilerine kin beslediği esnada topluma ortaya çıkan ilk sosyal
çatışmaların Şia’nın sosyopolitik faaliyetlerini hızlandırdığı muhakkaktır. Şia
kaynaklı ayaklanmalarda belirtilen mevali harekete geçirilmiştir. Ayaklanmada
mevali ve köleleri harekete geçiren Muhtar es-Sakafi, Hz. Ali’nin Hz.
Fatıma’dan olmayan oğlu Muhammed İbn Hanefiyye’yi mehdi olarak tahta
oturtmuştur. İbn Hanefiyye’nin ölümünden sonra onun tekrar döneceği inancı
ortaya çıkmıştır. Kuzeyliler karşısında kendi bağımsızlıklarını ortaya koymak
isteyen Güneyli Araplar Şiiliği bir vasıta olarak kullandılar. Dini mahiyete
sahip olan asıl motive edici unsur Kerbela’da Hz. Hüseyin’in 61/680 yılında
Emeviler tarafından kanlı bir şekilde şehit edilmesidir. İhtiras, öfke ve kinin
devreye girmesi bu şekilde olmuştur. İmamın geri döneceği inancı Kerbela hadisesinin
ortaya çıkardığı öfke ve kinle birleşmiş Şii kimliğini oluşturan en önemli
unsurlar olmuştur. Bunlara doğunun ilahi nurla ilgili eski inançları aşılandı
ve Hristiyan Gnostik yeni Eflatuncu fikirler, bu inancın metafizik temelini
oluşturdu.(Fazlurrahman,2000:244-245)
Kerbela vakıası, Şii kültüründe etrafında birçok konunun
örüldüğü kurucu mittir. Şiiliğin zaman algısı büyük oranda bu olaylar ve
şahıslar etrafında döner. Ritüellerde tören alayları, kendini kırbaçlama ve
feci olayı ve kutsal grubun çektiği acıları anlatan hatipler, akan gözyaşları,
feryatlar ve göğsü dövmeler belirgin özelliklerdir. Şehitlik miti aracılığı ile
periyodik olarak yapılan çile ayinleri coşkuyla içselleştirilir. Şehadetin
mekânı konumundaki Kerbela kutsal mekân, Hz. Hüseyin türbesine dönüşmüştür. Mite göre Hz. Hüseyin’in başı ölümünden kırk gün sonra
olay mahalline iade edilmiştir. Bu türbede daha fazla kalabalığın toplanmasının
nedenlerindendir. Hz. Hüseyin
sadece Şiiler için değil çoğu Sünni içinde seyyidüşşühedadır. Bununla birlikte Hz. Hüseyin’in şehadeti kültü ve ritüeli
Sünni sufilerce anılmakla birlikte büyük oranda Şia’ya mahsustur. Modern dönem
Şii aydınlarının meşgul oldukları konular arasında Tanrısal esin ve öngörüye
mazhar bir imam olarak Hz. Hüseyin
kendisini neyin beklediğini bilmesi gerekmez miydi? Hz. Hüseyin neden Kerbela’daki ölümüne
yürümüştür? Ve benzeri sorular sayılabilir. Geleneksel görüş, Hüseyin’in
şehadetinin bir kurtarıcı ile sonuçlanacak kozmik bir tarihin parçası olarak
önceden takdir edildiği biçimindedir. Hüseyin kötülük ve zulme karşı insanlık
ve adalet için kendini feda eden Hz.İsa gibi önceden seçilmiş bir kurtarıcıdır.
Onun matemini tutmakla inananalar bu kurban edilme ve kefarete
katılırlar.Hüseyin matemini tutanlara şefaat edecek kurtarıcı imajına sahiptir.
Yas tutanlar Hüseyin ve kendileri için ağlayıp onun kendilerine şefaat etmesini
ve acılarını gidermesini isteyerek Hüseyin’in acısıyla kendi acılarını
birleştirmiş olurlar. Diğer bir Hüseyin imajı devrimci örnek bir imajdır. Bu 1979
İran devriminde olduğu gibi modern dönemlerde ortaya çıkan Şiiliğin
ideolojisinde devrimci bir ideoloji olarak
ortaya çıkan imajdır.(Zubaıda,2012, s.378-382;Gellner,84-5)
Şiilikteki bu şehitlik miti Emevi
yöneticilerin işlediği bir günahın sonucunda meydana gelmiştir. Fakat vahşet
içeren günahın sembolik veçhesi Şia
tarafından Hz. Ali ve onun soyundan olmayan bütün yöneticileri meşruiyetten
uzaklaştırarak araçsallaştırılmıştır. (Gellner,84-85). Bu araçsallaştırma öyle
ki geriye dönük bir şekilde Hz. Peygamber’den sonra halife olan Hz. Ebubekir,
Hz. Ömer ve Hz. Osman’a kadar götürülmüş ve hilafetin Hz. Ali’nin hakkı
olmasına rağmen zikredilen bu üç halifenin bu hakkı gasp ettiğini iddia
etmişlerdir. Bu araçsallaştırma sadece halifelerle kalmamış ashabın kahir
ekseriyetini de içine almış, onlar hakkında olumsuz düşünce ve yargılar
sistematik bir düşünceye dönüştürülmüştür.Hz. Peygamber’in ölümünden sonra Hz.
Ali’yi halife olarak tanımadıkları için asi olmuşlar ve bu sebeple de
kendilerinden hadis rivayet edilme liyakatini kaybetmişlerdir.(Watt,1968,s.57)
Yani onlardan gelen rivayetlere itimat edilmez. Şia bu çerçevede kendi
oluşturdukları teorik temele dayalı olarak spesifik bir hadis külliyatı
oluşturmuşlardır. Hadislerdeki isnad sisteminde temel
alınan isim sürekli bir imamların ismidir. Nitekim bu şekilde isnad sisteminde
imamların temel alındığı, 15 binden fazla bu şeklide hadis ihtiva eden
Kuleyni’nin telif ettiği El-Kafi adlı fıkıh kitabı bu duruma örnek
gösterilebilir.(Watt,s.377)
Üst üste uğradıkları yenilgilerin sebep olduğu
kötümserlik ve korku, maruz kaldıkları eza ve cefa Şiiliği büyük ölçüde
yeraltına itti. Bu yeraltı faaliyeti bir yandan onun toplum tarafından uygun
görülmeyen fikirlerin etkisine açık hale getirmiş ve diğer taraftan birbirleri
ile yakından ilişkili biri pratik diğeri teorik iki ilkenin ortaya çıkmasına
sebep olmuştur: Pratik ilke inancın gizlenmesi (takiyye)dir. Takiyye Şia için
ana ilkelerden biri oldu. Sadece hayatın tehlikeye girdiği anlarda değil,
genelde düşmanca tutum ve davranışların olduğu her yerde uygulandı. Takiyye bir
izin olmayıp yerine getirilmesi gereken bir görev olarak benimsendi. Bunun
gerekçesi olarak hilafetin Hz. Ali’nin kendi hakkı olduğuna kesin bir şekilde
inanmasına rağmen bu inancını gizlemesi ve seleflerinin hilafetine razı olması
gösterilmektedir. (Fazlurrahman,2000,s.245-246)
Teorik ilke ise Batınilik ile ilgili olarak gelişti.
Müslümanların İran bölgesini fethetmelerinden sonra bu toprakların
sakinlerinden akın akın insanlar Müslüman oldu. Bu kişilerin eski doğu ve
gnostik inançlarına ve uygulamalarına dokunulmadı. Onlar İslami kisve altında
geleneksel inançlarını sürdürdüler. O dönemde Hristiyanlık, Maniheizm ve Budizm
gibi dinlerden gelen fikirler mevcuttu. İşte bu ortamda bir takım gizli gruplar
ortaya çıktı. Bu dönemde Şia siyasi açıdan toplumda kendine yer bulamayan ve
kendilerini ifade edemeyenlerin amacına hizmet ediyordu. İşte toplumda kendine
yer bulamayan kişiler Şia’nın gölgesi altında eski fikirlerini İslam’a taşımaya
başladılar. İslam içinde bu fikirlere uygun ortam bulabilmek için kaynağını
gnostik inançlardan alan batınilik ilkesini benimsediler. Bu ilkeye göre Kurani
metinler ikili ve çok yönlü yorumlanabilir. Kuran’ın zahiri anlamın yanında
batıni anlamları da vardır. Bizzat Allah Kuran’ı vahy ederken takiyye ilkesine
uymuştur. Bâtıni anlam kavramı sufilerin Kuran tefsirlerini etkilemiştir. Öyle
ki bazen batıni anlama keyfi yorumlara kadar varmıştır. Bu batıni hikmetin
yanılmaz sahibi imamdır. Şiiliğin bütün inanç sistemi bu imamın otoritesi
çerçevesinde oluşmaktadır. Şia Sünni geleneğin kabul ettiği icma ilkesini
önemsememiş, onun yerine imamın otoritesini geçirmiştir. Sünni İslam gerçek
dini otoriteyi icmada bulmuş halifeyi sadece ümmetin başında bulunan siyasetten
ve dini icradan sorumlu olan bir kişi
olarak değerlendirirken Şii imam tam tersine itikadi meselelerde hatta bütün
konulardaki görüşlerinde hem günahsız hem de mutlak anlamda yanılmaz olarak
kabul etmektedir. Sünnilikte hilafet makamı yalnızca pratik zorunluluk olarak
kabul edildiği halde imama inanma ve onun otoritesine teslim olma Şia’ya göre
Allah’a ve peygambere inanmadan sonra üçüncü iman esası olarak kabul
edilmiştir.(Fazlurrahman,2000:246-247)
Otorite sahibi olan ve veraset ile intikal eden imamet
anlayışı imamın hem metafizik konumu hem de varlıklar karşısındaki durumunun
net olarak belirlenmesini gerektiriyordu. Bu gereklilik Zerdüştlükteki Nur
kavramını yeni Eflatuncu sudur teorisinin mekanizmasına uydurmak suretiyle
yerine getirildi. İlk Nur’dan yani Allah’tan mutlak insan sudur eder. Bu insan
yaratılmış âlemin zirvesinde bulunan imamdır. Şia’nın çoğunluğunu oluşturan
İsna Aşeriyye,, imamı ilk nurun bir mazharı olarak (Allah’ın doğrudan tezahürü)
kabul ederler, ona ilahi sıfatlar atfederler. Fakat daha aşırı olan fırkalara
göre imam, Allah’ın ta kendisi olduğuna ve imamdan başka ilah olmadığına
inanırlar.(Fazlurrahman, 2000:246-248)
Dördüncü /onuncu yüzyılın ortasına kadar bir yeraltı
faaliyeti sürdüren Şia, Irak’ta Büveyhiler ve Mısır’da Fatımilerin elinde siyasi
bir başarı kazanınca davalarını açıkça yaymaya başladılar. Kendilerine has bir
hadis ve fıkıh geliştirip onları merkezi imamlık doktrininin hizmetine
verdiler. Siyasi iktidarlara dayanarak devrin öğrenim kurumlarını ele
geçirmişler ve davalarını yaymak için propaganda aracı haline
getirmişlerdir.361/972 yılında bugünde en büyük geleneksel medrese olan Ezher
Üniversitesi’ni Mısır da Fatımiler kurdu. Sonraki süreçte Sünni bir kurum
haline getirildi. (Fazlurrahman, 2000:257) Şiiliği bir mezhep olarak disipline edip bir
doktrine dönüştüren merkezi şahsiyet Cafer-i Sadık’tır.Bu aşamada onunla
birlikte Şii düşüncesinin teşkilinde başka bir merkezi figür Hişam b. El
Hakem’dir. Çok farklı alanlarda eserler vermiştir. Beslendiği en önemli kaynak
ise Hermetik metinlerdir. Cabiri’ye göre Şia Hişam ile birlikte düzenli olarak
hermesleşmeye başlamıştır.İlk Şii filozof olarak Hişam, hermesçilerin Irak’taki
kalesi Kufe’de doğup büyümüştür.(Cabiri,319) İmamiyye’nin zengin ve güçlü bir
literatürü vardır. Bu literatürü oluşturan epistemik cemaatin aktörleri, kısmen
diğer Şii fırkaları daha fazla da Sünniliğe ve diğer mezheplere karşı tepkiler
bağlamında literatürü oluşturmuşlardır. Bu aktörler el Fadl b.
Şadan(ö.280/874),Ya’kubi(ö.284/897), Sad b. Abdullah el-Kummi(ö.300/912),Ebu
Yahya el Cürcani, Ebu Sehl en Nevbahti, Ebu Muhammed En-Nevbahti, Kuleyni
vb.leridir (Laoust,1999,s.163-164)
İdeolojik bir gerekçe olmaksızın hiçbir mezhep
oluşmaz. Mezhebi oluşumlar Ortodoks dinsel sistemi terk etme konusunda
insanları ikna edebilmek için kutsal otorite iddiasında bulunurlar. Bu iddiayı
gösterebilmek için yetkili kişi veya kişiler bulunmalıdır. Karizmatik bir
liderin etrafında bir mezhep meydana geldiğinde oradaki karizma meşruiyet
olmaktadır.(Wilson,2004.s.46) Şiiler kurtuluşun karizmatik bir lideri takip
etmekle gerçekleşeceğine inandılar ve daha sonra oluşan Şia’nın bütün
kollarının her biri kendilerine ayrı
ayrı liderler seçen çeşitli alt gruplar
halinde bir yapı oluşturma eğilimine girdiler.(Watt,2002,s.96) Şia’nın merkezi
kavramının aktörü masum, günahsız ve bu şekilde insanüstü bir takım
niteliklerin yüklendiği karizma sahibi imamdır. İmam olan kişiye bu şekilde
nitelikler atfedildiğinde inananların ona boyun eğmeleri ve onun çevresinde
toplanmaları ve adeta onu kutsallaştırmaları doğal hale gelir. Bilindiği
gibi Max Weber’in yoğunlaştığı
konulardan biri iktidarın ve gücün meşrulaştırılmasıdır. İnsanlar tabi olmak
için meşruiyet araçları bulduklarında iktidara itaat ederler. Weber, hakimiyet
ilişkilerini meşrulaştıran üç otorite biçiminden bahseder: Yasal, geleneksel ve
karizmatik otorite. Yasal otorite kişisel olmayan kuralların meşruiyetini;
geleneksel otorite alışılmış ve standartlaştırılmış uygulamaların meşruiyetini
ifade ederken, karizmatik otorite ise yasalara ve geleneklere değil, kutsallık,
kahramanlık veya bazı olağanüstü nitelikler yüklenen bir kişiye bağlılığı ifade
eder. Fakat karizma diğer meşruiyet biçimlerine göre kısa ömürlüdür. Karizma
sahibi liderin ölümü hedef kitlesi olan toplumsal hareketi otorite kaynağından
mahrum bırakır. Böylece karizmatik otoritenin kişisel temellerini görev
karizması ve tevarüs eden karizma şeklinde kişisel olmayan karizma biçimlerine
dönüştürür. Karizmanın bir paradoksu toplumsal değişim ve atılımın kaynağı
olarak hareket ettiğinde karizmatik mesajı veya onun farklı yönlerini maddi ve
düşünsel ihtiyaçlarına uygun bulan
toplumsal gruplarca devamlı olarak ve hızlı bir biçimde uzlaştırılması
ve rutinleştirilmesidir. Karizmanın toplumsal çatışmalar ve hızlı toplumsal
değişimler sırasında ortaya çıkması nedeniyle kendi aralarında bağlılar ve
taraftarlar için rekabet edecekleri beklenebilir. Weber karizmanın yalnızca
ortaya çıkış sürecinde var olduğunu, liderin ölümüyle karizmanın
kişisizleştiğini, sıradanlaştığını ve rutinleştiğini öne
sürer.(Turner,1991,s.40) Bu açıdan
Şia’da kendisine karizmatik nitelikler atfedilen imamet ilkesinin
sosyokültürel, politik, tarihsel ve dini bağlamlarına bakıldığında İslam
toplumunda yaşanan toplumsal gerilim ve çatışma ortamında ortaya çıktığı görülmektedir.
Bir taraftan Şia’da Kerbela’nın oluşturduğu mağduriyet, öfke ve intikam
duyguları tezahür ederken diğer taraftan mevali gibi adalet talebini Ehli
Beytin iddialarıyla birleştiren Arap
olmayan yabancı kitlelere Şia’nın karizmatik imam anlayışının başarılı bir
şekilde hitap ettiği bir vakıadır.(Turner,1991:120) Şia’nın
hemen hemen bütün kolları imamın Allah tarafından ilham edilmiş, meşru kanun
koyucu olduğu fikrine sahiptir. Bu karizma Hz. Peygamber’den Hz. Ali’nin nesli
ile tevarüs eden bir mirastı. Onlara göre halife/imam Allah’ın vekili,
peygamberin işlevinin de varisi olarak kalmıştı.[3]
Bu anlayış Şia’nın ana kollarından biri olan İsmailililerce günümüze kadar
devam ettirildi. Modern İsmailililer bu inancı onların Ağa Hanı’nın
karizmasında irsi bir rütbe olarak devam ettirdiler. Ana akım İmamiyye ise
kendi imamları için aynı görüşe sahiptiler. Fakat onun gizlenmesinin ardından
onun rehberliğinden mahrum kalmış oldular. (Zubaıda,2012:126)
İran’da geçmiş devirlerde alimin temelde
ikiye ayrıldığı görülmektedir: Bir yanda yönetici-bürokrat olanlar ve diğer
tarafta halkçı mistik olanlar.Yönetici-bürokrat olan alimler dine ve devlete
hizmet ederken, diğerleri ise kitlelerin
dinsel ihtiyaçlarına cevap verir. Şiilikte Müslüman, sorumluluğu gaip imamın
dönüşüne kadar ulemaya verir. Ulema bu durumda yöneticinin halkı yönetmesini
kolaylaştırır veya bunun aksine yöneticiye karşı kitleleri harekete geçirme
imkanı bulacaktır. (Gellner,85-87) Buna karşılık Fazlurrahman, Şia’daki güçlü ve otoriter imam vurgusunun teorik
düzeyde kaldığını ve Şiilik hareketinin elinde adeta bir mahkûma
dönüştürüldüğünü hatta son imamın kaybolmasından sonra teorik yol göstericiliğin de kalmadığını ve
sadece imamın geri döneceği ümidinin devam ettiğini öne sürmektedir.(Fazlurrahman,2000,s.246) Gaybetinden sonraki süreçte İmamın
beklenen Mehdi inancıyla geri döneceği ümidi korunmuştur. İşlevsizleşen ve gelmesi ümit edilen
karizmatik İmamın bütün görev ve yetkilerini 20. Yüzyılın son çeyreğinde
Humeyni, velayet-i fakih denilen ulemaya yüklemiş ve bu inancı yeniden
fonksiyonel hale getirmiştir. Weber’in karizmanın rutinleşmesi diye ifade
ettiği durum bu şekilde gerçekleştiği söylenebilir. Humeyni’nin 12. İmam’ın (Gaybet)
yokluğunda onun görevlerini üstlenen Naib’ul-İmam olduğuna inanılmaktadır. Bu
yaklaşıma göre 12. İmamın gaybeti sırasında onun bütün görevleri Şii fıkhını
çok iyi bilen fukahaya devredilmiştir. Humeyni’nin Velayeti Fakih nazariyesi
temel olarak adalet sahibi fakihlerin toplumu her yönden yönlendirmesi fikrine
dayanmaktadır. Dini hayatı yönlendiren düzen buna göre işlemektedir. Mollaların
toplum üzerinde önemli ölçüde etkileri olduğu görülmektedir. İçtihat seviyesine
yükselmiş ve Ayetullah unvanını kazanmış her âlim bir çevre edinmekte ve
düzenli olarak öğrenci yetiştirmekte, halkın dini problemlerine çözümler
sunmakta ve vaaz etmektedir. İran’da halk halen yaşadığına inanılan 12. İmamın
zamanı gelince tekrar döneceğine inanmaktadır. İran’da halkın dini bilgi
seviyesi oldukça düşüktür. Bu durum dinin geleneklerle bütünleşmesinde etkili
olmaktadır. Bu noktada Ulemanın merci-i taklit olarak görülmesi önemlidir.
Merci-i Taklit Şiiliğe özgü bir kurumdur. Şii anlayışa göre müçtehit olmayan
yani taklit konumunda olan halkın
mutlaka bir mercii taklit bulması ve ona uyması gereklidir.(Onat,1993,s.130-132)
Fakih, Merci-i Taklit, Şehadet, beklenen Mehdi inancının vb.
günümüzde de İran toplumu için ne kadar işlevsel olduğu görülmektedir. Onat’a
göre bu unsurlar İran devrimine etki eden temel motiflerdendir. Roy’a göre "şii
muhayyilede" devrim düşüncesine daha kolayca uyum sağlayabilen tarih
duygusu, bin yılcılık öğretisi, sosyal adalet düşüncesi, geçici iktidarın değersizleştirilmesi,
şahadet övgüsü vb. temel konuların var olduğu bir vakıadır. (Roy, 2020:227) İran-Irak
arasında 1980-1988 yılları arasında süren savaş devrimin ilk aşamasında
Şiiliğin tarihsel süreç içinde muhalif duruştan beslenen protest yapısının
ortaya çıkmasını, Kerbelâ ve Hz. Hüseyin üzerinden şehitlik algısının iyice
derinleşmesini, kök salmasını sağlamıştır.(Onat, 2013,s.237) Onat, beklenen Mehdi inancının devrim
konusunda nasıl işlevsel hale getirildiğini şöyle açıklıyor:
‘Asırlarca Şii kitleleri pasifize
eden bu inanç ("Beklenen
Mehdi")
Humeyni ve Ali Şeriati
Gibi
düşünürler tarafından yeniden
yorumlanmış, kavrama
yeni içerikler kazandırılmış,
ideolojik boyut katılarak
kitleleri
harekete geçirici bir niteliğe büründürülmüştür. Bu
yeni bakış açısına göre,
12.İmamın zamanı gelince
insanlar arasına tekrar
döneceğine İnanmak, oturup,
eli kolu bağlıymışçasına beklemek
demek değildir. Buna inanan
insanlar, ortamı,
Mehdi geldiğinde kolayca
iş boyunca süratle değişen Müslüman toplumlar
içerisinde bunalımlı zamanlar,
muhtemelen başta Şii çevreler
olmak üzere ve fakat aynı zamanda Sünniler arasında da bir kurtarıcı beklentisine olan inancın köklü bir biçimde
oluşmasına zemin hazırlamış
ve
"Mehdi" inancı
bu
gruplarda güçlü bir biçimde yerini almış
bulunmaktadır. Bir kurtarıcı beklentisine inanmanın bir benzeri
İslam'dan önceki
Arabistan'da Yahudi ve Hıristiyanlann
yanı
sıra Arap kabilelerinde de
mevcut olduğu görülmektedir.(Günay,2002, s.54)
İmamiyye’nin tarihine bakıldığında
teşekkül sürecinden itibaren beş altı asır siyasi alanda ciddi bir başarı elde
edemediği görülmektedir. Onlara ilk destek 954 yılında Bağdat’ı ele geçiren
Büveyhilerden gelmiştir. İmamiyye’nin itikat, hadis ve muamelatla ilgili
eserleri bu dönemde meydana getirildi. Günümüzde gerçekleştirilen bir takım
pratiklerin (10 Muharrem’de yas tutma, ağlama, zincirlerle kendilerini dövme
vb.) Büveyhiler zamanından kalmadır.
Selçukluların Büveyhileri yıkmasıyla İslam dünyasındaki Şii hâkimiyeti etkisini
kaybetmiştir. İmamiyye Şia’sının tekrar canlanması Safevilerin 1501-1737
yılları arasındaki İran’daki hakimiyet dönemlerine denk gelmektedir. Erdebil
Tekkesinin Şiileşmesi ve Şah İsmail’in (1501-1524) iktidarı ele geçirmesiyle
İran’da siyası bir birlik sağlanmış ve Şiilik İran’da resmi mezhep olmuştur.
Başka bölgelerden getirilen Şii ulema İran’da Şiiliğin yeniden canlanmasına
sebep olmuştur. Camiilerde ve toplu yerlerde Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman
ve Muaviye’ye lanet okunmaya başlanmıştır. Ezana Eşhedü enne Aliyyen
veliyyullah ile Hayya ala hayril amel sözü eklenmiştir. Sonraki süreçte Kaçar
hanedanları(1737-1925) ve Pehleviler dönemi(1925-1979) sürecinde İran’da Şiilik
kökleşmiştir.(Kutlu, 2012:242)
İmami Şiilikte içtihatta bulunmak sadece fıkıhçı ve din adamı olmaya bağlı olduğundan
Şii din adamları Sünni alimlere nazaran daha fazla yetkiye sahiptir.(Zubaıda,
2012,s:379) İcma, konsensüs ve önceki nesillerin
birikmiş icmasını taklit etmek Sünni dünyada içtihadı sınırlamaktadır. İçtihada
izin verildiğinde onu sınırlayan çok az kural ve usul olduğundan keyfi bir hale
gelmektedir. Ve dini ilgileri olan eğitimli her herhangi bir insan tarafından
gerçekleştirmektedir. Şii İran’da içtihat önceki müçtehitlerin vardıkları
hükümlerden açıkça muaf tutulmuştur. Ve bizzat kendi hükümlerine varmak zorunda
olan yüksek ulemanın düzenli bir uygulamasıydı. İçtihat ilkesinin işlevi
yenilikten ziyade ulemanın otoritesini ve özerkliğini oluşturma ve destekleme
aracı olarak görünmektedir. İçtihat ilkesi, yeni şartlara uygun yeniliklere
izin vererek bit takım ulemaya esneklik ve manevra imkânı vermektedir ki
İran’daki yapıda bu durum görülmektedir.(Zubaıda,2012:288)
Hukuk alanında Şia Sünnilikten bir kısım farklılıklar
göstermektedir. Mut’a nikahı bunlardandır. İbadetlerdeki farklılıklar ise daha küçük
boyuttadır. Özellikle imamların mezarlarının
ziyaret edilmesi, ibadete layık görülmesi, Şii pratiklerinde önemli bir yer tutmaktadır. Şii halk
Sünni toplumdan daha fazla batıl inançlara bağlıdır.
Fazlurrahman’a göre Sünni gelenek Şia’nın imamlarının
birçoğunu hadis ve fıkıhta otorite olarak kabul etmesi Şia’daki imamet düşüncesinin
hayal ürünü olduğunu göstermektedir. Şia birden fazla unsurla Sünniliği
etkilemiştir. Şia’nın Ehli Beyte gösterdikleri tazim Sünnilerin tutum ve
davranışlarına yansımıştır. Sünni geleneğin sahabe idealizasyonu Şiiliğin sahabenin büyük çoğunluğuna
kategorik bir olumsuz yaklaşım sergilemesinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Sünni İslam’da görülen mehdi fikrinin oluşumu ve gelişmesi esas itibariyle Şia’nın imamet
teorisinden gelmektedir. Şia, Sufilik kanalıyla birçok etkide bulunmuştur:
Örneğin Kuran’ın batıni tarzda yorumlanması gibi.(Fazlurrahman,2000,s.248-253)
Kaynakça
Cabiri, Muhammed Abid (2011) Çağdaş Arap İslam
Düşüncesinde Yeniden Yapılanma, Düşün Yay.,(çev: Ali İhsan Pala, Mehmet Şirin
Çıkar),2. Baskı, İstanbul
- 1997
Arap Aklının Oluşumu, (Çeviren: İbrahim Akbaba), İz Yay. İstanbul
Evkuran,Mehmet 2015-Sünni Paradigmayı Anlamak, Ankara Okulu,3.Baskı,
Ankara
Fazlurrahman,
2000 İslam, 6.Basım Ankara Okulu, Ankara
Fığlalı, Ethem Ruhi 1993 Milletlerarası
Tarihte ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu
Gellner,
Ernest 2012 Müslüman Toplum, Kabalcı Yay. (Çev: Müfiy Günay)
Günay, Ünver .(2011).
Din Sosyolojisi 13.Basım İstanbul: İnsan Yayınları
Kutlu,
Sönmez.(2002).Tarihsel Din Söylemleri
Üzerine Zihniyet Çözümlemeleri, Ankara:Otto
Yayınları
Kutlu,
Sönmez.(2015).Mezhepler Tarihi El Kitabı,
(Editörler: Hasan Onat ve Sönmez Kutlu 4.Baskı.Ankara : Grafik Yayınları.
Laoust, Henry1999 İslam’da Ayrılıkçı Görüşler, Pınar Yay.,(Çev:
Ethem Ruhi Fığlalı, Sabri Hizmetli),İstanbul
Roy, Oliver 2020 Siyasal İslam’ın İflası, Metis Yay,(çev:
Cüneyt Akalın)
Onat, Hasan 1997 Şiiliğin Doğuşu Meselesi (Birinci Hicrî Asır), Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: XXXVI, s.
79-118
-
2013
İran İslam Devrimi ve Şiîlik, e-Makâlât Mezhep Araştırmaları, 2013, cilt: VI,
sayı: 2, s. 223-256
Turner, Bryan 1991 Max Weber ve İslam, Vadi Yay. (Çev:
Yasin Aktay)
Evkuran,2015,s.82)
Watt,
Montgomery 2002 Dinlerde Hakikat, İz Yay.,(Çev: A. Vahap Taştan, Ali Kuşat)
İstanbul
Watt, 1968 İslami Tetkikler, Ankara
Üniversitesi Basımevi (Çev: Süleyman Ateş)
Wilson, Bryan 2004 Dini Mezhepler, İz Yay.(Çev: Ali
İhsan Yitik, A. Bülent Ünal)
Zubaıda
Sami, 2008 ,İslam dünyasında hukuk ve İktidar, Bilgi Üniversitesi Yay.
- 2012, İslam’da Mezhepler,
(Çev:Muzaffer Tan), Din Sosyolojisi: Yaşadığımız Dünya, Peter B. Klarke, İmge
Yay.
[1] Şia, Gadir Hum olayını, Hz. Ali'nin
imameti konusunda en önemli ve mutlak delil olarak gördüğü için, kısaca
üzerinde durmakta yarar vardır.Gadir Hum, Mekke-Medine yolu üzerinde, Cuhfe'den
üç mil uzaklıktaki Humm vadisinden doğan bir su kaynağının birikintileriyle
oluşmuş bataklık bir gölcüğün bulunduğu yerdir. Şiilere göre Hz. Peygamber, Veda Haccı dönüşü, 18 Zilhıcce
10 (1 7 Mart 632) Pazartesi günü burada Müslümanlara konuşma yapmış ve
konuşmasında şöyle demiştir: "Ben kimin mevlası isem, bu (Ali) de onun mevlasıdır" (Men
küntü mevlahu, fehaza (Aliyyun) Mevlahu). Daha sonra minber haline getirilen deve hamutlarının üzerine
oturur ve ellerini açarak, "Allahım
!
Onu seveni sev; ona düşman
olana
düşman ol !"duasında bulunur.Bkz.Hasan
Onat, Şiiliğin Doğuşu Meselesi, AÜİFD, xxxvII, s.83)
[2] Bu imamlar sırasıyla; (1) Ali b. Ebi Ta.Iib
(40/661);(2) Hasan b. Ali (3-49/625-669);(3) Hüseyin b. Ali (4-611626-680);(4)
Ali Zeynelabidin b. el-Huseyin (38-95/659-713);(5) Muhammed el-Bakır (57-116/676-734);(6) Cafer es-Sadık (80-148/699-765);(7) Musa el-Kazım (128-183/745-799);(8) Ali er-Rıza (148-203/765-818);(9) Muhammed et-Takl (el-Cevad)
195-220/811-835);(10) Ali en-Nakl (el-Hadi) (212-254/828-868);(ll) Hasan
el-Askeri (232-260/846-873);(12) Muhammed el-Mehdi (255- /869- ) (Fığlalı, 1993, s.41) İsmaililik
ise İmamiyye görüşlerine yakın olan
Şia’nın yaşayan kollarından biridir. İsmailiye, Cafer es Sadık'ın büyük oğlu
İsmail'in adına izafeten ortaya çıkmış bir mezheptir. Çeşitli batıni fikirler
etrafında Ebu'l- Hattab (138 1 755) ve Meymun el Kaddah ile onun oğlu
Abdullah (261 /784) tarafından 279/909
yılında Fatımiler devletini İsmaililer kurulmuştur. Fatımi Halifesi Mustansır zamanında İsmaililer
(427-487/1036-1094) Nizari ve Musta'li olarak iki kola ayrılmıştır.
Alamut kalesinde konuşlanan Nizariler Hasan Sabbah zamanında hayli güçlenmişler, uzun müddet dehşet
saçarak Müslümanlara zarar vermişler ve onları korkutmuşlardır. Bunlardan bir
kısmı daha sonraki süreçte Hindistan’a geçerek Hz. Ali’nin ilah olduğunu ileri
süren Ali İlahiler grubunu oluşturmuşlardır.1840’lı yıllardan itibaren
Nizariler Ağa Hanlar’ın idaresine girmişler ve yeni bir hüviyete
bürünmüşlerdir. Nusayrilik ve Dürzilik ise Şia’nın temelleri üzerinde
şekillenmiş fakat Şia’dan bir hayli uzaklaşmış fırkalardır.(Onat, 1993,s.125-128)
[3]
Şia, imameti nübüvvetin bir
parçası olarak değerlendirmiş ve kurum olarak da imameti nübüvvetin bir devamı
olarak görmüştür.(Evkuran,2015,s.82)
Yorumlar
Yorum Gönder