GEÇİM SIKINTISI VE BELİRSİZLİK DÖNEMLERİNDE TEVEKKÜL SÖYLEMİ: TEORİK BİR İNCELEME
1. GİRİŞ
Toplumsal ve bireysel yaşam, zaman zaman ekonomik krizler, işsizlik ve belirsizlik gibi zorluklarla karşı karşıya kalmaktadır. Bu gibi durumlarda insanlar, manevi ve dini inançlara sarılarak psikolojik bir dayanak arayışına girerler. Tevekkül kavramı, İslam dünyasında Allah'a güvenmek ve ona dayanmak anlamında, bireyin hem ruhsal hem de toplumsal dayanıklılığını sağlayan önemli bir kavramsal ve pratik yaklaşım olarak ortaya çıkmaktadır.
Dini inançlar, bireyin yaşamındaki belirsizlikleri anlamlandırmasına ve bu belirsizliklerle başa çıkmasına yardımcı olan güçlü bir araçtır. Tevekkül, insanlara sabır ve dayanma gücü vererek onları moral açıdan desteklemekte ve içinde bulundukları zor koşulları daha kolay kabullenmelerini sağlamaktadır. Bireyler tevekkül sayesinde yalnız olmadıklarını hisseder, kaderin bir parçası olduklarına inanarak yaşam mücadelelerine devam ederler.
Toplumlarda tevekkül söylemi, sadece bireysel bir rahatlama sağlamaz, aynı zamanda toplumsal dayanışma ve yardımlaşma duygularını da pekiştirir. Özellikle ekonomik kriz dönemlerinde toplumsal organizasyonlar, dini cemaatler ve hayır kurumları, tevekkül söylemi etrafında şekillenerek bireylerin zorlukları aşmalarına yardımcı olur. Böylece toplum içinde bir birlik ve dayanışma ruhu oluşur.
Bu çalışma, tevekkül söyleminin belirsizlik ve geçim sıkıntısı gibi zorlu dönemlerde bireysel ve toplumsal boyutunu ele alarak, din sosyolojisi ve psikolojisi perspektifinden teorik bir inceleme sunmayı amaçlamaktadır. Max Weber ve Emile Durkheim gibi klasik sosyologların düşünceleri, dinin bireylerin zorluklarla başa çıkma mekanizmasındaki rolünü anlamamıza katkı sağlamaktadır. Aynı zamanda, modern sosyoloji ve psikoloji yaklaşımları da tevekkül söyleminin günümüzdeki etkilerini anlamada önemli bir temel sunmaktadır.
Tevekkül kavramı, bireyin yaşamını şekillendiren içsel bir inanç olmakla birlikte, toplumsal yapılarla da doğrudan ilişkilidir. Din sosyolojisi açısından tevekkülün kriz anlarında bir umut ve direnç kaynağı olarak görülmesi, bireylerin yaşadıkları zorluklara karşı sergiledikleri psikolojik ve sosyal tutumları anlamamız açısından önem arz etmektedir.
DİN VE BELİRSİZLİK: KLASİK VE ÇAĞDAŞ TEORİK YAKLAŞIMLAR
Din, tarihsel olarak bireylerin anlam arayışı, ölüm ve hayatın bilinmezliği karşısında bir güven, dayanak noktası veya “nihai kaygı”ya cevap sunan bir çerçeve olarak görülmüştür. Özellikle Max Weber ve Emile Durkheim gibi klasik sosyologlar, dinin toplumsal ve bireysel işlevlerini vurgulamışlardır.5
Tarih boyunca insanlar, varoluşsal belirsizliklerle karşı karşıya kaldıklarında, anlam ve güven arayışına yönelmişlerdir. Bu arayış, ölüm korkusu, hastalık, doğal afetler veya ekonomik zorluklar gibi dış faktörler karşısında daha da belirginleşir. Din, bu noktada, insanın iç huzurunu korumasına ve geleceğe dair kaygılarını hafifletmesine yardımcı olan bir dayanak oluşturur. Birçok antropolojik ve sosyolojik araştırma, dinî sistemlerin büyük ölçüde bu belirsizliklere cevap verme ihtiyacından doğduğunu göstermiştir. Ritüeller, mitler ve kutsal metinler, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde “ne yapmalı, nasıl yaşamalı” sorularını yanıtlama potansiyeli taşır. Bu nedenle din, salt teolojik bir yapılanma olmaktan öte, insan toplumlarının temel bir sosyal örgütlenme biçimi olarak kabul edilir.
Teolog Paul Tillich’in “nihai kaygı” (ultimate concern) ifadesi, insanın en derin kaygılarının sadece maddi ihtiyaçlarla sınırlı olmadığını, aynı zamanda metafizik ve manevi boyutlar da içerdiğini vurgular. Din, bu “nihai kaygı”ya cevap vererek, bireylere sadece dünyevi yaşamda değil, ölüm ve sonrasına ilişkin de bir perspektif sunar. Özellikle hayatın sonluluğu ve bilinmezliği düşünüldüğünde, dinin sunduğu ebediyet veya ebedî huzur fikri, inananlar için güçlü bir teselli kaynağıdır.
Sosyoloji disiplininin kurucu isimlerinden sayılan Max Weber ve Emile Durkheim, dinin toplumsal yapılar ve bireyler üzerindeki etkisine özel önem vermiştir. Weber, dinî inançların insanlar için bir motivasyon kaynağı olduğunu ve bu inançların ekonomik, politik, kültürel alanlarda derin yansımaları bulunduğunu ileri sürer. Durkheim ise dinin kolektif bilinci şekillendiren en önemli unsur olduğunu, bu sayede toplumun bütünleşmesini sağladığını söyler. İşte bu tarihsel ve kuramsal çerçevede din, belirsizlik ve geçim sıkıntısı gibi durumlarda bireylerin ve toplumun başvurduğu önemli bir “güven mekanizması” haline gelir. Aşağıda, Weber ve Durkheim’ın yaklaşımına daha derinlemesine bakarak, dinin nasıl “belirsizliği rasyonelleştirme” ve “toplumsal dayanışma” gibi işlevleri üstlendiğini göreceğiz. Bu iki klasik sosyolog, konunun kuramsal dayanaklarını sunarken, çağdaş araştırmacıların da benzer noktalara vurgu yaptıkları görülmektedir.
Max Weber, dini eylemin motivasyon kaynaklarını analiz ederken, dinin belirsizlikleri ve zor yaşam koşullarını rasyonelleştirebildiğini belirtir. Örneğin, Weber’in Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu’nda belirttiği “kader ve seçilmişlik” vurgusu, ekonomik sıkıntılar içinde dahi çalışmaya devam etmenin ve manevi olarak güçlü kalmanın meşrulaştırıcı unsuru olmuştur.”
Max Weber, insan davranışlarını anlamak ve açıklamak amacıyla “toplumsal eylem” kavramını merkeze alan bir sosyoloji inşa etmiştir. Bu çerçevede Weber, eylemleri “amaçsal-rasyonel, değer-rasyonel, duygusal ve geleneksel” olmak üzere dört ana kategoride inceler. Dini kaynaklı motivasyon, özellikle “değer-rasyonel” eylemlerde belirginlik kazanır. Yani birey, belirli bir “değer” (dinî inanç, kutsal emir vb.) doğrultusunda hareket ettiğinde, davranışlarını bu değere sadık kalarak rasyonelleştirir. Dolayısıyla kişinin çalışma, tasarruf etme veya yatırım yapma gibi gündelik faaliyetleri, dinî bir çerçeveyle anlam kazanarak değer-rasyonel niteliğe bürünebilir.
Weber’in Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eseri, dinin ekonomik faaliyetler üzerindeki etkisini somut bir şekilde ortaya koyar. Protestanlığın bazı kollarında (özellikle Kalvinizm) yer alan “kader ve seçilmişlik” fikri, inananlarda güçlü bir çalışma arzusu yaratır. Bu düşünceye göre dünyadaki başarı, “Tanrı’nın lütfunu” yansıtan bir işaret olarak yorumlanabilir. Örneğin, Protestan bir tüccar, ekonomik zorluklara rağmen ticari faaliyetlerini sürdürürken, başarıya ulaşmanın yalnızca maddi değil aynı zamanda manevî bir anlam taşıdığına inanır. Bu durum, bireyi daha disiplinli, tasarruflu ve çalışkan olmaya iter; zira ekonomik kazanım, kişisel gayretin ötesinde “kutsal bir onay” olarak görülür.
Günümüzde farklı dinî geleneklerden insanlar, Weber’in belirttiği gibi, sadece ibadetlerle sınırlı kalmayıp dünyevi faaliyetlerinde de dinî referansları kullanabilirler. Örneğin, İslami bankacılık uygulamaları, faizsiz finans sistemini dinî bir ilke (faiz yasağı) üzerinden temellendirir ve bu çerçevede yatırım faaliyetlerini yönlendirir. Bir Müslüman girişimci, ekonomik kriz döneminde dahi helal kazancı sürdürmeyi, manevi bir sorumluluk olarak algılayabilir. Bu şekilde “faiz” içeren işlemlerden kaçınmak, sadece bireysel bir inanç eylemi değil, aynı zamanda toplumsal düzeyde bir ekonomik praksise dönüşür. Böylece dünyevi faaliyet (ticaret, tasarruf, yatırım) dinî bir söylemle meşrulaştırılır ve güçlendirilir.
Özellikle belirsiz veya zorlu yaşam koşullarında, dinî inançlar “harekete geçirme” potansiyelini daha görünür kılar. Örneğin, ağır ekonomik krizle sarsılan bir ülkede işsiz kalan bir kişi düşünelim. Bu birey, “Tanrı’nın bana verdiği bir sınav” veya “Bu zorluğu aşmak için gayret göstermeliyim” anlayışıyla, iş aramaya, yeni beceriler edinmeye veya farklı iş kollarına yönelmeye motive olabilir. Dışarıdan bakıldığında yalnızca “ekmek parası kazanma” çabası gibi görünen bu eylem, içeride manevi bir boyuta sahip olabilir: “Çalışmak ibadettir” veya “Helal rızkı aramak zorundayım” söylemi, kişinin motivasyonunu ayakta tutar.
Bireysel düzeyde güçlü motivasyon sağlayan dinî inanç, toplumsal ölçeğe de yansıyabilir. Örneğin, ekonomik darboğaza giren bir kasabada, kilise veya cami cemaati öncülüğünde kurulan “yardım sandığı” veya “kalkınma kooperatifi”, üyelerin tasarruflarını ortak bir fonda toplar ve krizle mücadelede kolektif bir çaba geliştirir. Weber’in yaklaşımıyla bakıldığında, bu eylemler sadece rasyonel bir ihtiyaca (para toplamak, ekonomik krizle baş etmek) cevap vermekle kalmaz; aynı zamanda dinî bir değer (yardımlaşma, kardeşlik, helal kazanç) tarafından da yönlendirilir ve meşrulaştırılır. Sonuçta bu iki unsur (dünyevi ihtiyaç ve dinî değer) birleşerek, bireylere hem manevi tatmin hem de toplumsal dayanışma imkânı sunan güçlü bir motivasyon kaynağı oluşturur.
Bu ayrıntılı kuramsal çerçeve ve somut örnekler, Max Weber’in dinin insanları yalnızca ibadete yönelten bir yapı olmadığını, aynı zamanda dünyevi faaliyetler için de sağlam bir meşruiyet zemini ve motivasyon sağladığını anlatır. Zorlu veya belirsiz yaşam koşullarında ise bu motivasyon, ekonomik veya toplumsal krizlere direnç göstermede önemli bir işlev üstlenebilir.
Belirsizlikleri Rasyonelleştirme Mekanizması
Weber’in Rasyonelleştirme Kavramına Giriş:
Max Weber, modern toplumun oluşum süreçlerini ele alırken “rasyonelleşme” (rationalization) kavramını merkeze yerleştirir. Bu kavram, insanların doğal ve toplumsal olayları “akılcı” çerçevelerle açıklama, anlamlandırma ve kontrol etme eğilimini ifade eder. Weber’e göre din, her ne kadar ilk bakışta “manevî” bir alanı temsil etse de, toplumsal hayatta belirsizliği rasyonelleştirmede ve insan deneyimini anlaşılır kılmada kritik bir rol oynar. Bu, özellikle beklenmedik kriz anlarında veya ekonomik dar boğazlarda, insanların yaşananları bir “ilahi plan” ya da “kader” perspektifiyle yorumlaması sonucu ortaya çıkar. Böylece birey, dış dünyanın karmaşasını ve kendi içine düştüğü çaresizlik hissini, dinin sunduğu kavramsal çerçeve sayesinde yeniden düzenleyerek görece daha istikrarlı bir zihin yapısına kavuşur.
Dinî Kavramlarla Yeniden Yorumlama:
Weber’in bakış açısına göre, ekonomik sıkıntılar veya doğal felaketler gibi öngörülemez olaylarla yüzleşen insanlar, bu olayları “rastlantı” veya “kaos” olarak görmek yerine “Tanrı’nın takdiri” ya da “kader” gibi dinî kavramlarla bütünleştirebilir. Örneğin, ansızın işsiz kalan biri, bu durumu salt “talihsizlik” olarak değil, “ilahi bir sınav” ya da “sabır gerektiren bir imtihan” şeklinde değerlendirebilir. Bu yorumlama biçimi, yaşanılan maddi zorlukların ve duygusal gerilimin rastgele meydana gelmediğini, bunun yerine daha büyük bir düzenin parçası olduğunu düşünmeyi sağlar. Bu sayede birey, kendisini içinde bulunduğu olumsuz durumun tamamen “kurbanı” olarak görmekten kaçınır ve olup biteni anlamlandırabileceği bir üst çerçeve bulur.
Umutsuzluk Yerine Sabır ve Mücadele Motivasyonu:
İnsan psikolojisinde, belirsizlik ve kontrol kaybı hissi genellikle stres, kaygı ve çaresizlik duygularını tetikler. Weber’in rasyonelleştirme teorisi bağlamında din, bu duyguları yatıştıran bir “anlam haritası” sunar. Bir kişi, “Bu sıkıntıyı Allah bana verdi, elbet bir hikmeti vardır” şeklinde düşünerek, umutsuzluk yerine içsel bir sabır ve dayanma gücü kazanabilir. Bu yaklaşım, bireyin pasif bir şekilde kaderine razı olmasını gerektirmez; aksine, “Çabalayacağım, elimden geleni yapacağım, gerisini Allah’a bırakıyorum” gibi bir anlayışa da kapı aralayabilir. Sonuçta kişi, ekonomik veya toplumsal anlamda yaşadığı zorluklar karşısında tamamen yenik düşmektense, kendi inanç çerçevesinde bir direnç ve kararlılık oluşturur.
Ekonomik Zorluklarla Başa Çıkmada Dinin İşlevi:
Weber, özellikle Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu eserinde, dinî inançların insanlara sadece manevi tatmin sağlamadığını, aynı zamanda dünyevi faaliyetlerde de motivasyon kaynağı olduğunu gösterir. Bu çerçevede “kader” veya “ilahi takdir” fikri, belirsizliği rasyonelleştirdiği ölçüde kişinin azmini canlı tutar. Örneğin, “Yoksul olmam Tanrı’dan bir imtihandır” diyen bir birey, durumu değiştirmek için çalışmayı bırakmak yerine, “bu imtihandan alnımın akıyla çıkmalıyım” şeklinde daha çok gayret gösterebilir. Dolayısıyla din, belirsizlik kaynaklı korku ve paniği yatıştırırken, aynı zamanda kişinin mücadele gücünü de besleyen bir yapı sunar.
Toplumsal Dayanışma Boyutu
Belirsizlikleri rasyonelleştirme, yalnızca bireyin içsel dünyasında yaşanan bir süreç değildir; aynı zamanda toplumsal etkileşim içinde de pekişir. Kişi, cami cemaati, kilise topluluğu veya benzeri inanç gruplarına katıldığında, benzer deneyimleri paylaşan diğer insanlardan destek görebilir. Weber, dinin bu kolektif boyutunun, toplumsal dayanışma ve dayanma kapasitesini artırdığını belirtir. Ekonomik veya toplumsal kriz dönemlerinde, “Tanrı’nın planı” inancı, sadece bireyin umudunu korumakla kalmaz, aynı zamanda topluluk içindeki yardımlaşma ve iş birliği duygularını da güçlendirir. Böylece, dinin belirsizlikleri rasyonelleştirme mekanizması, bir yandan bireye sabır ve mücadele motivasyonu aşılar, öte yandan toplumsal düzeyde güven ve dayanışma hissini yeniden üretir.
Weber’in ünlü eseri “Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu”, dinin ekonomik tutumlar üzerindeki etkisini göstermesi açısından çığır açıcıdır. Bu eserde, Protestan mezheplerinde (özellikle Kalvinizm) yer alan “kader ve seçilmişlik” inancının, bireylerin sıkı çalışma ve dürüstlük gibi değerleri benimsemelerini tetiklediği savunulur. Böylece belirsiz bir dünyada “seçilmiş olma” ümidine sarılan inananlar, ekonomik sıkıntılar karşısında dahi çalışmaktan vazgeçmez ve manevi güçlerini korur.
Protestan ahlâkındaki bu “çalışma etosu”, Weber’in bakış açısıyla, insanlar için sadece ekonomik kazanç değil, aynı zamanda ruhsal bir tatmin kaynağı da yaratır. Çünkü çalışma, kişinin “Tanrı tarafından seçilmişliğini” doğrulayan bir belirti olarak algılanır. Ekonomik zorluklar yaşandığında dahi, “çalışmaya devam etme” ve “daha fazla çaba gösterme” yönündeki itici güç, dini inançtan beslenen bir moral motivasyonu temsil eder. Böylece din, kriz anlarında bile bireye dayanma gücü sunan bir rehbere dönüşebilir.Weber’in bu analizleri, özellikle modern sosyolojide ve din sosyolojisinde dinin toplumsal ve ekonomik boyutunu anlamak için hâlâ çok önemli bir çerçeve sunar. Onun “rasyonelleştirme” ve “seçilmişlik” kavramları, günümüz toplumlarında da belirsizlikle baş etme yollarını açıklarken kullanılabilecek evrensel önermeler içerir. Sonuç olarak Weber, dinin sadece manevi bir rahatlama kaynağı değil, aynı zamanda bireyleri harekete geçiren ve toplumsal düzeni şekillendiren bir güç olduğunu göstermiştir.
Durkheim ve Kolektif Bilinç:
Emile Durkheim ise dinin, “kolektif bilinç” (conscience collective) yaratarak, bireyleri topluma bağlayan en güçlü sembolik sistem olduğunu savunur. Zor zamanlarda dinî törenler ve semboller, toplumsal dayanışmayı yeniden üreterek bireylere güven hissi aşılar.
Toplumu Merkeze Alan Yaklaşım: Emile Durkheim, din olgusunu anlamak için bireylerden ziyade toplumu merkezine alan bir yaklaşım geliştirmiştir. Ona göre din, yalnızca bireylerin Tanrı veya kutsal ile olan ilişkisini ifade etmekle kalmaz, aynı zamanda toplumun bütünleşmesi ve kendini yeniden üretmesi için gerekli sembolleri, ritüelleri ve değerleri de içerir. Örneğin, Durkheim’ın Dini Hayatın İlkel Biçimleri (Les formes élémentaires de la vie religieuse) adlı eserinde incelediği totemizm, görünüşte “ilkel” kabul edilen bir inanç biçimi olsa da, aslında kabile üyelerinin ortak kimlik ve dayanışma duygusunu inşa eden güçlü bir mekanizma olarak tanımlanır. Bu yaklaşımla Durkheim, dinin en temel ve evrensel işlevini, toplumsal bütünlük ile bireyin topluma aidiyet hissini pekiştirmesi şeklinde ortaya koyar.
Kolektif Bilinç Kavramı: Durkheim’ın “kolektif bilinç” (conscience collective) kavramı, bir toplumun üyelerinin paylaştığı duygu, düşünce ve inançların bütününü ifade eder. Bu bilinç, sadece soyut bir fikir olmayıp, dinî semboller ve törenler yoluyla somutlaşır. Mesela, Katolik Hristiyanlıkta kilise ayinleri veya İslam’da Cuma namazları, bireysel inancın ötesinde, toplumsal bir uyum ve ortak kimlik duygusu meydana getirir. Katılımcılar, aynı ibadethanede veya ritüelde bir araya geldiklerinde, kendi bireysel kaygılarını bir süreliğine aşarak “kolektif bir ruh” ile hareket etme eğilimindedir.
Gündelik Hayatın Ötesine Geçme: Durkheim’a göre din, insanları gündelik hayatın sıradan akışından çekip, kutsal bir zaman ve mekân algısına taşır. Böylece ortak ritüellerde yaşanan “kolektif coşku” (effervescence) deneyimi, katılımcıların birlik hissini güçlendirir. Örneğin, büyük bir bayram veya hac merasimi esnasında, farklı statü ve gelir gruplarına ait binlerce insan aynı semboller, dualar ve ritüeller etrafında buluşarak, kendilerini tek bir büyük topluluğun parçası olarak hisseder. Bu deneyim, toplumun bütün katmanları arasında paylaşılan bir “biz” duygusu yaratır.
Kolektif Bilincin Yeniden Üretimi: Durkheim, dinî pratiklerin toplumsal istikrar ve süreklilik yaratmada kritik olduğunu savunur. Devasa kalabalıkları bir araya getiren ayinler veya yas törenleri, topluluk içindeki üyelerin birbirlerine karşı sorumluluk ve empati duygusunu besler. Örneğin, bir doğal afet sonrasında kilise, cami veya benzeri ibadethanelerde düzenlenen toplu dualar ve yardım kampanyaları, mağdurlara yönelik manevi ve maddi desteği organize ederken, aynı zamanda toplumun değerleriyle (dayanışma, fedakârlık, yardımlaşma) yeniden temas edilmesini sağlar. Böylece kolektif bilinç, sürekli olarak yenilenir ve güçlenir.
Din ve Toplumsal Normların İçselleştirilmesi: Kolektif bilinç, aynı zamanda toplumsal norm ve kuralların içselleştirilmesini kolaylaştırır. Zira dinî semboller (haç, hilal, totem işaretleri vb.) ve ritüeller, sadece kutsal bir boyut sunmaz; aynı zamanda “neyin doğru, neyin yanlış” olduğunu belirleyen ahlaki çerçeveyi de sunarlar. Sembollerle güçlendirilen bu ahlaki çerçeve, bireyleri toplumsal normlara uyum göstermeye teşvik eder. Dolayısıyla Durkheim’a göre, dinin en temel işlevi, bireyleri ortak bir inanç ve değer sistemi etrafında birleştirerek, toplumsal düzenin yeniden üretilmesine katkı sağlamaktır.
Toplumsal Dayanışmanın Yeniden Üretimi:
Zor Zamanlarda Ortak Hareket Etme Eğilimi: Durkheim, toplumların özellikle kriz anlarında (ekonomik bunalımlar, savaş, salgın vb.) dinî törenler ve semboller etrafında birleşerek dayanışma hissini tazelediğini belirtir. Örneğin, büyük bir depremin ardından düzenlenen mevlit, ayin veya anma törenlerine geniş katılım sağlanması, bireylere yalnız olmadıklarını ve toplumun geri kalanıyla aynı acıyı paylaştıklarını hissettirir. Bu ortak paylaşılan acı ve ritüel deneyimi, toplumun kendini yeniden inşa etmesine olanak tanır.
Dayanışmayı Güçlendiren Örnekler: Tarihte ve günümüzde sıkça rastlanan örneklerden biri, salgın hastalıklar veya savaş dönemlerinde düzenlenen toplu dualar veya adak törenleridir. Orta Çağ Avrupası’nda veba salgınları sırasında kiliselerde toplanan halk, toplu törenlerle Tanrı’ya yalvarmış; Osmanlı döneminde de benzer şekilde sel, deprem veya kuraklık durumlarında camilerde toplu hatimler, yağmur duaları yapılmıştır. Bu törenler, Durkheim’ın vurguladığı gibi, sadece spiritüel bir amaç gütmekle kalmaz, aynı zamanda toplumun “hep birlikte” olduğuna dair güçlü bir mesaj vererek kolektif dayanışma duygusunu artırır.
Ekonomik Krizlerde Ortak Yardım Faaliyetleri: Günümüzde de ekonomik krizler veya ani işsizlik dalgalarında, dinî kurumların organizasyonuyla yardım kampanyaları, zekât toplama, aşevleri kurma gibi etkinlikler düzenlenir. Mesela bir cami cemaatinin, işsiz kalan üyeleri için gıda kolisi hazırlaması veya bir kilisenin, evsizlere barınak açması, sadece yardıma muhtaç olanların fiziksel ihtiyaçlarını karşılamakla kalmaz; aynı zamanda dayanışma ve bağlılık duygusunu güçlendirir. Durkheim’ın tezine göre bu faaliyetler, toplumun moralini yükselten ve krizin olumsuz etkilerini kısmen hafifleten bir işlev görür.
Ritüellerin Ruhsal ve Sosyal İşlevi: Toplumsal dayanışmanın yeniden üretiminde ritüellerin hem ruhsal hem de sosyal boyutu vardır. Ritüel sürecinde, bireyler ortak bir duanın parçası olur, birlikte ilahi veya marş söyler, aynı mekânda bedenlerini senkronize şekilde kullanır. Bu fiziksel senkronizasyon (örneğin diz çökme, el açma, birlikte yürüme) Durkheim’ın kolektif coşku (effervescence) dediği yoğun duygusal birliği doğurur. Böyle anlarda birey, tek başına olmadığını derinden hisseder ve başkalarının da aynı duygularla hareket ettiğini bilir. Bu, toplumsal bağları olağanüstü ölçüde pekiştiren bir deneyimdir.
Dayanışmanın Kalıcılığı ve Kurumsallaşma: Zaman içinde, bu tür dayanışma pratikleri kurumsallaşarak kalıcı örgütlenmelere dönüşebilir. Cemaatlerin kurduğu yardım dernekleri, gönüllü dayanışma ağları ve dinî vakıflar, kriz dönemlerinin ötesinde de topluma hizmet sunar hale gelir. Böylece “biz duygusu” ritüel ve törenlerde yaşanan anlık bir coşku olmanın ötesine geçer, toplumsal organizasyonun bir parçası hâline gelir. Durkheim, bu sürekli etkileşimin, topluma hem istikrar hem de kriz zamanlarında dayanma gücü verdiğini vurgular.
Dinî Sembollerin Güven Hissi:
Semboller ve Ortak Kimlik İnşası: Durkheim’ın analizinde dinî semboller (haç, hilal, totem işaretleri, vb.) sadece teolojik birer unsur değil, aynı zamanda bir toplumun birlikte hareket etmesini sağlayan sembolik bağlardır. Sözgelimi, bir Haç simgesi etrafında toplanan Hristiyan cemaatleri, yalnızca bir inanış paylaşmaz; aynı zamanda bu sembolü taşımakla ortak bir kimliği görünür kılar. Bu kimlik, insanlar arasında bir “biz” duygusu geliştirerek topluluğun üyeleri arasındaki sosyal mesafeyi kısaltır.
Manevi ve Toplumsal Güven Katmanı: Bu sembollerin varlığı, bireylere ve topluma manevi bir güven katmanı ekler. Örneğin, evinin duvarına Kur’an ayeti veya haç asan biri, günlük kaygı ve belirsizliklere karşı “korunma” hissi yaşayabilir. Durkheim’ın bakış açısıyla, bu sembollerin insana sağladığı “güven hissi”, aslında toplumsal bir inancın (kolektif bilinç) bireysel hayat üzerindeki yansımasıdır. Yani sembolden gelen “korunma”, gerçekte toplumsal olarak paylaşılan bir inanç ve ritüel çerçevesinin parçasıdır.
Zor Durumlarda Sembollerin Etkisi: Özellikle kriz veya felaket dönemlerinde dinî sembollerin rolü daha da görünür hâle gelir. Örneğin, büyük bir doğal afet sonrasında ayakta kalan bir cami minaresi veya kilise kulesi, topluma “Hayatta kalacağız, hâlâ bir aradayız” mesajı verir. Bu görsel sembol, felaketin ortasında dahi bireylerde “Tanrı bizi koruyor” veya “Bu da geçecek” şeklinde bir güven duygusu uyandırır. Toplum üyeleri bu sembolün etrafında toplanarak, yardım ve dayanışma faaliyetlerini örgütleyebilir.
Kolektif Vicdan ve Ahlaki Yaptırım: Durkheim’ın “kolektif vicdan” olarak tanımladığı olgu, dinî sembollerin yalnızca manevi destek değil, aynı zamanda ahlaki yaptırım aracı hâline de gelebileceğini vurgular. İnsanlar, bu sembollere duydukları saygı ve bağlılık üzerinden, toplumun onaylamadığı davranışlardan kaçınma eğilimi gösterebilirler. Mesela, kutsal kabul edilen bir sembole karşı saygısızlık, sadece Tanrı veya ruhani bir güce değil, aynı zamanda toplumun ortak inanç ve değerlerine de meydan okumak anlamına gelir. Böyle bir davranış çoğu zaman kınanır veya sosyal dışlanmaya neden olur.
İstikrar ve Süreklilik Vurgusu: Sonuçta dinî semboller, toplumu bütünleştirme ve bireylere güven hissi verme işlevlerini yerine getirirken, aynı zamanda uzun vadeli bir istikrar ve süreklilik duygusu sağlar. Özellikle belirsizliğin arttığı dönemlerde, bu semboller ve etrafında oluşan ritüeller, insanların bir arada kalarak sorunların üstesinden geleceğine dair bir inancı canlı tutar. Durkheim’ın perspektifine göre, dinin toplum üzerindeki en önemli etkilerinden biri de işte bu “sürekli yenilenen güven hissi” ile ilgilidir. Bu his, hem kriz anlarında hem de normal zamanlarda toplumsal dayanıklılığı artıran vazgeçilmez bir unsurdur.
NORRIS VE INGLEHART: EKONOMİK VE SİYASAL İSTİKRARSIZLIK BAĞLAMI
Norris ve Inglehart, dinin toplumsal ve bireysel işlevlerini anlamak üzere yürüttükleri istatistiksel çalışmalarında, özellikle ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın dinî inançları güçlendiren bir etken olduğuna dikkat çekerler. Bu iki araştırmacı, dünya genelindeki geniş veri setlerinden yararlanarak “varoluşsal güvence” (existential security) kavramını geliştirir ve ekonomik koşulları belirsiz, siyasi çalkantıları yüksek toplumlarda insanların manevî dayanaklara daha sıkı sarıldıklarını öne sürer. Örneğin, temel geçim ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanan veya sürekli siyasi çatışmaların yaşandığı bölgelerde insanlar, gelecek endişeleriyle baş edebilmek için dine yönelirler. Bu yönelim, sadece bireysel bir psikolojik rahatlama sağlamaz; aynı zamanda kolektif kimlik ve dayanışma duygusunu da pekiştirir. Örneğin Afrika kıtasının bazı bölgelerinde, darbeler veya iç çatışmalar döneminde kilise veya cami cemaatlerine katılımın arttığı sıklıkla gözlemlenmiştir. Benzer şekilde, Orta Doğu’da siyasi istikrarsızlığın yoğun olduğu ülkelerde, dinî cemaat ve tarikatların güçlü bir toplumsal ağ işlevi gördüğü raporlanmaktadır. Bu örnekler, Norris ve Inglehart’ın “toplumlar ne kadar belirsiz ve riskli bir ortamdaysa, dindarlık o kadar artar” şeklindeki tezini somut biçimde destekler. Bu artışta elbette bölgesel kültürel dinamiklerin de payı vardır; ancak ekonomik ve siyasal istikrarsızlık, dine rağbeti hızla tırmandıran bir katalizör işlevi görür. Din, bu bağlamda sadece uhrevî bir sığınak değil, aynı zamanda gündelik hayatın zorluklarına karşı güçlü bir “kolektif zırh” niteliğindedir. Bireyler, geleceklerini garanti altına alamadıklarında, inanç sistemleri aracılığıyla belirsizliği anlama, kontrol etme ve dayanma motivasyonu geliştirirler.
Norris ve Inglehart, bu durumun temelinde “hastalık, yoksulluk, şiddet ve işsizlik” gibi risklerin yüksek olduğu coğrafyalarda insanların dinî kurumlara daha çok güvendiklerini savunur. Örneğin Latin Amerika’nın bazı ülkelerinde, ekonomik çalkantılar baş gösterdiğinde Protestan kiliselerin yeni üyeler kazandığı ve var olan üyelerin ibadet pratiklerine daha fazla zaman ayırdığı gözlenmiştir. Aynı şekilde, Güney Asya’da sel veya deprem gibi doğal afetlerin ardından medrese veya cami merkezli dayanışma hareketleri hızla örgütlenerek mağdurlara yardım elini uzatır; bu da dine olan bağlılığı artırır. Bu açıdan baktığımızda, dinin sadece bireysel kurtuluş arayışına cevap vermediğini, aynı zamanda toplumsal kurtuluş ve yardım mekanizmalarını da devreye soktuğunu fark ederiz. Norris ve Inglehart’ın verileri, istikrarlı ekonomiye sahip, eğitim düzeyi yüksek ve sosyal refah sistemleri gelişmiş toplumlarda dinî inançların görece daha zayıf kaldığını göstermektedir. Bunun nedeni, bu toplumlarda bireylerin sağlık, emeklilik veya işsizlik gibi konularda devlete ve kurumsal yapılara güven duyabilmesidir; yani “dünyevî güvenlik” arttıkça “manevî güvence” arayışı azalır. Fakat bu ilişkiyi “mutlak bir kural” olarak görmek de yanıltıcı olabilir; zira kimi istikrarlı ülkelerde de kültürel veya tarihsel nedenlerle din güçlü kalmayı sürdürür. Yine de genel eğilim, belirsizlik ortamı ne kadar fazlaysa, dine olan yönelimin o kadar yüksek olması şeklindedir. Buna dayanarak Norris ve Inglehart, dinin kökeninin ve sürdürülebilirliğinin önemli ölçüde ekonomik ve siyasal koşullara bağlı olduğunu ileri sürerler. Bu kuramsal çerçeve, Durkheim’ın “toplumun krizde dine sarılması” tezini çağdaş istatistiksel verilerle destekleyen bir yaklaşım sunar.
Ekonomik ve siyasal istikrarsızlıkların yarattığı kaygı ortamında, dine yönelimi açıklamak için Norris ve Inglehart “rasyonel seçim” kuramlarından da kısmen yararlanırlar. Buna göre, insanlar yaşadıkları sorunları çözmek veya en azından anlamlandırmak için farklı seçenekleri değerlendirir ve “manevî yatırım” yapmak belli koşullarda rasyonel bir tercih sayılabilir. Örneğin, sıkça elektrik kesintilerinin yaşandığı, altyapının yetersiz olduğu ve yolsuzluğun yüksek seviyede olduğu bir ülkede, vatandaşların devlete ve kurumlara olan güveni sarsılabilir. Bu noktada, dinî topluluklar veya kanaat önderleri, insanların sorunlarına daha doğrudan çözüm veya destek sunuyorsa, bireyler bu dinî yapıları “güvenilir liman” olarak görmeye başlar. Bu “güvenilir liman” yaklaşımı, yalnızca ruhsal destek sunmakla kalmaz; aynı zamanda dayanışma ağları, iş bulma imkânları, maddi yardımlar gibi somut avantajlar da barındırabilir. Dolayısıyla manevi inanç sistemi, ekonomik ve siyasal belirsizlik dönemlerinde hem “anlam dünyası” hem de “pratik fayda” sağlayabilen bir bütünlük olarak öne çıkar. Örneğin, Orta Doğu’da yaşanan çatışma ortamlarında, pek çok kişi cami veya medrese etrafında kurulan toplulukların desteğiyle temel ihtiyaçlarını (barınma, gıda, eğitim) giderebilir. Aynı şekilde Orta Afrika’da, misyonerlik faaliyetleri yürüten kiliseler, insanlara temel sağlık hizmeti ve eğitim sunarak güven ve aidiyet hissini artırmaktadır. Bu realite, dinin kriz ortamlarında “zorunlu bir sığınak” şeklinde algılandığını ve bireylerin zihinlerinde çok boyutlu bir değere sahip olduğunu gözler önüne serer. Norris ve Inglehart’ın istatistiksel bulguları, bu somut örnekleri geniş veri tabanlarıyla destekleyerek, dinin kriz dönemlerindeki yükselişini teyit eder.
Norris ve Inglehart’ın ekonomik ve siyasal istikrarsızlık vurgusu, Durkheim’ın kolektif bilinç yaklaşımıyla birleştiğinde, dinin belirsizlikle baş etme kapasitesini iki düzeyde ele almamızı sağlar: bireysel ve toplumsal. Bireysel düzeyde, insanlara ruhsal bir teselli ve anlam dünyası sunan din, gelecek korkusunu yatıştırarak iç huzur ve motivasyon sağlayabilir. Toplumsal düzeyde ise din, dayanışma ağlarını örgütleyerek veya güçlendirerek kriz zamanlarında işlevsel bir bütünleştirici rol üstlenir. Araştırmalar, Somali, Afganistan veya Haiti gibi uzun süredir istikrarsızlıkla mücadele eden bölgelerde, dinî kurumların yerel halka sağlık, eğitim, hukuk ve barınma konularında hizmet sunduğunu belgeler. Bu hizmetler, devlet yapılarının zayıf kaldığı yerlerde kritik bir boşluğu doldurur ve insanların hayatta kalma stratejilerini doğrudan etkiler. Dolayısıyla dindarlık, salt inançsal bir tercih olmaktan çıkar; aynı zamanda gerçekçi bir yaşam stratejisine dönüşür. Aynı trend, görece daha az radikal ölçekte olsa bile, ekonomik kriz dönemlerinden geçen Avrupa ülkelerinde de hissedilmiştir. Örneğin, 2008 küresel finans krizi sonrasında Yunanistan’da kiliseler, işsiz kalan geniş bir kitleye gıda yardımı ve psikolojik destek sağlamıştır. Bu vakalar, dinin hem makro düzeyde toplumsal direnci artırabildiğini hem de mikro düzeyde bireylerin hayata tutunmasını kolaylaştırdığını göstermektedir. Norris ve Inglehart’ın yaklaşımı böylelikle, Durkheim’dan esinlenen “kolektif bilinç” modelinin günümüz koşullarındaki izdüşümünü ampirik verilerle açıklayan güçlü bir kuramsal temel sunar.
TOPLUMSAL BAĞLARI GÜÇLENDİREN MEKANİZMA
Norris ve Inglehart’ın bulgularının bir diğer önemli boyutu, dinin yalnızca bireysel huzuru sağlamakla kalmayıp aynı zamanda toplumsal bağları da güçlendirmesidir. Burada temel nokta, ekonomik veya siyasal krizlerin toplumsal gerilimleri artırması ve bireyleri yalnızlaştırmasıdır; dinî cemaatler ise ortak ibadet, yardım organizasyonları ve ritüellerle bu yalnızlaşmaya karşı koyar. Örneğin, işsiz kalan bireyler, cami cemaati veya kilise topluluğu aracılığıyla yeni iş fırsatlarından haberdar olabilir, en azından günlük masraflarını karşılamak için destek alabilirler. Gelişmekte olan ülkelerde, bazı dinî liderlerin toplumsal barış için çatışan kabileler veya gruplar arasında arabuluculuk yapabildiği de gözlemlenir; bu arabuluculuk, laik kurumların olmadığı veya yetersiz kaldığı ortamlarda hayati önem taşır. Dahası, dinî törenler ve ayinler, bireylerin düzenli aralıklarla bir araya gelmesini sağlayarak kaynaşma ve karşılıklı güven duygusunu pekiştirir. Mesela, Güney Amerika’daki bazı topluluklarda Pazar ayinlerinin ardından örgütlenen yerel pazarlar veya dayanışma etkinlikleri, yoksul ailelerin ürünlerini satmalarına imkân tanır. Bu “ekonomik iş birliği” pratikleriyle “manevî buluşma” anları bir arada yaşanır ve toplumun direnci artar. Böylece din, hem inanç bağlamında hem de toplumsal etkileşim düzeyinde “insanları bir arada tutma” görevi görür. Bu görevin ötesinde, cemaat yapısı aynı zamanda kültürel normların aktarılmasını ve ahlaki denetimi de kolaylaştırır. Yani zorluk dönemlerinde ortaya çıkan toplumsal çözülme riskine karşı, din birleştirici ve düzenleyici bir çatı işlevi görmeye devam eder.
Toplumsal bağların güçlenmesi, krizin yoğun hissedildiği dönemlerde daha da belirginleşir; insanlar, manevi destek almanın yanı sıra sosyo-ekonomik avantajlar da elde eder. Örneğin, küçük bir kasabada çiftçilerin ürünleri değerinde satılamadığında, kilise veya cami çatısı altında toplanan gönüllüler “fiyat destek kampanyaları” organize edebilir. Bu kampanyalar, durumu iyi olan cemaat üyelerinin, zor durumda olan çiftçilerden doğrudan alışveriş yapmasını teşvik eder. Böyle bir dayanışma modeli, topluluğun hem maddi açıdan birbirine kenetlenmesini sağlar hem de “bir arada durma” bilincini kuvvetlendirir. Tam da bu noktada, Durkheim’ın “kolektif bilinç” ve “kolektif coşku” kavramları devreye girer: Paylaşılan inançlar, ortak sorunlara bulunan çözümlerle birleşerek, toplumu yeniden inşa eder. İnsanlar, kendi kişisel çabalarının ötesinde, topluluğun kolektif gücüne güvenmeye başlar; bu güven, yalnızca mevcut krizi aşmak için değil, gelecekteki belirsizlikleri de daha kolay göğüslemek adına kritik bir kaynaktır. Sosyolojik araştırmalar, bu tür dayanışma örneklerinin çatışma riskini de azalttığını gösterir; çünkü yoksulluk veya işsizlik kaynaklı gerilimler, “hepimizin problemi” olarak tanımlanır ve dine dayalı paylaşımlarda çözüm ortaklığına dönüşür. Bu sayede farklı etnik, mezhepsel veya kabilevi ayrımlar, dinin evrensel söylemi altında geçici de olsa arka plana itilebilir. Örneğin, bazı Afrika ülkelerinde farklı kabileler veya mezhepler arasındaki sürtüşmeler, ortak kilise ayinleri veya barış duaları sayesinde yumuşatılmıştır. Bu örnekler, Norris ve Inglehart’ın “din, istikrarsızlığa karşı birleştirici mekanizma olabilir” önermesini canlı biçimde teyit eder.
Dinî kurumların toplumsal bağları güçlendirici rolü, sadece yerel düzeyde değil uluslararası çapta da gözlemlenebilir. Savaş veya büyük çaplı afet dönemlerinde, dinî kuruluşların uluslararası yardım ağları devreye girerek, mağdur bölgelere gıda, ilaç ve barınma gibi temel ihtiyaç malzemelerini ulaştırırlar. Örneğin, Katolik Kilisesi’nin “Caritas” örgütü veya İslam dünyasındaki “Kızılay/Kızılhaç” benzeri kuruluşlar, farklı ülkelerden toplanan yardımları hızlıca kriz bölgelerine sevk eder. Bu sayede sadece hayati yardımlar yapılmaz, aynı zamanda farklı kültürlerden inananlar arasında da bir tür dayanışma ve kardeşlik duygusu gelişir. Norris ve Inglehart’ın tezine göre, ekonomik ve siyasal istikrarsızlıklar karşısında dinin böylesine etkin yardım ağları kurabilmesi, “laik” kurumların yetersiz kaldığı yerlerde daha da belirginleşir. Örneğin, devlet yapıları çökmüş veya ciddi şekilde zayıflamış ülkelerde, dinî kuruluşlar adeta “hükûmet” rolü üstlenerek temel hizmetleri organize edebilir. Bu durum, insanların dine yönelik bağlılığını artırırken, aynı zamanda toplumun örgütlü yapısını da güçlendirir. Toplum, “dinsel kimlik” üzerinden örgütlenirken, yine de pratik ve somut meselelerde (gıda, sağlık, eğitim) dayanışmayı esas alır. Dolayısıyla din, bu çerçevede, sadece dualar ve ritüelleri yöneten bir kurum olmaktan çıkıp, kamusal hayatın tam merkezine yerleşir. Bu yerleşme, zaman içinde kurumsallaşarak, ekonomik ve sosyal politikaların bile dinî normlarla şekillenmesine kapı aralayabilir.
Tüm bu örnekler ve kuramsal açıklamalar, “Toplumsal Bağları Güçlendiren Mekanizma” olarak dinin gücünü gözler önüne serer. Özellikle belirsizlik ve istikrarsızlığın hâkim olduğu ortamlarda, dinî cemaatlerin ve kurumların sunduğu manevi çerçeve, insanların yalnızca bireysel kaygılarını hafifletmekle kalmaz, aynı zamanda topluluk içinde yardımlaşma ve dayanışmayı da kurumsallaştırır. Hindistan’da farklı kastlara mensup kişilerin, tapınak organizasyonları çerçevesinde ortak çorba dağıtımı (langar) yaparak toplumsal tabakalaşma engellerini geçici olsa bile aşmaya çalıştıkları görülür. Bu tür örnekler, dine dayalı dayanışma faaliyetlerinin, sadece ekonomik değil sosyal ve kültürel bariyerleri de yumuşatabileceğini ortaya koyar. Elbette, dinin bazen ayrışmayı da derinleştirebilecek potansiyele sahip olduğu inkâr edilemez; fakat Norris ve Inglehart’ın yaklaşımı, istikrarsızlık dönemlerinde dindarlığın daha çok “birleştirici” yönünün devrede olduğunu vurgular. Toplumlar, belirsizliğin getirdiği korku ve güvensizlikle baş etmek için ortak bir inanç çerçevesine ihtiyaç duyar; bu inanç çerçevesi, kolektif bilinç ve ritüeller sayesinde toplumsal bütünlüğe hizmet eder. Dinin böylesi kolektif fonksiyonları, Durkheim’ın “kolektif coşku” kavramı ile de uyuşur; insanlar birlikte hareket ettikçe birbirlerinin yaşadığı acılara duyarlı hâle gelir ve ortak çözümler bulma isteği artar. Neticede Norris ve Inglehart’ın kuramsal ve ampirik bulguları, dinin toplumsal bağı pekiştiren yönünü çağdaş siyasal ve ekonomik konjonktürde tekrar görünür kılar. Bu görünürlük, özellikle kriz koşullarında dinin nasıl hem bireysel hem de toplumsal dayanıklılığı artıran bir araç işlevi görebildiğinin altını çizer ve sosyolojik incelemeler için zengin bir araştırma alanı sunar.
DINÎ DUYGULARIN TOPLUMSAL İNŞASI
Din ve duygu arasındaki etkileşimi sosyolojik çerçevede inceleyen Ole Riis & Linda Woodhead (2010), dini pratiklerin sadece inanç ilkelerini aktarmaktan ibaret olmadığını, aynı zamanda çeşitli duyguları da beslediğini vurgular. Bu bakış açısı, vaazların ve ritüellerin yalnızca öğretici bir işlevi olmadığını, aynı zamanda katılımcılara korku, umut, sevgi gibi hisleri yaşatan kolektif bir deneyim sunduğunu ileri sürer. Örneğin, “cehennem korkusu” vaazlarda sıkça tekrarlandığında, dinleyicilerin içinde bir tedirginlik ve itaatkârlık duygusu uyandırabilir; bu duygu, toplu ayinler sırasında derinleşerek, bireyleri birlikte harekete geçiren bir güç haline gelir. Benzer biçimde sevgi temalı vaazlar (örneğin “Tanrı sevgisi” veya “Peygamber sevgisi” üstüne), cemaat üyelerinin birbirleriyle daha sıcak ilişkiler kurmasına yol açabilir. Böylesi bir duygu paylaşımı, inananlar arasında sadece manevî değil, toplumsal bir bağlılık da yaratır. Bu süreçte dinin “ibadet” boyutu, günlük hayatın stresinden uzaklaşma ve manevi doyum bulma olanağı sunarken, aynı zamanda insanlara ortak bir değerler dizisi çevresinde duygusal paylaşımlar yapma zemini sağlar. Özellikle önemli günler ya da bayramlarda düzenlenen toplu ibadetlerde, duygunun yoğun şekilde aktarıldığı ve kolektif olarak paylaşıldığı görülür. Böyle durumlarda, herkesin aynı duaya, aynı ilahiye veya aynı ritüele dâhil olması, duygusal bütünlüğü daha da güçlendirir. Sonuçta, bu bütünleşme, toplumun geneline yayılabilen bir etki yaratarak “biz” bilincini sağlamlaştırır.
Riis & Woodhead’in yaklaşımı, dinî pratiklerin duygusal inşa gücünün ne denli etkili olduğunu gözler önüne serer. Mesela, bir camide okunan Cuma hutbesi, sadece bilgilendirici yönüyle değil, aynı zamanda dinleyicilerin korku (günah korkusu), umut (kurtuluş ümidi) veya sevgi (dine ya da topluma ait olma duygusu) gibi hislerini tetiklemesiyle de dikkat çeker. Burada anlatılan “cehennem” veya “cennet” betimlemeleri, dinleyicilerin düşünce dünyasında yalnızca soyut kavramlar olarak kalmaz; aksine, toplu katılımın yarattığı atmosfer sayesinde gerçek bir endişe veya ferahlama duygusuna dönüşür. Örneğin, geleneksel bir köy ortamında, bayram namazı için bir araya gelen halk, ritüelin sonunda birbirine sarılarak bayramlaşırken, “sevgi” ve “dayanışma” duygularını zirvede yaşar. Bu duygular, sıradan bir günde belki de çok hissedilmeyecek bir birliktelik duygusunun doğmasına hizmet eder. Benzer şekilde Hristiyanlıkta, Noel ayininde kilise cemaati bir araya geldiğinde, “Yeniden Doğuş” fikri etrafında yoğun bir umut ve coşku hissi paylaşılır. Tüm bu örnekler, dini ritüelin ve söylemin, soyut inanç kavramlarını ete kemiğe büründüren, somut duygusal deneyimler ürettiğini göstermektedir. Bu duygular, toplumsal bağları pekiştirerek bireylerin içinde yaşadıkları cemaate aidiyetlerini kuvvetlendirir.
Dini pratiklerin bu “duygu inşa” işlevi, sadece büyük törenlerde değil, gündelik hayatın küçük ritüellerinde de kendini gösterir. Örneğin, bir aile içerisinde yemek öncesi edilen dua, çocuklara “minnet duygusunu” aşılayarak, sofradaki nimetin kutsallığına dair bir farkındalık kazandırabilir. Aynı şekilde, bir yas evinde okunan mevlit, yas tutan insanlara hem bir teselli hem de toplu hüzün paylaşımı sunar. Bu hüzün paylaşımı, “ağlamak” veya “dua etmek” gibi dışa vurumlarla topluca yaşandığında, bireylerin yalnız hissetmesini engeller ve grup dayanışmasını güçlendirir. Bu açıdan bakıldığında, dinî söylemler ve ritüeller, korku, umut, sevgi veya hüzün gibi duyguları sadece tanımlamakla kalmaz, aynı zamanda onları performatif bir biçimde yaşar ve yaşatır. Dolayısıyla dinî pratik, iç dünyadaki duyguları harekete geçirerek insanlara manevi bir dayanak sunarken, toplu halde yaşanan duygusal anlar sayesinde kişilerin birbirini anlamasını kolaylaştırır. Bu, hem ruhsal hem de toplumsal olarak bir “rahatlama” ve “yakınlaşma” yaratır. Neticede din, sadece manevi öğretilerden oluşan bir alan değil, aynı zamanda duyguların harmanlandığı ve kolektif deneyimlerin inşa edildiği etkin bir sosyokültürel çerçevedir.
Bu yaklaşımın tevekkül söylemiyle ilişkisine gelince, “cehennem korkusu” veya “tanrı sevgisi” gibi duyguların kolektif olarak inşa edilmesi, kişinin yaşadığı endişelerle baş etmesinde bir “manevi sigorta” görevi görebilir. Örneğin, ekonomik krizin derin hissedildiği bir mahallede, imamın vaazında “Allah’a güvenin, sabredin, sonunda kurtuluş vardır” şeklinde bir söylem geliştirmesi, bireylerde “umut” ve “dayanma” duygularını besleyebilir. Bu “güven ve sabır” hissi, ritüellere katıldıkça ve toplu dualarda tekrarlandıkça, kişilerde daha da pekişir. Böyle bir süreçte “tevekkül”, basit bir dinî kavram olmaktan çıkıp, kolektif bir inanç ve duygu dinamiğine dönüşür. Yani insanlar, kendi korku ve kaygılarını, cemaatin paylaştığı bir duygusal çerçeve içinde anlamlandırır. Böylece, “Ben tek başıma değilim, bu sınavı hep beraber aşabiliriz” duygusu, toplumsal dayanışmayı da artıran bir etkiye sahip olur. Tıpkı diğer dinî duygular gibi, tevekkül de vaazlar, dualar, zikirler ve hatta gündelik konuşmalar yoluyla içselleştirilir. Neticede, Riis & Woodhead’in çerçevesinde, bu tür pratikler, tevekkül duygusunu psikolojik bir “kadercilik” boyutundan çıkararak, toplumsal bir “direnç ve dayanışma” mekanizması haline getirir.
Monique Scheer (2012), “duyguların pratik olarak inşa edilmesi” yaklaşımını öne sürerken, duyguların içsel ve sabit bir yapıya sahip olmadığını, aksine toplumsal pratiklerle sürekli yeniden üretilen performatif öğeler olduğunu iddia eder. Buna göre, insanlar herhangi bir hissi “yaşarken”, aslında kültürel anlamlar, sosyal kurallar ve ritüeller aracılığıyla o hissi şekillendiren bir sürecin parçası olurlar. Örneğin, “hüzün” duygusu, bir kişinin yalnızca biyolojik veya psikolojik tepkileriyle sınırlı değildir; cenaze törenindeki ağlama biçiminden, başsağlığı dileklerindeki sözlere kadar birçok kültürel kod tarafından belirlenir. Bu kodlar, aynı zamanda ne zaman ağlanacağını, hangi sözlerin ne şekilde söylenmesi gerektiğini ve topluluğun bu duygu ifadesine nasıl tepki vereceğini tanımlar. Dolayısıyla Scheer’in kuramsal çerçevesi, dinî ortamlarda “namaz kılma”, “dua etme” veya “zikir çekme” gibi eylemlerin de belirli duyguları “doğal” bir şekilde değil, toplumsal olarak inşa edilen bir tarzda ortaya çıkardığını vurgular. Kişi, camiye girip saf tutarken veya cemaatle dua ederken, o anki duygularını kısmen kendi öznel deneyiminden, kısmen de çevresindekilerin duruşu, bakışı ve konuşma tarzından alır. Böylece, “ben hissettim” diye düşünülen pek çok duygu, aslında ortak pratiklerin bir yansımasıdır.
Scheer’in bu yaklaşımını tevekkül kavramına uyguladığımızda, tevekkülün de salt bireysel bir inançtan öte, ritüeller ve söylemlerle topluca inşa edilen bir “duygu ve tutum” olduğunu görebiliriz. Bir insan, “Ben Allah’a tevekkül ettim” derken, bunun nasıl söyleneceği, hangi bağlamlarda tekrar edileceği veya hangi jest ve mimiklerin eşlik edeceği büyük ölçüde yaşadığı kültürün dinî pratiklerinden öğrenilir. Örneğin, bir tasavvuf ortamında zikir halkasında “tevekkül” kelimesi “sabır, teslimiyet, güven” gibi kavramlarla birlikte anılır. Bu sıklık ve tekrar, katılımcılarda derin bir “güven ve teslimiyet” duygusunu pekiştirir. Aynı durum, camide vaaz dinleyen bir topluluk için de geçerlidir; vaizin “tevekkül ediniz” çağrısıyla, cemaatin zihninde bu kavramı “zorluğa göğüs germe” ve “sabırla bekleme” ile eşleştirir. İbadet sonrasında cemaat içindeki gündelik sohbetlerde de tevekkülün referans gösterilmesi, “Sen elinden geleni yap, gerisini Allah’a bırak” şeklindeki tutumu normalleştirir. Zamanla bu tutum, bireyin günlük yaşamında bir inanç unsurundan fazlası olarak, bir “duygusal dayanma stratejisi” haline dönüşür.
Duyguların pratiklerle inşa edildiği fikrine somut örnek vermek gerekirse, ekonomik kriz dönemlerinde toplu dualarda sıkça “Allah’a güvenin, tevekkül edin” mesajı işlenir. Bu mesaj, insanların sadece zihninde bir düşünce olarak kalmaz; birlikte el açarak dua etmek, belirli bir tonda ve ritimde zikir çekmek, hatta vaaz sonrasında cemaatle çay sohbeti yaparak “Bu da geçer inşallah” demek gibi küçük pratiklerle yeniden üretilir. Toplumsal olarak paylaşılan bu pratikler, bireylerin “Ben karamsar olsam bile çevremdeki herkesin aynı hissi yaşadığını ve Allah’a güvendiğini görüyorum” düşüncesiyle iç huzurlarını korumalarına katkı sağlar. Aynı süreçte, bir televizyon programında popüler bir din âliminin sürekli tevekkül ve sabır vurgusu yapması, geniş kitlelerde benzer bir duygusal havayı güçlendirir. Scheer’in belirttiği üzere, duygular sadece “içten” gelen bir his değil, aynı zamanda dıştan dayatılan, kabul edilen ve tekrar yoluyla içselleştirilen bir performanstır. Bu performansı sürekli birlikte icra eden bireyler, “endişe, korku, çaresizlik” gibi duygularını yatıştırır ve bunun yerini “sabır, güven, dayanma gücü” gibi hisler alır. Böylece tevekkül, bir “edilgen bekleme” durumundan sıyrılarak aktif bir “ortak direnç” pratiğine dönüşür.
Scheer’in yaklaşımının en önemli katkılarından biri, duyguların bireysel bir “iç dünya” deneyimi olmaktan çok, sosyokültürel pratikler ve tekrarlar aracılığıyla toplumsal boyutta üretildiğini ortaya koymasıdır. Tevekkül de bu minvalde değerlendirilince, kişinin yalnızca kişisel inancından kaynaklanmadığı, aksine ailesi, cemaati, arkadaş çevresi, hatta medya aracılığıyla sürekli beslendiği anlaşılıyor. Bir cenaze evinde “tevekkül etmek gerek” sözleriyle teselli bulan bir birey, bu durumu yalnızca kendisi için bir çıkış yolu olarak görmez; aynı zamanda çevresinin de benzer duygularla hareket ettiğini gözlemlediğinde, bu duygunun “paylaşılan” ve “onaylanan” bir norm olduğunu fark eder. Böylece tevekkül, bir duygu olmanın ötesinde, grup dinamikleriyle iç içe geçen bir tutum haline gelir. Bu tutum, gündelik yaşam pratiklerine (örneğin iş arama sürecindeki sabır, ailesindeki sorunlara karşı sükûnet) de sirayet ederek birey için sürekli bir direnç kaynağı oluşturur. Nihayetinde, Scheer’in çerçevesi, “Ben tevekkül ettim” söyleminin, toplumun ortak hafızasında ve ritüellerinde ne kadar çok yeniden üretildiğine bağlı olarak güçlendiğini vurgular. Bu, tevekkülün ne denli güçlü bir duygu ve pratik bileşimi olduğunu göstermesi bakımından önemli bir kuramsal açıklamadır: Tevekkül, toplu ritüeller, gündelik dil ve paylaşılan değerlerle canlı tutuldukça, bireylerin hem ruhsal hem de toplumsal hayatta kalma stratejilerinde merkezi bir rol oynar.
SONUÇ
Belirsizlik ve ekonomik sıkıntı dönemlerinde tevekkül söylemi, bireylerin ruhsal dayanıklılığını artırmakla kalmayıp, toplumsal dayanışmanın da güçlenmesine katkı sağlayan bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Max Weber'in dini eylemin rasyonelleştirici etkisini ve Emile Durkheim'ın kolektif bilinç kavramını ele aldığı perspektifler, tevekkülün sadece bireysel bir inanç sistemi olmadığını, aynı zamanda toplumsal bütünleşmenin bir aracı olduğunu ortaya koymaktadır.
Tevekkül söylemi, bireylerin yaşadıkları zorlukları daha anlamlı hale getirmelerine ve geleceğe umutla bakmalarına yardımcı olur. Bireyin tevekkül anlayışı, psikolojik rahatlamanın ötesinde, sosyal ilişkilerini de güçlendirir. Toplumsal bağlamda tevekkül, dayanışmayı teşvik eden ve yardımlaşma duygusunu artıran bir etkiye sahiptir.
Bu çalışma, dini söylemlerin kriz dönemlerinde umudu canlı tutma, bireylere psikolojik destek sağlama ve toplumsal yardımlaşmayı teşvik etme potansiyelini vurgulamakta; tevekkülün bireyin öznel gerçekliğiyle toplumsal yapılar arasında köprü kurduğunu göstermektedir. Sonuç olarak, tevekkül söylemi, belirsizlikler karşısında bireyin dayanma gücünü artırarak, toplumsal istikrarın sürekliliğine katkı sağlayan bir manevi destek mekanizması olarak değerlendirilebilir.
Toplumsal dayanışmanın yanı sıra, tevekkül bireylerin kriz anlarında aktif mücadele etme motivasyonlarını da güçlendirir. İnanç sistemi sayesinde bireyler, zorlukları aşmak için çaba sarf etmeyi teşvik eden bir düşünce yapısına sahip olur. Bu bağlamda tevekkül, kaderciliğin ötesinde bireysel sorumluluk bilincini de güçlendiren bir unsur olarak değerlendirilebilir.
Sonuç olarak tevekkül, bireylerin karşılaştıkları zorlukları aşmada hem psikolojik hem de sosyal bir dayanıklılık aracı sunmaktadır. Bu kavram, bireyin yalnızca inançsal bir tutumla değil, aynı zamanda toplumsal yardımlaşma ve destek mekanizmalarıyla da güçlenmesini sağlamaktadır. Bu nedenle tevekkül söyleminin kriz dönemlerinde bireyler üzerindeki olumlu etkileri göz ardı edilemez.
KAYNAKÇA
Durkheim, Émile
Les Formes Élémentaires de la Vie Religieuse (Dini Hayatın İlkel Biçimleri). 1912.
Norris, Pippa ve Ronald Inglehart
Sacred and Secular: Religion and Politics Worldwide. Cambridge University Press, 2004.
Riis, Ole ve Linda Woodhead
A Sociology of Religious Emotion. Oxford University Press, 2010.
Scheer, Monique
"Are Emotions a Kind of Practice (and Is That What Makes Them Have a History)? A Bourdieuian Approach to Understanding Emotion." History and Theory, Cilt 51, Sayı 2, 2012, ss. 193-220.
Tillich, Paul
The Courage to Be. Yale University Press, 1952.
Weber, Max
Die Protestantische Ethik und der Geist des Kapitalismus (Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu). 1905.
Yorumlar
Yorum Gönder