Ferdi Tayfur'un unutulmaz yorumuyla hayat bulan "Ah Bir Çocuk Olsaydım" şarkısı, yüzeyde basit bir çocukluk özlemi gibi görünse de, derinliklerinde modern insanın varoluşsal sıkıntılarını, toplumsal yabancılaşmasını ve masumiyet arayışını barındıran çok katmanlı bir eserdir. Ali Mamaraşlı'nın kaleme aldığı ve Özer Şenay'ın bestelediği bu şarkı, sadece geçmişe duyulan özlemin değil, kaybolmuş bir saflığın ve erişilmez hale gelmiş bir mutluluğun da ağıtıdır.
Şarkının ilk dizeleri olan "Ah bir çocuk olsaydım parklarda oynasaydım, Dertten kederden uzak arkadaşlar bulsaydım" ifadesi, aslında insanın varoluşuna dair derin bir felsefi sorgulamanın yansımasıdır. Jean-Jacques Rousseau'nun ünlü sözü "İnsan özgür doğar, ancak her yerde zincire vurulmuştur" düşüncesiyle birebir örtüşen bu dizeler, insanın doğuştan sahip olduğu saf ve doğal hâlin toplum tarafından nasıl şekillendirilip sınırlandırıldığını ince bir duyarlılıkla ortaya koyar. Rousseau'ya göre insan, doğanın içinde, toplumun kurallarından ve yapay normlardan uzak bir şekilde doğar; ancak büyüdükçe toplumsal yaşamın gereklilikleri, beklentileri ve baskıları altında ezilerek bu özgürlükten yavaş yavaş uzaklaşır. Şarkıda dile getirilen "çocukluk arzusu", işte tam da bu Rousseaucu düşünceyi ifade eder; çocukluk, henüz toplumun kalıplaşmış düşünceleri ve beklentileri tarafından zincire vurulmamış, özgür ve saf bir varoluş dönemidir.
Parklar metaforu ise şarkıda sadece oyun alanlarını çağrıştırmaz; parklar aynı zamanda modern toplumun katı kurallarından, yapay ilişkilerinden ve yaşamın üzerimize bindirdiği sorumluluklardan kaçabileceğimiz sığınakları sembolize eder. Parklar, çocukluğun sınırsız hayal gücünün, saf dostluklarının ve doğal özgürlüğünün yaşandığı mekânlardır. Bu bağlamda parklar, insanın içindeki o henüz bozulmamış, saf ve doğal benliğin ortaya çıktığı, toplumsal baskılardan uzaklaşabildiği simgesel alanlar olarak karşımıza çıkar. Şarkının bu dizeleri, modern bireyin içindeki doğal ve saf hâle özlemini, toplumun dayattığı yapay ve sınırlayıcı yaşam biçimlerinden duyduğu rahatsızlığı ve bu baskılara karşı içten içe yükselen varoluşsal tepkisini etkileyici bir şekilde betimler. Böylelikle şarkı, modern toplumun insan ruhu üzerindeki etkisini sorgulayan ve doğal varoluşa duyulan özlemi dile getiren güçlü ve anlamlı bir ifade hâline gelir.
"Büyüdüm de ne oldu ömrüm kederle doldu" dizesi, bireyin iç dünyasında yankılanan derin bir pişmanlığı ve hayal kırıklığını dile getirir. Bu ifade, insanın büyüdükçe toplumsal yaşamın getirdiği yükler altında ezilerek giderek masumiyetini kaybetmesini, hayatın anlamına dair sorgulamalarının derinleşmesini ve beraberinde gelen kederli varoluşunu sembolize eder. Sigmund Freud'un "uygarlığın huzursuzluğu" kavramı, tam da bu noktada anlam kazanır. Freud'a göre medeniyet, bireyin doğal ve içgüdüsel dürtülerini sürekli olarak baskılar ve onu toplumsal normlarla uyumlu hale getirmeye çalışır. Bu süreç, bireyin iç dünyasında bitmeyen bir çatışmaya ve huzursuzluğa neden olur; birey, toplumun beklentileriyle kendi içsel arzuları arasında sıkışıp kalır.
Şarkının öznesi, Freud'un bu teorisi ışığında büyümenin ve toplumsallaşmanın kendisi için yaratmış olduğu içsel gerilimi yaşar. Çocukluk döneminin o saf özgürlüğünden ve içten gelen dürtülerin rahatça ifade edilebildiği doğal ortamdan uzaklaşmanın getirdiği derin bir melankolik duyguyu taşır yüreğinde. Bu melankoli, bireyin toplum içinde var olmanın bedeli olarak kendi iç dünyasından ve öz benliğinden vazgeçmesinin sonucudur. Bu nedenle şarkıda dile getirilen çocukluğa dönüş arzusu, bireyin içinde bulunduğu kısıtlayıcı ve baskıcı toplumsal düzenden kaçarak, Freud'un kavramlarıyla ifade edecek olursak, id’in bastırılmadan özgürce yaşanabildiği o saf ve masum çocukluk evresine yeniden ulaşma hayalini yansıtır. Böylece şarkı, modern bireyin toplumsal yaşama uyum sağlama zorunluluğuyla kendi iç dünyası arasındaki çatışmanın yarattığı derin varoluşsal kederi güçlü bir biçimde ortaya koyar.
"Çocukluk günlerimi gönlüm hep arar oldu" ifadesi, bireyin iç dünyasındaki ince ama sürekli bir sızı olarak kendini gösterir; adeta ruhun derinliklerinde yankılanan bir özlem çığlığıdır bu. Bu cümle, Marcel Proust'un "Kayıp Zamanın İzinde" eserindeki temel temayla şaşırtıcı bir benzerlik taşır. Proust'a göre geçmiş, yalnızca nostaljik bir hasret veya tatlı bir hatıra yığını değildir; aksine, şimdiki zamanın anlamını ve değerini belirleyen, insanın zihninde ve ruhunda sürekli varlığını koruyan, yaşamsal bir anlam katmanıdır. Geçmişte kalan anılarımız, bugünkü benliğimizi şekillendirir ve içinde bulunduğumuz ânın anlamsızlığına, boşluğuna ve sıradanlığına karşı derin bir farkındalık yaratır. İşte şarkının bu dizesindeki özne de çocukluk anılarını yalnızca güzel günlerin özlemiyle değil, aynı zamanda kendi benliğinin köklerini, gerçek kimliğini keşfetme çabası içinde tekrar tekrar hatırlar.
Şarkıdaki özne için çocukluk, hayatın henüz karmaşıklaşmadığı, bireyin toplumun dayattığı roller tarafından kirletilmediği, kişinin kendi "gerçek benliğiyle" tam anlamıyla bütünleştiği saf ve otantik bir varoluş dönemidir. Bu nedenle çocukluğun aranışı, aslında bireyin kendi içsel gerçekliğini, samimi benliğini ve varoluşunun özünü arayışıdır. Bu arayış, kişinin şimdiki zamanda karşılaştığı yabancılaşma ve anlamsızlık duygusunun da bir sonucudur; çünkü modern yetişkinlik, çoğu zaman insanı kendinden uzaklaştırır, onu dış dünyanın beklentileri arasında kaybetmeye zorlar. İşte tam da burada, çocukluk hatıraları bir sığınak ve bir rehber görevi görür. Bu hatıralar, bireyin kendi içindeki otantik benliği yeniden keşfetmesi için ona yol gösterir; geçmişin bu hatırlanışı, kişinin bugünkü yaşamına derinlik ve anlam katarak, onu varoluşsal bir uyanışa doğru iter. Böylece şarkının bu dizesi, geçmişi aramanın aslında kendi iç dünyamızı ve gerçek kimliğimizi bulma yolculuğu olduğunu güçlü bir biçimde ifade eder.
"Seller gibi coşardım kanatlanır uçardım" dizeleri, çocukluk döneminin insan ruhunda yarattığı o saf, durdurulamaz enerji akışını ve sınırsız özgürlük duygusunu zarif bir biçimde betimler. Bu ifadeler, çocukluğun içten ve coşkulu tabiatını, kalıplara sığmayan yaratıcı potansiyelini ve hayatın henüz keşfedilmemiş sonsuz imkânları karşısında duyulan heyecanı adeta canlı tablolar halinde gözümüzde canlandırır. Henri Bergson'un "élan vital" yani "yaşam atılımı" kavramı, tam da bu noktada anlam hatırlanmalıdır. Bergson'a göre yaşam, sabit ve durağan değil, sürekli hareket halinde olan, dinamik ve yaratıcı bir evrim sürecidir. Çocukluk ise bu yaratıcı evrimin en saf, en özgün ve en güçlü halidir; henüz toplumsal kuralların ve sınırlamaların müdahale etmediği, içgüdüsel ve doğal bir yaşam biçimidir.
Bu bağlamda, şarkıda geçen "sel" ve "uçmak" metaforları, çocukluğun doğasında var olan bu organik akışkanlığı, sınırsızlığı ve spontanlığı vurgular. Sel gibi coşmak, kontrol altına alınamayan, özgür ve coşkulu bir yaşam enerjisini simgelerken; kanatlanıp uçmak ise bireyin hayal gücünün, yaratıcılığının ve potansiyelinin sonsuzluğunu ifade eder. Ancak yetişkinliğe geçişle birlikte, bu metaforların taşıdığı anlamlar yavaşça silikleşir; o coşkulu sel durgunlaşır, kanatlar kırılır ve özgürlük hissi yerini toplum tarafından belirlenen kalıplara ve sınırlamalara bırakır. Böylece birey, içindeki yaratıcı potansiyelden uzaklaşır ve yaşam enerjisi giderek azalır. Şarkının bu dizeleri, çocukluğun kaybedilmiş masumiyetini ve özgürlüğünü özlemle anarken, aynı zamanda yetişkinliğin getirdiği sınırlamaların ve kısıtlamaların bireyin ruhunda yarattığı derin kırılmayı da ustalıkla betimleyerek dinleyiciyi kendi iç dünyasında anlamlı bir yolculuğa çıkarır.
Umutlarım yel oldu, gözyaşlarım sel oldu, yaşamak azap oldu" dizeleri, insanın derin iç dünyasında yankılanan bir haykırış gibidir. Bu sözler, bireyin hayat karşısında duyduğu derin hayal kırıklığını ve varoluşunun giderek artan anlamsızlığını yalın fakat etkileyici bir şekilde aktarır. İfade edilen bu duygu, Albert Camus'nün absürdizm felsefesini anımsatır. Camus'a göre insan, hayatın özünde bir anlam bulmaya çalışırken, evrenin sessizliği ve dünyanın anlamsızlığı karşısında sürekli bir çatışma içinde kalır. Bu çatışma, bireyin yaşamını derin bir varoluşsal sıkıntıya ve çaresizliğe sürükler. Şarkıdaki özne de tam olarak bu durumu yaşar; büyüdükçe, çocukluğun basit, sahici ve anlam dolu dünyasından uzaklaşır ve hayatın verdiği sözlerin birer birer boşa çıktığını görür.
Çocukluk günlerinin o kendiliğinden anlamlı ve doğal evreninden uzaklaştıkça, bireyin umutları giderek soyutlaşıp uçup giden rüzgârlar gibi kaybolur; gözyaşları ise kontrol edilemez bir sel haline gelir. Bu süreç, insanın içinde bulunduğu varoluşsal krizin en net yansımasıdır. Hayatın anlamını bulma çabasının boşa çıkması, bireyi derin bir boşluğa ve anlamsızlık girdabına sürükler. "Yaşamak azap oldu" ifadesi, işte tam da bu absürd durumun en saf ve açık ifadesidir. Birey, artık hayatını sürdürmenin kendisi için sürekli bir acıya ve içsel bir işkenceye dönüştüğünü fark eder. Şarkının bu dizeleri, insanın anlam arayışı ile gerçekliğin anlamsızlığı arasındaki çatışmanın yarattığı trajik durumu son derece etkileyici bir biçimde dile getirir ve dinleyicide, kendi hayatının anlamını sorgulamaya yönelten güçlü bir farkındalık yaratır.
"Nerde o saf dostluklar, nereye kayboldular" sorusu, geçmişin derinliklerinden yükselen içli bir özlem ve samimi bir sorgulama olarak yankılanır. Bu ifade, insan ruhunun en derin noktalarında saklı kalan o katıksız ve içten insan ilişkilerini arayışın hüzünlü bir ifadesidir. Şarkıdaki öznenin bu sorusu, modern toplumun yüzeysel ve çıkar odaklı ilişkiler ağı içerisinde kaybolan gerçek dostlukların yasını tutar gibidir. Bu noktada Erich Fromm'un toplum eleştirisi hatırlanır; Fromm, kapitalist toplumun bireyleri giderek fayda odaklı, hesapçı ve mekanik ilişkilere sürüklediğini vurgular. Fromm'a göre modern toplumda dostluklar, sevgi ve dayanışma gibi duygular giderek anlamını yitirir, yerlerini çıkar ilişkilerine, yapay ve yüzeysel bağlara bırakır.
Çocukluk dönemi, tam tersine, bu yapaylığın henüz var olmadığı, ilişkilerin saf ve samimi duygularla kurulduğu bir zamandır. Çocukluk dostlukları hesapsızdır, çıkarsızdır, içten ve doğaldır; tam da bu nedenle modern toplumun yarattığı yabancılaşmış ilişkilerin tam karşıtıdır. Çocukluktaki dostluk duygusunun bu saf ve dolaysız karakteri, yetişkinliğin karmaşık dünyasında kaybolup gider. Şarkının öznesi, yalnızca geçmişindeki dostlukları değil, aynı zamanda modern yaşamın unutturduğu o insani bağları, ruhun içten içe özlediği dayanışmayı ve sahici insan ilişkilerini arar. Bu dizeler aracılığıyla, dinleyici de kendi hayatındaki ilişkileri sorgulamaya başlar ve belki de hayatında kaybettiği o samimi ve gerçek bağların yasını tutar. Böylelikle şarkı, modern bireyin içindeki derin yabancılaşmayı ve gerçek dostluklara duyduğu özlemi güçlü ve dokunaklı bir biçimde dile getirir.
"O çocukluk günlerim mazide mi kaldılar" sorusu, şarkının belki de en dokunaklı ve varoluşsal sorgulamasını içinde taşır. Bu soru, insan yaşamının en temel gerçeklerinden biri olan zamanın akışını ve bu akış karşısındaki çaresizliği yalın ama derin bir şekilde ifade eder. Geçmişin geri döndürülemez oluşu, yaşanmış anların bir daha aynı masumiyet ve saflıkla deneyimlenemeyecek olması, bireyin ruhunda derin bir ontolojik acı yaratır. Bu acı, kişinin kendi geçmişinin artık ulaşılmaz bir "mazide kalan" olduğunu fark etmesinden kaynaklanır ve varoluşsal bir hüzün olarak yaşanır. İnsan, kendi hayatının en güzel anlarının, en saf duygularının bir daha geri gelmeyecek şekilde zamanın akışında kaybolduğunu hisseder.
Bu noktada, Martin Heidegger'in "fırlatılmışlık" (Geworfenheit) kavramı anlam kazanır; Heidegger'e göre, insan dünyaya kendi iradesi dışında, belirli bir zaman dilimine ve koşullara fırlatılarak gelir. İnsanın varoluşu, kendi seçmediği bir tarihe, bir zamana ve mekâna atılmışlıkla şekillenir. Bu fırlatılmışlık durumu, insanın zaman karşısındaki güçsüzlüğünü ve çaresizliğini ifade eder. Kişi, zamanın akışını durduramaz, değiştiremez ya da tersine çeviremez; yaşanmış anlar, mazinin dokunulamazlığında kalır ve bir daha asla geri getirilemez. Çocukluğun mazide kalışı, bu zamansal varoluşun kaçınılmaz bir sonucudur. Şarkıdaki özne, çocukluğunun masumiyetini, saflığını ve özgürlüğünü özlemle anarken, aynı zamanda kendi varoluşunun temel bir gerçeğiyle, yani zamanın geri alınamazlığıyla da yüzleşir. Bu sorgulama, insanda derin bir melankoli ve varoluşsal bilinç yaratarak, bireyi hayatının anlamı ve zamansal varlığı üzerine düşünmeye yöneltir.
Şarkının tekrar eden "Ah bir çocuk olsaydım" nakaratı, insanın içinde saklı kalmış, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir arzunun dokunaklı bir şekilde ifadesidir. Her yankılanışında, bireyin içinde bulunduğu varoluşsal çıkmaz daha da belirginleşir; çünkü çocukluk, zamansal olarak geri dönülemez, yeniden yaşanamaz ve sadece hatıralarda var olabilir hale gelmiştir. Modern birey, geçmişiyle ilişkisini ne tam anlamıyla koparabilir ne de ona geri dönebilir; geçmiş, kişinin içinde yaşadığı anların anlamını ve geleceğe dair beklentilerini sürekli olarak şekillendiren, onu içten içe yönlendiren bir güç halini almıştır. Böylece çocukluk, yalnızca uzak bir anı ya da tatlı bir hayal olarak kalmaz; aynı zamanda kişinin şimdiki zamanını kavramasında ve geleceğini tasarlamasında belirleyici bir rol üstlenir.
Bu durum, Walter Benjamin'in ünlü "tarih meleği" metaforunu akla getirir. Benjamin'in tarih meleği, yüzü sürekli geçmişe dönük olsa da, zamanın durdurulamaz rüzgârıyla ileriye doğru sürüklenir. Tıpkı bu melek gibi, şarkıdaki özne de geçmişe dönük özlemleriyle dolu, ancak varoluşun akışı içinde hep ileriye doğru itilen bir varlıktır. Bu trajik konum, bireyin iç dünyasında sürekli olarak bir gerilim yaratır; geçmişin saf ve doğal gerçekliğine duyulan özlem, bugünün karmaşık ve yabancılaşmış dünyasıyla sürekli olarak çatışır. Şarkının nakaratındaki bu tekrar eden ifade, bireyin içindeki bu gerilimi ve kaçınılmaz çıkmazı derinden hissettirir.
Sonuç olarak, "Ah Bir Çocuk Olsaydım" şarkısı, yalnızca basit bir nostaljik özlem şarkısından çok daha fazlasıdır; modern insanın varoluşsal krizlerini, toplumsal yabancılaşmasını ve kaybettiği masumiyetini felsefi bir derinlikle sorgulayan güçlü bir metindir. Şarkı, dinleyicisini kendi iç dünyasında bir yolculuğa çıkararak, geçmişte kalmış anıları, kayıpları ve yaşanmamışlıkları yeniden gün yüzüne çıkarır. Ferdi Tayfur'un duygu yüklü sesi, bu sözlere hayat vererek her dinleyicinin kalbinin en derin noktalarına dokunur; kişinin kendi geçmişiyle, çocukluğuyla ve varoluşsal sorgulamalarıyla yüzleşmesini sağlar.
Şarkının etkileyici gücü, aslında kolektif bilinçdışımızda derinlerde gömülü olan o saf, özgür ve doğal çocukla yeniden bağ kurmamıza olanak tanımasında gizlidir. Modern yaşamın getirdiği yabancılaşmaya ve yapay ilişkilere karşı, insanın içindeki o sahici varoluş biçimini arama çabası, şarkının her dizesinde tekrar tekrar dile gelir. Bu yönüyle şarkı, bireyi kendi iç dünyasına, kendi gerçekliğine ve belki de unuttuğu özüne doğru yönlendirir. Dinleyici, şarkının etkisiyle bir an için bile olsa geçmişin saflığına ve çocukluğun masumiyetine yeniden dokunabilir, kendi hayatının anlamını bu varoluşsal sorgulama aracılığıyla yeniden keşfedebilir. Böylece şarkı, yalnızca duygusal bir hatırlama aracından öteye geçerek, modern bireyin iç dünyasında derin bir farkındalık yaratır ve onu kendi varoluşunun temel sorularıyla yüzleşmeye davet eder.
Yorumlar
Yorum Gönder