Oysa bir şehrin çöküşü ya da düzenin sallantıya uğraması, yalnızca dış dünyadaki karmaşayı değil, aynı zamanda insanın iç dünyasında yaşanan çalkantıları da tetikler. Roma İmparatorluğu’nun sarsıldığı ve yavaş yavaş gerilediği bir dönemde yaşamış olan Aurelius Augustinus (M.S. 354-430), bu tarihî kırılmanın ortasında, kendi ruhsal çöküntüleri ve zihinsel arayışlarıyla mücadele eder. Tam da bu nedenle, onun yaşadığı “varoluşsal kriz”, çağlar boyu yankısını sürdüren ve modern insanın kaygılarıyla kolaylıkla benzeştirilebilen bir nitelik kazanır.
Bu çalkantılı atmosferde büyüyen Augustinus, felsefi ve dini akımlar arasında gidip gelmiş; bilgi susuzluğuyla beslenen fakat dünya nimetlerine de bağlı, çelişkili bir karakter çizmiştir. Kuzey Afrika’nın Tagaste kasabasından Milano’ya uzanan yolculuğunda, hem dünyevi hem de uhrevî hayatın imkânlarını denemek konusunda neredeyse sınırsız bir merak sahibidir. Şehrin gürültülü kalabalığı arasında çırpınırken, retorik sanatındaki ustalığı ve entelektüel keskinliği, ona kısa süreli doyumlar sağlasa da; içsel huzuru bulması açısından yetersiz kalır. İşte bu dönem, onun İtiraflar (Confessiones) eserinde derin bir samimiyetle aktardığı, “huzursuz kalbin” öyküsüne zemin hazırlamıştır.
Augustinus’un “varoluşsal krizi”ni varoluşsal psikoloji perspektifinden ele almak, insanın kendi benliğiyle yüzleşmesinin kaçınılmaz zorluklarını ve bu yüzleşmeden doğabilecek ruhsal dönüşümü gözler önüne serer. Varoluşsal psikolojinin kurucu figürleri, insanın anlam arayışı, ölüm kaygısı, özgürlük ve yalnızlık temaları üzerinden bireyin yaşadığı içsel gelgitleri irdeler. Augustinus’un yaşadığı dönemde bu kavramlar bugünkü gibi isimlendirilmemiş olsa da, onun metinlerinde derin bir sorgulama ve kendini arayış süreci bariz bir şekilde görülür. Bir yanda Roma’nın çöküşünün getirdiği toplumsal umutsuzluk, diğer yanda manevi inanç ve felsefi düşüncenin çağırdığı manevi ufuklar, onun benlik mücadelesine çok katmanlı bir boyut kazandırır.
Tüm bu unsurlar bir araya geldiğinde, Augustinus’un ruhsal öyküsü, günümüz insanının kaygılarına neredeyse ayna tutar hale gelir. Bilimde ve teknolojideki gelişmelere rağmen, modern insan da hâlâ anlam arayışı, yalnızlık korkusu ve seçim yapmanın getirdiği ağır sorumlulukla boğuşur. Bu bağlamda, Augustinus’un kendi benliğiyle yüzleşmesi, dönüm noktalarında yaşadığı aydınlanmalar ve nihayetinde ruhsal huzura doğru attığı adımlar, varoluşsal psikoloji açısından bakıldığında, evrensel ve zamana direnen bir “kendini keşif” yolculuğunun izlerini taşır. Bu metin, tam da bu izleri sürerek hem antik bir düşünürün hem de modern insanın benzer kaygıları nasıl paylaştığını göstermeyi ve Augustinus’un İtirafları aracılığıyla manevî bir dönüşümün mümkün olup olmadığını sorgulamayı amaçlamaktadır.
Varoluşsal Psikoloji Nedir?
Varoluşsal psikoloji, insanın en temel sorularıyla yüzleşmesinden doğan bir psikolojik yaklaşımı ifade eder. Bu yaklaşım, “Ben kimim, neden varım, hayatın anlamı nedir?” gibi kimliğin, özgürlüğün ve sorumluluğun sınırlarını sorgulayan soruları merkeze alır. Tarihsel olarak, bu sorular ilk kez sistematik bir biçimde Kierkegaard ve Heidegger gibi varoluşçu filozoflar tarafından derinlemesine ele alınmış; daha sonra Viktor Frankl, Rollo May ve Irvin D. Yalom gibi psikologlar tarafından modern psikoterapi yöntemlerine dönüştürülmüştür. Varoluşsal psikolojiyi değerli kılan, insanın yalnızca bir biyolojik ya da toplumsal varlık olmadığını, aynı zamanda içsel bir anlam arayışı ve nihai bir “kendini bulma” ihtiyacına sahip olduğunu dile getirmesidir.
Bu psikolojik yaklaşım, bireyin hayatı boyunca kaçınılmaz bir biçimde yüzleşmek zorunda kaldığı dört temel “varoluşsal kaygı”ya işaret eder: ölüm, özgürlük, yalnızlık ve anlamsızlık. Özellikle Viktor Frankl’ın Nazi toplama kamplarındaki deneyimleri üzerinden kaleme aldığı İnsanın Anlam Arayışı, insanın en zorlu koşullarda bile bir yaşam gayesi ve içsel değer keşfedebileceğini çarpıcı bir şekilde göstermiştir. Rollo May, varoluşsal kaygının yaratıcılık ve özgürleşme için önemli bir itici güç olduğunu savunurken, Irvin D. Yalom bireysel terapi deneyimlerinden yola çıkarak, ölümün ve kaybetme korkusunun nasıl hayatı daha sahici ve değerli kılabileceğini anlatır. Bütün bu düşünürler, insanın derinliklerindeki çatışmaların kaçınılmaz fakat aynı zamanda dönüştürücü bir potansiyele sahip olduğunu ortaya koyar.
Varoluşsal psikolojinin ayırt edici özelliği, kişiyi yalnızca semptom düzeyinde iyileştirmeyi hedeflememesi, aksine kişiye insan olmanın özünde yatan temel çelişkilerle nasıl yaşayabileceğini göstermesidir. İnsan, bu yaklaşıma göre, kendi hayatının sorumluluğunu üstlenmeye mecburdur; yaptığı seçimlerin sonuçlarıyla yüzleşmek, acıdan veya belirsizlikten kaçmak yerine onlarla yaşamayı öğrenmek zorundadır. Yalnızlık hissi, bir bakıma kendi iç evrenine dönmenin, bilinçaltımızdaki korkularla ve gizli arzularla yüzleşmenin kapılarını aralayabilir. Yine de bu sürecin sancılı olduğu bir gerçektir; çünkü varoluşsal psikoloji insanın kendi ruhunu mercek altına alarak zayıflıklarıyla ve kırılganlıklarıyla yüzleşmesini gerektirir.
Tam da bu noktada, Augustinus gibi tarihsel figürlerin yaşadığı ve kaleme aldığı ruhsal deneyimler, günümüz varoluşsal psikolojisinin tartıştığı sorunlarla şaşırtıcı bir uyum gösterir. Yüzyıllar öncesinde yaşamış olmasına rağmen, onun “kalbin huzursuzluğu” ve “mutlak hakikat arayışı” diye betimlediği ruhsal sancılar, modern çağ insanının “anlam krizi” ve “otantiklik ihtiyacı”na hayli benzer. Tıpkı varoluşsal psikologların belirttiği gibi, Augustinus da kendi benliğiyle yüzleşmenin sıkıntısını, özgür irade ile sorumluluk arasında kaldığı çatışmaları ve nihayetinde bir bütünlük duygusuna duyduğu özlemi satır satır anlatır. Bu bakımdan, varoluşsal psikoloji, antik ya da Orta Çağ’a ait metinlerde dahi insanın zamanlarüstü ortak deneyimini görme fırsatı sunar ve bizleri hem o dönemlere hem de kendi iç dünyamıza farklı bir mercekle bakmaya davet eder.
Augustinus’un Varoluşsal Krizi: Tarihî ve Biyografik Arka Plan
Kuzey Afrika’dan Roma’ya Uzanan Yol
Augustinus, M.S. 354 yılında Kuzey Afrika’nın Tagaste kentinde dünyaya geldiğinde, bölge Roma İmparatorluğu’nun son demlerini yaşadığı çalkantılı bir döneme tanıklık ediyordu. Pagan bir baba ve Hristiyan bir annenin çocuğu olarak büyümesi, onun karakterini ve düşünce dünyasını çok erken yaşlarda farklı inanç ve felsefi akımların etkisine açık hâle getirdi. Bu çokkültürlü ortam, genç Augustinus’un ufkunu genişletmekle birlikte, iç dünyasında derin çelişkileri de tetikledi. Zira o, tutku ve zevk peşinde koşan bir genç olarak dünyevi hazları keşfetmek isterken, annesinin dindar yaşam tarzının nüvelerini de içten içe hissediyordu.
Ergenlik döneminde tutkularına gem vurmayan Augustinus, özellikle retorik konusundaki yeteneği sayesinde çevresinde kısa sürede tanınmaya başladı. Daha fazla entelektüel gelişim umuduyla Roma’ya giderek, dönemin en önemli kültür ve eğitim merkezinde kendini geliştirme fırsatı buldu. Burada retorik eğitimi aldıktan sonra Milano’da öğretmen olarak çalışmaya başlaması ise, onun tarih sahnesinde parlaması açısından dönüm noktası niteliğindeydi. Zira Milano, yalnızca siyasî ve ticari faaliyetleriyle değil, aynı zamanda dinsel ve felsefî tartışmaların merkezi olmasıyla da ünlüydü. İşte bu tartışmaların ve düşünce ikliminin tam ortasında bulan Augustinus, kısa zamanda entelektüel merakını derinleştirecek yeni fikir akımlarıyla tanıştı.
Ne var ki, iç dünyasındaki çalkantı bu dönemde daha da belirginleşti. Peter Brown’ın Augustine of Hippo adlı kapsamlı biyografisinde de vurguladığı gibi, Roma İmparatorluğu’nun siyasi ve toplumsal anlamda çöküş belirtileri göstermesi, Augustinus’un zihin dünyasında da bir tür “manevi yıkım” yaşattı. Genç hatip, bir yandan zevk ve sefa içinde günübirlik hazların peşinde koşmayı sürdürürken, diğer yandan annesinin telkin ettiği Hristiyan inancının derinliğiyle yüzleşiyor ve ruhunun enginlerinde inceden inceye işleyen bir “hakikat özlemi” duyuyordu. Bu ikili gerilim, sıradan bir inanç bunalımından çok, hayatın anlamını, kaderin nasıl işlediğini ve insanın özgür iradesini sorgulayan bir entelektüel ve varoluşsal krize dönüşüyordu.
Tarihin sayfaları bize, Milano’daki Piskopos Ambrose’un vaazlarının, Augustinus’un manevî uyanışında önemli bir rol oynadığını söyler. Nitekim o dönem Ambrose, hitabet gücü kadar derin teolojik bilgisiyle de ün salmış bir din adamıydı. Fakat Ambrose’un sözleri Augustinus’a yalnızca bir kapı araladı; onu tek hamlede aydınlanmaya taşımadı. Tam aksine, genç düşünürün içindeki ikilemler daha da belirginleşti. Ne dünya nimetlerinden tamamen vazgeçebiliyor, ne de o dönemde artık iyiden iyiye duyumsadığı “ezeli hakikatin çağrısını” görmezden gelebiliyordu. Bu çelişkili ruh hâli, giderek derinleşen bir sorgulamayı tetikledi ve Augustinus, kendi içinde “doğru yol”u bulmak uğruna belki de ömrü boyunca peşini bırakmayacak bir arayışın içine sürüklendi.
İtiraflar ve Krizin Doruğu
Augustinus’un en meşhur ve aynı zamanda en samimi eseri kabul edilen İtiraflar (Confessiones), bir bakıma onun iç dünyasının eksiksiz bir panoramasını sunar. Bu eser, tarihsel açıdan bakıldığında sadece bir otobiyografi olmaktan öte, döneminin dinî ve felsefî atmosferini de yansıtan çok katmanlı bir metindir. Ancak en göze çarpan özelliği, Augustinus’un tüm tereddütlerini, çekincelerini ve tutkularını sakınmadan anlatmasıdır. İnsanın sadece kendi vicdanıyla değil, Tanrı’yla da diyalog kurduğu bu metin, adeta yüzyıllar boyunca süren bir içsel yolculuğun kapılarını okura aralar. Okuduğumuzda bir itiraflar serisi olmaktan çok, bir ruhun karanlık dehlizlerinden aydınlanma ânına doğru yolculuğunu seyrediyormuşuz hissine kapılırız.
İtiraflar, dönemin geleneksel dinî metinlerinden belirgin şekilde ayrılır; zira Augustinus burada bir teologdan beklenmeyecek derecede kişisel itiraflar ve anlatılar sunar. Çocukluğunda yaşadığı yaramazlıklardan gençliğinde peşine düştüğü hazlara kadar neredeyse hiçbir ayrıntıyı atlamaz. Bu açıklık, günümüzde okuyan kişiye, Augustinus’un ne denli içten ve dürüst bir biçimde kendi benliğiyle yüzleştiğini gösterir. Aynı zamanda eseri bir “terapi metni” gibi okunabilir kılan da tam olarak bu içtenliktir. Çünkü yazar, kendi iç kargaşasını öyle bir samimiyetle aktarır ki, okur ister istemez o kargaşanın bir parçası olur ve kendi ruh hâliyle benzerlikler kurmaya başlar.
Özellikle Augustinus’un “Ruhum huzursuz, ta ki sende huzur bulana dek” ifadesi, onun içsel sancısının en güçlü sembolü olarak eserin sayfalarına kazınmıştır. Bu söz, her ne kadar doğrudan ilahî bir arayışı ifade etse de, insanın genel varoluşsal huzursuzluğunu yansıtması bakımından evrenseldir. Çünkü “arayan” ve “aradıkça da huzursuzlaşan” insan, tarih boyunca pek çok kez farklı inanç sistemleri ve felsefî akımlar içerisinde de benzer duygularını dile getirmiştir. Öyle ki, bu cümledeki “sende” ifadesi, bireyin kendi içinde veya dış dünyada bulmayı umduğu her ne ise (Tanrı, hakikat, anlam), onu ele geçirmeden rahat edemeyeceğinin altını çizer. Bu açıdan bakıldığında, Augustinus’un kaleme aldığı satırlar, sadece Hristiyan geleneğe ait bir itiraflar dizisi olmaktan çıkar; insanlığın ortak varoluşsal açmazlarına ayna tutan bir metin hâline gelir.
Tam da bu nedenlerle, İtiraflar çok farklı okur kitleleri tarafından yeniden ve yeniden keşfedilmiştir. Kimileri bu eseri bir tür ruhani gelişim rehberi olarak değerlendirirken, kimileri içinse insanın kendisiyle baş başa kaldığı en çetin hesaplaşmanın örnek bir metnidir. Augustinus’un sözlerindeki derin samimiyet, onu sıradan bir teolog veya felsefeci olmaktan çıkarır; iç acıları, hırsları ve özlemleriyle insani yanlarını sonuna kadar ifşa eden bir kişi hâline getirir. Bu durum, eserin değeri ve etkisi düşünüldüğünde, modern psikoterapi metinlerine bile ilham verebilecek düzeydedir. Zira hangi dönemde yaşarsak yaşayalım, kendi benliğimizle yüzleşmenin zorluğuna ve sonuçta elde edilebilecek manevi hafiflemeye dair evrensel bir mesaj saklıdır bu satırlarda.
Varoluşsal psikoloji, insanın hayata dair temel kaygılarını – ölüm, özgürlük, yalnızlık ve anlamsızlık – merkeze alarak, bireyin derinlerde yatan çatışmalarını su yüzüne çıkarma amacı güder. Bu yaklaşımın temelinde, kişinin kendisiyle yüzleşmesi (self-confrontation) en kritik adımdır. İnsanın kaygıları veya korkuları ne kadar şiddetli olursa olsun, ancak onlarla yüzleştiğinde bir tür özgürleşme ve anlam bulma imkânına sahip olur. Varoluşçu terapistler, bu yüzleşmeyi acılı bir süreç olarak niteler; çünkü kişi, o zamana kadar üstünü örttüğü, belki de bastırdığı her şeyi yeniden deneyimler. Ancak bu acı, sağaltıcı bir işlev de görür ve tıpkı bir yara gibi, gerekli temizlik yapıldıktan sonra iyileşmeye bırakır.
Rollo May, varoluşsal kaygının aslında insanın kendi hakikatine açılan bir kapı olduğunu söyler. Ona göre, “insanın ontolojik kaygısı,” yani varoluşun özünden kaynaklanan bu derin huzursuzluk, yüzleşmenin en samimi ve en gerekli aşamasıdır. Eğer bu kaygı ya da huzursuzluk sürekli bastırılırsa, bireyin benliği giderek çoraklaşır ve daha derin bir varoluşsal boşluğa sürüklenir. Dolayısıyla, hangi yüzyılda yaşanırsa yaşansın, gerçekte benliğin bütünlüğünü arayan her insanın kaçamayacağı bir yüzleşme noktası olduğundan söz edilebilir. Bu, Augustinus’un ruh hâlini de anlamamız için önemli bir ipucudur: O da kaygı, pişmanlık ve tutku dolu bir hayat içinde bocalarken, aslında kendi otantik benliğine ulaşmaya çalışıyordu.
Augustinus’un İtiraflarında anlattığı geçmiş günahlar, pişmanlıklar ve bitmeyen arayışlar, bu varoluşçu yüzleşme sürecinin tipik örneklerini içerir. Tıpkı modern varoluşçu terapide olduğu gibi, o da önce kendi karanlığına bakar, korkuları ve tutkularıyla yüzleşir, sonra bu yüzleşme sürecinde ortaya çıkan acıyı göğüsleyerek bir tür manevi uyanışa ulaşır. Bu açıdan, İtiraflar sadece bir din adamının günah çıkarması değil, aynı zamanda bir insanın bilinçaltını ve bilinçdışını da keşfetme sürecidir. Augustinus’un yaşadığı sancı, bir yandan evrensel bir insani deneyimi yansıtır; diğer yandan da onun nihai çözüme giden yolunu hazırlar.
Tüm bu bağlamda, İtiraflar modern anlamda “kendini anlama” sürecinin kayda değer bir örneğini ortaya koyar. Bugün dahi insanlar, terapi seanslarında veya kişisel gelişim çalışmalarında, çocukluk travmalarından yetişkinlikte yaptıkları hatalara kadar pek çok anıyla yüzleşir. Bu yüzleşme, Rollo May’in işaret ettiği gibi “kendine karşı dürüst olma” cesaretini gerektirir. Augustinus ise, dönemin tarihsel ve sosyal atmosferini de arkaya alarak, bu içsel yolculuğun aşamalarını içtenlikle kaleme almıştır. Sonuçta, varoluşçu psikolojinin “anlam arayışı,” “varoluşsal kaygı” ve “ontolojik yüzleşme” gibi kavramlarının, İtiraflarda sürpriz biçimde karşılık bulması, eserin güncelliğini ve evrenselliğini kanıtlar. Yüzyıllar boyunca okunan bu metin, insanın içsel krizden arınarak yükselmesine dair zamansız bir rehber olmaya devam etmektedir.
Varoluşsal Krizin Psikolojik Boyutları
1. Anlam Arayışı ve Boşluk Hissi
Viktor Frankl, insanın temel güdüsünün “anlam arayışı” olduğunu ileri sürerken, aslında binlerce yıllık bir içgüdüye işaret eder: İnsan, yaşamının hangi mecrada aktığını ve bu akışın asıl amacını daima merak eder. Augustinus’un hayatı da bu evrensel merakın izinden gider. Tagaste’deki gençlik döneminde günaha ve zevke dair yoğun deneyimleri, onun bu soruya verdiği olası cevapları sürekli değiştirmiş; arayışını daha da keskinleştirmiştir. Bu, özünde bir içsel yolculuktur ve varoluşsal psikolojinin “kendini keşfetme” çabasını andıran evrensel bir süreçtir.Frankl’ın “anlam boşluğu” olarak ifade ettiği durumu, Augustinus’un bizzat kendi sözleriyle tanımladığını görürüz: İtiraflar’da yer alan “içimdeki huzursuzluk” ve “kalbimin tatmin olmaması” gibi ifadeler, tam da bu varoluşsal boşluğun dilsel yansımalarıdır. Augustinus, gençliğinde Manicilik, Yeni-Platonculuk gibi farklı felsefi akımlara yönelirken, aslında “doğru” sandığı bir zeminde hakikat arayışını sürdürüyordu. Ne var ki, hiçbir öğreti ya da keyifli deneyim, içinde hissettiği eksikliği tamamlamaya yetmedi.
Bu durum, modern insanın deneyimleriyle çarpıcı biçimde örtüşür. Günümüzde de pek çok kişi, farklı inançlar, yaşam tarzları veya toplumsal rolleri deneyimleyerek içsel bir bütünlüğe ulaşmaya çalışır. Tam olarak nereye ait olduğunu bulamadığımızda, “varoluşsal boşluk” dediğimiz o dipsiz kuyuya düşme riski belirir. İşte Augustinus’un yaşadığı bu derin ızdırap, sadece tarihsel bir anekdot olarak kalmaz; tam tersine, zamanlarüstü bir benzerlik taşıyarak, insanların manevi ve psikolojik açıdan yaşadığı “kendini bulma” mücadelesinin bir örneği hâline gelir.
Augustinus’un nihayetinde anlamı Tanrı’da bulma süreci, varoluşsal kaygıyla mücadele edenlerin “bir çıkış yolu” tecrübesini hatırlatır. Frankl’ın toplama kamplarındaki korkunç şartlarda dahi “yaşama tutunma” yöntemini, yaşamda bir anlam bulmaya bağladığı gibi, Augustinus da gergin ruhunu yalnızca ilahî bir zemine oturtarak dinginleştirebileceğine inanır. Her ne kadar dönemsel ve teolojik arka planları farklı olsa da, bu iki düşünürün içsel keşifleri, insan benliğinin anlamla kurduğu hayati bağı açıkça ortaya koyar.
2. Özgürlük, Sorumluluk ve Suçluluk
Varoluşsal psikoloji, insana büyük bir özgürlük atfeder; fakat bu özgürlük, beraberinde ağır bir sorumluluk yükü de getirir. Çünkü her seçim, aynı zamanda yapılmayanların sorumluluğunu ve sonuçlarını da beraberinde taşır. Augustinus’un yaşam hikâyesine baktığımızda, gerek gençlikteki hedonist eğilimleri gerekse felsefi ve dini arayışları içinde sürekli bir seçim yapma ikilemiyle karşı karşıya kaldığını görüyoruz. Bu, varoluşsal psikolojinin “özgürlük” kavramını tam da biyografik bir örnekle somutlaştırır.
Üstelik Augustinus, çoğu kez bu özgürlük alanını doyasıya kullanırken, dünyevi zevklere kapılmakta ya da farklı inanç sistemlerini denemekte sakınca görmez. Ancak tam da bu deneyimler, onda derin bir suçluluk duygusu yaratır. İtirafların farklı bölümlerinde sık sık “yanlış seçimlerim” ve “pişmanlıklarım” gibi ifadeler geçer. Burada suçluluk, sadece dini bir perspektiften doğmaz; aynı zamanda kendi öz benliğine karşı dürüst olmamanın, hakikati ararken yanıltıcı yollara sapmanın da doğurduğu bir ıstıraptır. Bu, varoluşsal psikolojide bahsedilen “otantiklik” meselesini doğrudan akla getirir: İnsan, kendini kandırdığında derin bir huzursuzluğa kapılır.
Suçluluk duygusu, kimi zaman yıkıcı sonuçlar doğursa da, aynı zamanda bireyin kişilik gelişiminde ve ruhsal dönüşümünde kritik bir eşik olarak kabul edilir. Varoluşsal psikologlar, suçluluğun insanı daha içten bir yüzleşmeye ve sorumluluğu kabule zorladığını söylerler. Bu yüzleşme, kişinin sadece dış dünyayla ya da Tanrı’yla değil, kendi içiyle de hesaplaşmasının başlangıcıdır. Augustinus’un “Yanlış seçimlerimin ağırlığı beni dibe çekiyor,” cümlesini bu çerçevede okuduğumuzda, aslında bu dibe çekilmenin bir yeniden doğuşa da imkân tanıdığını hissederiz.
Örneğin, Rollo May’in özgürlük ve sorumluluk üzerine yaptığı analizlere baktığımızda, Augustinus’un manevi dönüşümünün özgün bir örnek teşkil ettiğini görürüz. Zira özgürlük, insanı eyleme iterken aynı zamanda yaptığı her hatadan kendini sorumlu tutma zorunluluğuyla yüzleştirir. Augustinus, günahların veya yanlış tercihlerin yarattığı vicdan azabını, İtiraflar’ında bir itiraf formunda dile getirerek, kendi benliğiyle samimi bir hesaplaşmaya varır. Bu süreçte, suçluluk artık yıkıcı değil, aksine dönüştürücü bir rol oynar; tıpkı varoluşsal terapide suçluluğun yadsınmayıp, insanı daha derin bir içgörüye kavuşturacak bir araç olarak görülmesi gibi.
3. Yalnızlık ve Kendini Tanıma
Varoluşsal psikoloji, insanın en temel gerçeklerinden birinin “yalnızlık” olduğunu söyler. Burada yalnızlıktan kastedilen, sadece fiziksel veya sosyal açıdan tek başına kalma durumu değildir. Asıl vurgu, herkesin kendi bilincinde ve ruhsal âleminde taşıdığı, başkalarının erişemeyeceği bir “içsel yalnızlık” hissidir. Augustinus’un hikâyesinde bu içsel yalnızlık, tarihi kaynaklara göre, özellikle Milano’da yaşadığı o ünlü bahçe sahnesiyle somutlaşır.O sahne, adeta bir roman kurgusu gibi karşımıza çıkar: Ağır bir bunalım içinde, gözyaşları eşliğinde “Hakikat nerede?” diye soran bir adam… Sanki sadece bir fiziksel mekânda değil, aynı zamanda kendi ruhunun karanlık bir köşesinde tek başına kalakalmıştır. Tam da o sırada, komşu bahçeden gelen çocuğun “Tolle lege, tolle lege” (Al ve oku) şeklinde tekrarlayan sesi duyulur. Bir mucize anı gibi yaşanan bu olay, Augustinus’u İncil’i okumaya yöneltir ve ilk rastladığı satır (Roma 13:13-14) onu derinden sarsar. Bu noktada yalnızlık, bir çaresizlik değil, aksine aydınlanmaya giden bir basamaktır.
Varoluşsal psikolojide bu tür sahneler, “içsel dönüm noktaları” (turning points) olarak adlandırılır. Bireyin kendi iç dünyasına tam olarak çekildiği, kimsenin yardım edemeyeceği kadar derin bir yalnızlığa gömüldüğü, fakat aynı zamanda bir aydınlanmaya da en yakın olduğu anlardır. Augustinus’un bahçe deneyimi, tam da bu tarife uygundur: Kriz, içsel yalnızlıkla birleşerek bir çıkış yolunu işaret eder. Bu çıkış, bir yandan ilahi bir müdahale gibi yorumlanabilirken, diğer yandan insanın kendi ruhsal uyanışının metaforu olarak da okunabilir.
Böylesi anlar, sadece tarihin tozlu sayfalarında kalmaz; günümüzde de birçok insan, varoluşsal yalnızlığını kabul ederek kendini tanıma sürecinde büyük ilerlemeler kaydedebilir. Tek başımıza olduğumuzda ve kimseden yardım alamayacağımızı fark ettiğimizde, zorunlu olarak kendi bilinçaltımıza yönelir ve oradaki gölgelerle yüzleşiriz. Augustinus’un Milano bahçesindeki gözyaşları, bir bakıma bu yüzleşmenin simgesidir. Modern psikoterapide de benzer şekilde, kişinin içsel yalnızlığıyla barışması, kendiyle gerçek bir diyalog kurmasının ilk adımı olarak görülür. Böylece yalnızlık, korkulacak bir karanlık olmaktan çıkar; bir keşif, bir aydınlanma ve “yeniden doğuş” sahnesine dönüşür.
Modern dünyada, her geçen gün hızlanan yaşam temposu ve değişen toplumsal beklentiler arasında “Ben kimim, ne istiyorum?” gibi sorular, belki de hiç olmadığı kadar önemli hâle gelmiş durumda. Kariyer kaygıları, gelecek belirsizliği, kimlik arayışı veya ilişki sorunları gibi konular, yüzyıllar öncesinde yaşamış bir düşünürün dertleriyle uzaktan bakıldığında uyuşmuyormuş gibi görünebilir. Ancak daha yakından incelediğimizde, Augustinus’un yaşadığı o derin varoluşsal krizin izlerini bugün de kendi iç dünyamızda yakalamak çok mümkündür. Onun “huzursuz kalbi,” güvensiz bir geleceğe doğru yönelirken dahi anlam aramaktan vazgeçmeyen günümüz insanını aydınlatan bir rehber niteliği taşır. Zira herhangi bir çağ veya mekânda yaşansa dahi, insanın manevi arayışı ve içsel çalkantıları, özünde aynıdır.
Varoluşsal psikolojinin kurucu isimlerinden Rollo May, “Gerçek terapötik değişim, kişinin kendi derinliğiyle yüz yüze gelmesi ve orada hakikati bulmasıdır,” diyerek insanın kendisiyle barışabilmesinin ön koşulunu çarpıcı biçimde ifade eder. Tam da bu noktada, Augustinus’un öyküsü, antik çağın içerisinde yeşeren bir öz yüzleşme hikâyesi olarak karşımıza çıkar. Gençliğinde bedensel hazlar ve felsefi arayışlar arasında savrulması, ilerleyen dönemdeki entelektüel ve manevi dönüşümü, ardından gelen pişmanlıklar ve nihayetinde “iç huzur”a doğru attığı cesur adımlar… Bütün bunlar, aslında her insanın bir şekilde deneyimlediği veya deneyimleyeceği içsel çelişkilerin ve hesaplaşmaların unutulmaz bir prototipidir. Onun hatalarıyla ve tutkularıyla yüzleşme cesareti, bugünün karmaşık psikolojik sorunlarıyla kıvranan insanına da ilham verebilir.
Augustinus’un öyküsünü bu derece zamanlarüstü kılan bir diğer etken, onun sıradan bir insan psikolojisi kadar devasa bir teolojik perspektifi de kucaklayabilmesidir. İtiraflar, bir yönüyle, inanç çatışmalarını ve Tanrı’yı arama çabasını içtenlikle anlatırken, diğer yönüyle suçluluk, pişmanlık, yalnızlık ve nihayetindeki huzur arayışını neredeyse psikanalitik denebilecek bir açıklıkla dile getirir. Bugün, teknoloji ve bilgi çağının sunduğu imkânlar içinde bile, çoğu kez “Ne için çabalıyorum?” veya “Bir değer yaratıyor muyum?” gibi soruların cevaplarını netleştiremediğimizde, benzer bir ruhsal çalkantıya sürükleniriz. İşte Augustinus’un yaşadığı krizi tanımak, kendimizi tanımanın da ipuçlarını sunar. Tıpkı onun gibi, biz de asıl hedeflerimizi, inançlarımızı ve özlemlerimizi tekrar tekrar gözden geçirerek bir çeşit “iç huzur”a kavuşma ihtimaline inanabiliriz.
Augustinus’un meşhur sözü, “Kalbimiz senin için yaratıldı ve senin içinde dinlenene dek huzursuz kalır,” belki de insanın bitmek bilmeyen arayışını, en şiirsel biçimde özetler. Modern insan olarak, bu huzursuzluğun nerede sonlanacağını bilememek, bizi bazen umutsuzluğa itebilir. Ancak unutmamak gerekir ki, insanoğlunun en büyük cesaret kaynağı da, arayışın bizzat kendisinde saklıdır. Hakikate ya da bütünlüğe ulaşmanın yolları farklı olabilir, ama bu yolların kat ettiği mesafelerde öğrenilen her şey, insanı olgunluğa bir adım daha yaklaştırır. Dolayısıyla, Augustinus’un hikâyesinden ilham alarak diyebiliriz ki, “varoluşsal krizler” sadece bir çıkmaz ya da karanlık bir dönemeç değil; aynı zamanda yükseliş için uygun bir zemin, büyüme ve dönüşüm için gerekli yakıtı taşıyan bir maden damarına da işaret edebilir.
Kaynakça
Augustinus
Confessiones (İtiraflar)
Viktor Frankl
İnsanın Anlam Arayışı
Rollo May
Varoluşun Keşfi
Irvin D. Yalom
Varoluşçu Psikoterapi
Yorumlar
Yorum Gönder