Ana içeriğe atla

Gazâlî'nin Varoluşsal Krizi: Akıl, Şüphe ve Kalbin Hakikat Arayışı

 


Gazali’nin şüphe ve inanç krizi, klasik İslam düşüncesi ile modern psikoloji arasındaki kesişim noktalarından birini oluşturur. Orta Çağ İslam dünyasının önemli simalarından biri olan Hüccetü’l-İslam İmam Gazali (1058-1111), genç yaşta elde ettiği büyük ilmi başarılar ve Bağdat Nizamiye Medresesi’ndeki hocalığıyla temayüz etmiştir. Ancak hayatının orta döneminde yaşadığı derin şüphe ve inanç krizi, hem kendi döneminde hem de sonraki yüzyıllarda geniş yankılar uyandırmıştır. Bu kriz, Gazali’yi önce zihinsel bir bunalıma, ardından da köklü bir iç yolculuğa sürüklemiştir.

Kendi ifadesiyle, hiçbir bilgi kaynağına güvenemediği, duyulara ve akla dair sarsıcı şüphelere kapıldığı, hakikate erişme umudunu neredeyse yitirdiği bir döneme girmiştir. Özellikle "el-Munkız mine’d-Dalâl" (Dalaletten Kurtuluş) adlı otobiyografik eserinde, şüphe sürecinin iki ay kadar sürdüğünü ve bu zaman diliminde neredeyse akıl sağlığını yitirecek noktaya geldiğini belirtir. Dönemin kaynaklarına göre ise bu kriz, Gazali’nin bedensel sağlığını bile sarsarak konuşma ve yeme işlevlerini geçici olarak yitirmesine yol açmıştır. Nihayetinde Gazali, Bağdat’taki görevini bırakarak bir süreliğine inzivaya çekilmiş ve hakikati arama yolunda içsel bir dönüşüm geçirmiştir.

Modern varoluşçu psikoloji, insanın yaşadığı bunalımın niteliğini ve bu bunalımdan çıkış yollarını kavramak için önemli bir çerçeve sunar. Viktor E. Frankl ve Irvin D. Yalom gibi varoluşçu psikologlar, bireyin anlam arayışını, özgürlük ve sorumluluk duygusunu, ölüm kaygısını ve yalnızlığını derinlemesine ele almıştır. Bu psikologlara göre, varoluşsal konulardaki belirsizlik ve gerilimler, insanda yoğun bir kriz duygusu yaratabilir. Gazali’nin yaşadığı şüphe dönemi, aslında bu varoluşsal temaların erken bir tezahürü olarak okunabilir.

Bu çalışmada, Gazali’nin şüphe ve inanç krizini daha çok psikolojik  yönüyle ele alacağız. Frankl ve Yalom’un kavramsal çerçevesini kullanarak, Gazali’nin krizi esnasında yaşadığı boşluk ve belirsizlik hissinin, aslında varoluşsal bir arayışın doğal sonucu olup olmadığını tartışacağız. 

Gazali’nin Şüphe ve İnanç Krizi

Gazali, yalnızca İslâm düşüncesinin değil, tüm Orta Çağ entelektüel tarihinin en çarpıcı simalarından biridir. Genç yaşta zirveye çıkışı, Bağdat Nizamiye Medresesi’nde verdiği etkileyici dersler ve ilmî münazaralarda rakiplerini dize getirmesiyle tanınan bu büyük âlimin yaşam öyküsünde, ansızın beliren bir kriz dikkati çeker: derin bir şüphe ve inanç krizi. Bu dönemde, Gazali’nin kendi ifadesiyle, “hakikate ulaşma konusunda hiçbir delile tam güvenemediği” ve “kendisini saran şüphelerin karanlığında yolunu bulamadığı” anlaşılmaktadır.

İşte bu çalkantılı dönemde Gazali, o güne kadar inşa ettiği tüm zihnî ve ruhî yapıları sorgulamaya koyulur. Etrafındakiler, Bağdat’ın en yetkin müderrislerinden birinin birdenbire içine kapanmasına, ders vermeye devam etse de ses tonundaki tereddüde ve gözlerindeki endişeye anlam vermekte güçlük çeker. Öyle ki, dönemin tanıklarından bazıları onun bir tür ruhanî çöküş yaşadığını, “Namaza durduğunda bile sanki aklı başka diyarlardaydı” diye aktarırlar. Gazali’nin kendi metinlerinde anlattığına göre, bu süreç yaklaşık iki ay kadar sürer. Bu iki ay, sadece bir entelektüel huzursuzluktan ibaret değildir; bedensel olarak dahi etkileri hissedilir. Konuşmakta zorluk çeken, gıdaları yutamayan, hatta sık sık nefes darlığı çektiği söylenen Gazali, Bağdat gibi bir ilim merkezinde deyim yerindeyse “varoluşsal bir deprem” yaşamaktadır.

Bu noktada akla gelen soru şudur: O güne dek kelâm ve felsefe meselelerine hâkimiyetiyle ünlü, âdeta “Hüccetü’l-İslam” unvanını alan bu bilgin, nasıl olur da tüm bildiklerinden şüphe etmeye başlar? Gazali, “el-Munkız mine’d-Dalâl” adlı otobiyografik eserinde bu krizin köklerini anlatırken, öncelikle duyuların ve aklın güvenilmezliğinden söz eder. Duyular bazen bizi yanıltıyor, rüyalar ve gerçeklik arasındaki sınır muğlak kalıyor, öyleyse “Acaba hayat dediğimiz şey de bir rüyadan ibaret mi?” diye sorar. Dahası, akla dayanan bilgiler de nihayetinde bazı ön kabullere muhtaçtır; mutlak kesinlik arayan Gazali, bir süre sonra aklî delillere dahi güvenemez hale gelir. Bu sorgulama öyle yoğunlaşır ki, “Acaba tüm kâinat sadece bir hayalden mi ibaret?” düşüncesi sık sık zihnini meşgul eder. Gazali’nin anlatımına göre, işte bu dönemde tam anlamıyla bir kuşku girdabına kapılır.

Bir rivayete göre, Gazali bu süreçte ders vermek için kürsüye çıkmak istediğinde, dilinin tutulduğunu hisseder ve tek kelime dahi edemeden kürsüden iner. Etrafındaki talebeler, onun hastalandığını, belki de ağır bir büyüye maruz kaldığını düşünür. Oysa Gazali için mesele beden sağlığından öte, ruhun sarsılması ve zihnin temellerinden yıkılmasıdır. Bu olay, onun Bağdat’taki parlak müderrislik görevini bırakmasında önemli bir kırılma noktası olur. Artık ders anlatmaktan aciz hale geldiğini, vicdanen de sahte bir güven telkin etmek istemediğini düşünerek medreseden çekilir. Kardeşine veda ettiği anlatılır; “Dualarını eksik etme, ben varlığımın esrarını çözmek için yola çıkıyorum” dediği rivayet edilir. Bu, dönemin kaynaklarında küçük ama çarpıcı bir anekdot olarak geçer.

Gazali’nin krizinin bu denli şiddetli oluşunda, onun mutlak hakikat arayışındaki tutkusunun payı büyüktür. Sıradan bir şüpheci olmaktan ziyade, dinî ve felsefî bütün cevapları didik didik eden, bu cevapların en ufak bir mantıkî veya duygusal çelişki barındırmamasını isteyen bir ruh hâline sahiptir. Epistemolojik açıdan bakıldığında, bu tutku onu neredeyse radikal bir şüphe noktasına götürür. Kelamî yaklaşımlarla avunamaz, felsefecilerin izahları da ona yeterli gelmez. Batınî hareketin (özellikle İsmailiyye'nin) sırlar ve sembollerle dolu söylemi  şüphelerini gidermeye yetmez. Tam bu noktada, Gazali “Her yol çıkmaz sokaksa, nereye sığınacağım?” diye sorduğunu söyler. Karşısında dev bir kapı vardır, ancak o kapıyı açacak anahtarı hangi düşünce sisteminde bulacağını bilemez.

Üstelik bu kriz sadece entelektüel bir merak değil, Gazali için hayatın anlamını sorgulama meselesidir. Modern varoluşçu psikoloji de tam burada devreye girer. Viktor Frankl ve Irvin Yalom gibi isimler, bir insanın “hayatın amacını ve anlamını” kaybettiği anda derin bir boşluğa düşeceğini söylerler. Frankl, “Man’s Search for Meaning” adlı eserinde, kişinin en büyük acılara dahi bir ‘neden’ bulabildiği sürece katlanabildiğini anlatır. Gazali’nin yaşadığı krizi, bu yaklaşımla karşılaştırdığımızda, onun da bir anlam kaybı yaşadığını görürüz. Artık bütün ilmî başarılar, unvanlar, hatta dünyevi zevkler ona boş ve anlamsız gelmektedir. Zira ‘kesin bilgi’ olmadan hiçbir tatmin gerçek manada var olamaz. Bu durum, Frankl’ın “varoluşsal vakum” dediği olguya denk düşer. Gazali, bir nevi varoluşsal vakum içinde debelenir.

O dönem Bağdat sokaklarında rivayet edilir ki, devrin en meşhur âlimi ortalarda görünmediğinde, halk söylentilere kapılmış: “Gazali kendini kaybetti, delirdi mi acaba?” diyenler olmuş. Oysa Gazali’nin satır aralarında ima ettiğine göre, bu bir “delilik” değil, tam aksine varoluşu sorgulamanın bir tezahürüdür. Nitekim Yalom, varoluşçu terapide bireyin ölüm, özgürlük, sorumluluk ve yalnızlık gibi temel konularla yüzleştiğinde, çevresince tuhaf karşılanabileceğini anlatır. Gazali de benzer biçimde, toplumun dayattığı kabulleri reddetmesiyle yalnızlaşmış görünür. Onun akıl sağlığına dair şüphe uyandıran dış gözlemciler, aslında Gazali’nin yaşadığı derin manevi ve entelektüel fırtınayı anlamaktan uzak olabilir.

İnziva Süreci: Şam, Kudüs ve Mekke’de Psikolojik Hâl

Gazali, krizinin en şiddetli safhasında Bağdat’tan ayrılır ve uzun yıllar sürecek bir inziva yolculuğuna koyulur. Bu yolculuk, onun hem coğrafi anlamda hem de iç dünyasında büyük değişimler yaşadığı bir dönemdir. Önce Şam’a giden Gazali, Ümeyye Camii’nin sakin bir köşesinde uzun saatler tefekküre dalar. Rivayetlere göre, burada kendisini tanıyan çok az kişi vardır; o da kimliğini ifşa etmek istemez. Daha önce Bağdat’ta etrafı öğrenciler ve hayranlarla dolu olan Gazali, şimdi sessiz ve görünmez kalmayı tercih eder.

Bu dönemde, ruh hâlinin hâlâ çalkantılı olduğu, ancak yavaş yavaş derin bir iç yolculuğa dönüştüğü söylenir. Kaynaklar, Gazali’nin bu inziva mekânında sık sık gece namazlarına kalktığını, uzun tesbihatlar yaptığını ve Kur’an üzerine sessiz tefekkürlere daldığını belirtir. Psikolojik açıdan bakıldığında, Şam’da geçirdiği bu süre, bir çeşit ayrışma ve yalnızlık dönemidir. Yalom’un tanımladığı varoluşsal yalnızlık, kişiyle kendi hakikati arasında kurulan bire bir teması ifade eder. Gazali de tam olarak bunu yaşar: Artık ne akademik bir tartışma ne de dış dünyaya yönelik bir gösteriş vardır; sadece kendi benliğiyle, endişeleri ve ümitleriyle baş başadır.

Kudüs’e ilerlediğinde ise ruh hâlinin bir başka boyutuna tanık oluruz. Mescid-i Aksâ çevresinde kaldığı söylenen Gazali, ölüm ve âhiret konularında derin düşüncelere dalar. Bu dönemde, ölümün gerçeğiyle yüzleşmek onu hem korkutur hem de hakikate yakınlaştırır. Kaynaklarda, Gazali’nin buralarda geçirdiği zaman zarfında ölüm meditasyonu diyebileceğimiz bir pratiğe ağırlık verdiği, yani sürekli insanın faniliği ve hesap günü üzerinde durduğu yazılıdır. Psikolojik açıdan, bu tür bir yüzleşme, Yalom’un “ölüm kaygısını kabullenme ve onu yaşama motivasyonuna dönüştürme” fikrine benzer. Gazali, belki de ölümün kaçınılmazlığıyla yüzleşerek, artık dünyayı ve bilgiyi farklı bir gözle değerlendirme noktasına gelmiştir.

Bir diğer önemli durak, Mekke ve çevresidir. Hac farizasını yerine getirdiği veya en azından Kâbe’yi ziyaret ettiği aktarılan Gazali, burada tevbe, dua ve teslimiyet duygularını yoğun şekilde deneyimler. Daha önce Bağdat’ta yaşadığı entelektüel kibrin –ya da en azından yüksek konumun– gölgesinden sıyrılarak, kendini bütünüyle bir kul olarak görmeye başlaması bu döneme rastlar. Mekke’deki manevi atmosfer, psikolojik bakımdan onun öz-benliğini kavramasında güçlü bir katalizör olur. Özellikle gece vakti Kâbe’de yaptığı uzun dualar ve itikâflar, Gazali’nin içindeki şüpheleri yavaş yavaş yatıştırır. Çevresindekilerin nakline göre, Mekke’de geçen günlerden sonra Gazali’nin yüzündeki o derin kaygı yerini dingin ve huzurlu bir ifadeye bırakır.

Gazali, inziva sürecinde kendi iç dünyasını disiplin altına alabilmek için tasavvufî pratiklere yöneldiğini açıkça söyler. Namazlar, zikirler, Kur’an tilaveti ve sufi meclislerinde dinlediği öğütler, onun zihnindeki şüphelerin her birine doğrudan cevap teşkil etmese de, kalbinde manevî bir tatmin duygusunu besler. Yalnızlığın verdiği ıstırap, zamanla yaratıcı bir yalnızlığa dönüşür ve o, Şam’dan Mekke’ye uzanan bu süreçte, düşüncelerini notlar hâlinde bir araya getirir. Daha sonraki eserlerinin temelinde bu inziva notlarının yattığına inanılır.

Psikolojik açıdan, bu dönem bir yeniden inşa süreci olarak okunabilir. Tıpkı modern terapilerde kişinin “kendi iç sesini” keşfetmek için sessizliğe ve bireysel çalışmalara ihtiyaç duyması gibi, Gazali de Bağdat’ın kalabalık ve entelektüel rekabetçi ortamından kaçarak kendini daha net işitebildiği bir iklime geçmiştir.

Bu inziva sürecine dair anlatılan bir hikâyeye göre, Kudüs’teyken Gazali bir gece rüyasında kendini karanlık bir çölün ortasında görür. Ufukta belirgin bir ışık kaynağı yoktur; ancak içinden gelen bir ses ona, “Yolunu kaybetmekten korkma, eğer aramaya devam edersen gerçek güneş doğacak” der. Uyandığında, bu rüyanın etkisiyle gözyaşlarına boğulmuş hâlde bulunduğu rivayet edilir. Bu anekdot, onun psikolojik durumunun kırılganlığını ve aynı zamanda içsel rehberliğe duyduğu umudu gözler önüne serer.

Mistik Aydınlanma ve Dönüş

Bağdat’tan ayrılırken neredeyse tüm benlik yapıları sarsılmış olan Gazali, Şam, Kudüs ve Mekke’de geçirdiği süre zarfında yavaş yavaş bir içsel bütünleşmeye ulaşır. Özellikle tasavvufî tecrübelerin, duaların ve yalnız kalmanın gücüyle, varoluşsal kaygıları yumuşamaya başlar. Modern psikolojide “transpersonel deneyim” olarak bilinen, kişinin kendini aşkın bir bağlamda deneyimlemesi sürecine adım adım girdiğini söylersek abartmış olmayız. Gazali, dünya hayatının geçiciliği ve insan aklının sınırlılıklarıyla yüzleşirken, kalpte hissedilen ilahî yakınlığın ona kesinlik ve huzur verdiğini belirtir.

Böylece Gazali, krizin özünü sadece entelektüel bir muamma olarak değil, aynı zamanda ruhsal bir hastalık olarak da görmeye başlar ve buna uygun “ilaçlar” aramaya koyulur. Bu ilaçların başında çile, zikir, dua ve ibadet gelir. Onun için çile (kendini dünyevî hazlardan geçici olarak mahrum etmek), insan benliğini nefis engellerinden arındırarak hakikati daha berrak biçimde algılamaya yarayan bir disiplindir. Zikir ve dua ise, zihnî meşguliyetleri yatıştırıp, varoluşsal kaygıları kalpten uzaklaştırmanın en etkili yöntemleri olarak görülür. Gazali, bu uygulamalar sırasında ruhuna bir “şifa” aradığını hissettiğini belirtir; günler, haftalar süren yoğun ibadetlerin sonunda, sanki içindeki fırtınaların yavaş yavaş dindiğini ve yerini derin bir sükûnete bıraktığını anlatır.

Kendi deneyiminden şu sonuca varır: İnsanın zihnini tatmin edecek türden aklî deliller, varoluşsal bunalımları tek başına giderememektedir; mutlak huzurun anahtarı dediği ‘kalbî yakîn’, ancak içten gelen bir iman ve manevi tatminle mümkün olabilir. Gazali’ye göre, aklî deliller hangi noktaya kadar gidebilirse gitsin, kalbin kendine özgü bir “görüş alanı” vardır ve bu alan, rasyonel muhakemenin sınırlarını aşar. Bu bakımdan, psikolojik perspektiften bakıldığında, onun yaklaşımı “içsel kabul” ve “anlam duygusu” edinmenin, varoluşsal krizi hafifletmede ne denli önemli olduğunu yansıtır. Modern terapilerde de kişinin yaşadığı kaygı ve boşluk duygusuna, bilissel analizden öte, bir değer ve anlam rehberiyle yaklaşmak önerilir. Gazali örneğinde bu rehber, derin dua ve tasavvufî pratikler hâline gelir.

Kimi tarihçiler, Gazali’nin bu dönemdeki sessiz duruşuna, vakur tavrına ve gözlerinde beliren derin sevince özellikle dikkat çeker. Bağdat’ın o hızlı ve rekabetçi ilim atmosferinde bu sevinci görmek son  derecede zordur; çünkü orada her şey entelektüel tartışmalar, zaferler ve mağlubiyetler çevresinde şekillenir. Oysa inziva döneminde Gazali, yoğun ibadet ve iç muhasebe sayesinde hem bedenini hem de zihnini dinginliğe kavuşturur. Eskiden rakip filozofları çürütmek için harcadığı enerjinin büyük kısmını artık gönlünü aydınlatmaya, hakikate yaklaşmaya tahsis eder. Bu süreçte yaşadığı derin sevinç, hem kendi iç çatışmalarını yatıştırmanın verdiği huzurdan hem de manevi dünyada bir “yakınlık” duygusu tatmasından ileri gelir.

Nitekim Gazali, “Hakikat denizinden bir damla tattıkça, bana bambaşka âlemlerin kapıları aralanıyordu” diyerek, kendisinde meydana gelen bu ruhsal dönüşümü tek cümlede özetler. Bu cümlede yer alan “bambaşka âlemler”, sadece dini bir kavram olmaktan öte, Gazali’nin varoluşun derin katmanlarını deneyimlemesi olarak da okunabilir. Bir zamanlar katı aklî kanıtlar peşinde koşarken, şimdi kalbin sezgisel basiretiyle kendisini güvende hissettiğini ve evrene daha geniş bir perspektiften bakmaya başladığını gösterir. Böylelikle Gazali, krizi dönüştüren en önemli unsurun, “dıştaki hakikati aramaktan içteki hakikate yönelmek” olduğunu kendi hayat hikâyesiyle kanıtlar.

Krizin Derinliği ve Çıkışı

Gelinen aşamada, Gazali’nin varoluşçu kaygısının kilit noktasının, dünyanın geçiciliği ve aklın sınırlarının yarattığı güvensizlik olduğunu söyleyebiliriz. Çevresindeki âlimler, sultanlar, talebeler hepsi birer gölge gibi gelip geçiyor; bilgide sanılan kesinlik, rüyalardaki sahte suretler gibi dağılabilirdi. Ölümün her an kapıyı çalabileceği bir hayatta, zihnin ve kalbin mutlak bir istinat noktasına duyduğu ihtiyaç, Gazali’yi sarsan esas faktördü. Bu, Irvin Yalom’un bahsettiği ölüm kaygısıyla da bağlantılıdır. Yalom’a göre, ölüm farkındalığı kişinin zihninde belirince, eğer sağlam bir anlam duygusuna sahip değilse, dehşet ve hiçlik duygusuna kapılabilir. Gazali’deki ruhsal çöküntünün temellerinde, “ölüm hakikatine çarpınca geriye ne kalır?” sorusunun dayanılmaz ağırlığı yatar. Tüm ilmî birikiminin ölümün eşiğinde ne ifade ettiğini sorgulayan Gazali, bu dünyaya yalnızca bir misafir olarak gönderildiğinin farkına varır. İşte bu düşünce, onu dünyevî hırslardan uzaklaştırarak, gerçek huzuru içsel tefekkürde ve manevî yolculukta aramaya iter.

Sonunda Gazali, “Allah’ın kalbime bıraktığı nur sayesinde” dediği iç sezişle aydınlanır. Bu aydınlanma, tüm şüphelerin sihirli bir değnekle yok olmasına sebep olmaz belki, ama onu yeni bir hakikat anlayışına taşır: Bilginin doğrulanması yalnızca aklî delillerle değil, aynı zamanda ruhun derinliklerinde hissedilen yakin ile mümkündür. Böylece Gazali, varoluşsal krizini bir son değil, yeni bir başlangıç olarak görür. Onun krizden çıkışına dair anlatısı, modern psikoterapide sözü edilen “öze dönüş” veya “kişisel yeniden doğuş” süreçleriyle benzerlik gösterir.

Daha sonraki yıllarda, Gazali tekrar Nizamiye Medresesi’ne davet edildiğinde, çevresindekiler onun “eski Gazali” olmadığını fark ederler. Derslerinde dil hâlâ kuvvetli ve berraktır; ancak bambaşka bir derinlik belirmiştir. Müderrislik yıllarının başında, felsefecileri keskin eleştirileriyle çökertmeye çalışan, kelâm tartışmalarında rakiplerine nefes aldırmayan, keskin zeka ürünü çıkarsamalar yapan biri vardı. Oysa şimdi konuşmalarında rikkat, şefkat ve gönüllere değen bir üslup göze çarpar. Zira Gazali, bu dönüşümden sonra sadece aklı değil, ruhu da merkeze alan bir perspektife ulaşmıştır.

Bu tablo, bize Gazali’nin şüphe ve inanç krizinin sıradan bir sarsıntı olmadığını, tam aksine hayatını kökten dönüştüren bir varoluşsal hesaplaşma olduğunu gösterir. Modern psikologlar, böyle kökten kriz dönemlerini bir bakıma “katalizör” olarak görür; kişi, alışılmış anlam dünyasını kaybederek geçici bir kaosa sürüklenir, ancak sonrasında bulduğu yeni anlam ve inanç sistemi çok daha otantik ve derin olur. Gazali’nin yaşadığı tam da budur: O, “yıkılma”nın eşiğine gelip, yeniden, daha sağlam bir zeminde inşa edilmiştir.

Gazali’nin şüphe ve inanç krizi, hem bir entelektüel meseledir hem de son derece insani, varoluşsal bir deneyimdir. Bu deneyim, onun sonraki düşünce sistemine yön vermekle kalmamış, İslam düşüncesi tarihinde kelâm, tasavvuf ve felsefe arasındaki sınırların yeniden yorumlanmasına da kapı aralamıştır. Günümüz insanı da benzer varoluşsal sorgulamalar yaşadığında, Gazali’nin asırlar önceki tanıklığından ilham alabilir. Zira Frankl ve Yalom’un da ifade ettiği gibi, insanın içindeki bu derin “anlam” özlemi, zaman ve mekânla sınırlı değildir. Gazali’nin yaşadığı bunalım, hepimizin evrensel insanlık hâllerinden birini, “hakikati bulma” ve “varoluşsal güvencede olma” arzusunu çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer.


Gazâlî’nin Şüphe Buhranı ve Anlam Arayışı

Bir zamanlar Bağdat Nizamiye Medresesi’nin parlak yıldızı olan İmam Gazâlî, zirvede bulunduğu bir anda kendini derin bir şüphe ve inanç krizinin karanlığında buldu. Ders vermek için kürsüye çıktığı günlerde dahi içini kemiren anlamsızlık duygusu peşini bırakmıyordu. Zihnindeki sorular öylesine ağırlaşmıştı ki bedeni de bu yükü taşıyamaz hâle geldi: Sesi kesiliyor, boğazı düğümleniyor, talebelerinin karşısında tek kelime edemez oluyordu. Günden güne iştahını kaybetti, midesi hiçbir lokmayı kabul etmedi; bedeni zayıf düşerken ruhu da bir girdapta çırpınıyordu. Ne hekimlerin verdiği ilaçlar fayda etti ne de sahip olduğu ilim ve şöhret ona teselli verebildi. İçi bomboş bir kuyuydu sanki; modern psikolojinin tabiriyle tam bir “varoluşsal boşluk” yaşıyordu. Gazâlî’nin yaşadığı bu buhran, Viktor Frankl’ın yıllar sonra tanımlayacağı anlam yitimine bağlı ruhsal çöküntünün adeta bir yansımasıydı.

Gazâlî’nin krizini anlamlandırmak için Viktor Frankl’ın logoterapi yaklaşımına bakmak son derece ufuk açıcıdır. Frankl’a göre insan, hayatında bir anlam bulamadığında “noojenik nevroz” denilen bir bunalıma sürüklenir; bu süreçte öfke, bağımlılık ve depresyondan oluşan bir “nevrotik üçlü” sıkça görülür. Gerçekten de Gazâlî, sahip olduğu bilgi ve makamla yaşamına derin bir anlam veremediğini fark edince psikolojik bir çöküş yaşamıştı. Frankl’ın “İnsanın esas güdüsü anlam arayışıdır” şeklindeki görüşü Gazâlî’nin durumunu açıklar: Gazâlî, dünya nimetlerine ve akademik başarılara sahipti ama uğruna yaşayacağı daha yüksek bir amaç olmadığını hissetti. Bu, Frankl’ın deyimiyle bir “varoluşsal vakum”, yani içsel bir boşluktu. Frankl, böyle bir anlam boşluğuna düşen bireylerde saldırganlık, bağımlılık ya da depresyon gibi sorunların baş gösterebileceğini vurgular. Nitekim Gazâlî’de de tam bu gerçekleşti; anlam eksikliği, onun ruhunda derin bir ümitsizliğe ve bedensel rahatsızlıklara yol açtı. Frankl’ın logoterapisinde terapistin amacı, danışanın hayatındaki anlam kıvılcımını yeniden alevlendirmektir. Gazâlî örneğinde bakarsak, onun kurtuluşu da tam olarak böyle bir kıvılcım sayesinde mümkün oldu: Kendi iç dünyasında yeni bir anlam ışığı yanmasıyla.

Gazâlî, yaşadığı şüphe krizinin zirvesinde, sonunda radikal bir kararla konfor alanını terk etmeye karar verdi. Bu karar öncesinde, nefsinin direnmesiyle altı ay boyunca iç mücadelesi sürdü; bir yanda şöhretini ve makamını bırakamayan egosu, diğer yanda hakikat çağrısına kulak veren vicdanı vardı. En nihayetinde dua ve tefekkürle yıpranmış kalbi, dünyayı ve dünyevî başarılarını geride bırakmaya razı oldu. 1095 yılının sonlarında görevinden ve ailesinden ayrılacağını çevresine sezdirmeden, hacca gideceğini söyleyerek Bağdat’tan ayrıldı. O andan itibaren Gazâlî için tam anlamıyla bir “anlam arayışı” yolculuğu başladı. Üzerindeki resmî kıyafetleri ve unvanlarını geride bırakıp bir derviş misali yollara düştü. Şam’da (Dımaşk’ta) aylarca kimseye sezdirmeden inzivaya çekildi; kaynaklar onun Emeviye Camii’nin bir köşesinde, daha sonra da Kudüs’te Mescid-i Aksâ çevresinde sakin bir hayat yaşadığını belirtir. Bu dönemde, kalabalıklardan uzaklaşarak ruhunun derinliklerine indi. Geceler boyu süren murâkabe ve tefekkürle, sabahın erken saatlerinde gözyaşları içinde dua ettiği, içindeki fırtınayı dindirmeye çalıştığı rivayet edilir. Bir zamanlar akılla çözmeye uğraştığı soruları, şimdi sükûnet ve kalp huzurunun içinde arıyordu.

İnziva yılları, Gazâlî’ye teoride aradığı hakikati bizzat yaşayarak tecrübe etme imkânı verdi. Zamanla kalbinde bir dinginlik yeşermeye başladı. Bir gece, karanlık düşüncelerin zihnini kuşattığı bir anda, kalbinin derinliklerine nüfuz eden ilahî bir nur hissederek sarsıldı. Kendi ifadesiyle, “Allah’ın kalbime attığı bir nur” sayesinde şüphe girdabından kurtuldu. Bu mistik tecrübe, onun için adeta bir “iç aydınlanma” anıydı: Yıllardır zihninde dönen sorular bir anda önemini yitirdi; yerini tarif edilemez bir kesinlik ve huzur duygusu aldı. Frankl, insanların hayatlarına anlam katan deneyimlerin bazen “transandantal” olabileceğini, yani insanı aşan manevi boyutta gerçekleşebileceğini belirtir. Gazâlî’nin inzivadaki manevî deneyimleri de tam olarak böyleydi. Gecenin karanlığında yaptığı zikirler ve tefekkürler sırasında kalbinde doğan huzur, bu evrende bir gayesi olduğunu hissettiriyordu. Bu, yalnızca teorik bir inanç değil, doğrudan yaşanmış bir iman hâliydi. Frankl’ın “İnsan, uğruna acı çekebileceği bir anlam bulduğunda her şeyi göğüsleyebilir” düşüncesiyle de örtüşecek biçimde, Gazâlî de çektiği ıstırapların boşuna olmadığını, hepsinin onu hakikat anına hazırladığını kavradı.

Bu derin tecrübelerin ardından, Gazâlî âdeta yeniden doğdu. Yaklaşık on yıl süren uzlet ve arayış döneminden sonra 1106’da memleketine döndüğünde, eski unvanlı müderris Gazâlî gitmiş, yerine zâhid ve arif bir Gazâlî gelmişti. Nizamiye Medresesi’nde tekrar ders vermeye başladığında, talebeleri hocadaki değişimi hayretle izlediler. Gazâlî bu ikinci öğretim döneminde artık dünya hırsıyla değil, hakikat aşkıyla meşguldü. Kendi ifadesiyle, “O zamanlar makam kazandıran ilmi öğretiyordum; şimdi ise makamı terk ettiren ilme davet ediyorum.” Artık kürsüde gösterişin değil, kalp huzurunun bilgisini öğretiyor; öğrencilerini takvâya ve samimiyete yönlendiriyordu. Tıpkı Viktor Frankl’ın toplama kampı deneyimi sonrasında hayata bakışının kökten değişmesi gibi, Gazâlî de krizinden daha güçlü ve sahici bir imanla çıkmıştı. Frankl’ın Auschwitz’te gördüklerinden sonra insanın en zor şartlarda bile hayatına anlam katabileceğini göstermesi gibi, Gazâlî de kendi “karanlık gecesini” bir sabaha dönüştürerek maneviyatta derinleşebileceğini kanıtladı. İkisi de krizlerini birer dönüşüm fırsatına çevirerek küllerinden doğdu. Gazâlî’nin kaleme aldığı “İhyâ’ü Ulûmi’d-Dîn” (Dini İlimlerin İhyası), onun bu yeniden doğuşunun âdeta meyvesi oldu; İslam dünyasında manevî bir diriliş ruhu estirdi. Frankl’ın logoterapide yaptığı gibi, Gazâlî de insanların acı ve boşluk duygusundan sıyrılarak anlam bulmalarına rehberlik edecek pek çok eser kaleme aldı.

Gazâlî’nin hikâyesi, anlam eksikliği ile depresyon ve ruhsal bunalım arasındaki derin ilişkiye tarihten bir örnektir. Büyük bir âlim bile, içindeki “yaşama amacı”nı yitirince derin bir bunalıma sürüklenebiliyordu; Gazâlî’nin deneyimi bunu açıkça gösterir. Frankl’ın teorisi bize gösterir ki insan, yaşamını sürdürecek imkânlara sahip olsa dahi uğruna yaşayacağı bir “neden” yoksa ruhen tükenmeye yatkındır. Gazâlî de tam olarak böyle bir tükeniş noktasına gelmişken, hayatına ilahî bir amaç yerleştirerek çöküşten kurtuldu. Böylece psikolojik sıkıntıları, yerini iç huzur ve yakîn duygusuna (kesin inanç) bıraktı. Modern psikoloji de anlam duygusunun eksikliğinin depresyonu tetikleyebileceğini kabul eder; nitekim Frankl da “hayatta anlamını gerçekleştiremeyen bireylerin saldırganlığa, bağımlılığa ve depresyona açık hale gelebileceğini” öne sürer. Gazâlî’nin örneği, asırlar boyu tasavvuf geleneğinde bilinen bir hakikati ve Frankl’ın logoterapisinin özünü teyit eder niteliktedir: İnsan, ancak bir anlam uğruna yaşadığında ruhen doyuma ulaşır. Gazâlî’nin şüphe ve inanç krizinden çıkışı bizlere gösteriyor ki en karanlık buhranlar bile, manevî bir anlam arayışı ve içsel dönüşümle aşılabilir. Bu, insan ruhunun belki de en etkileyici yönüdür: anlam, derin bir boşluk ve karanlık içinde bile bir nur gibi parlayabilir. Asırlar önceki Gazâlî deneyimi, bugün bile anlam bunalımı yaşayan kimseler için güçlü bir ilham kaynağı olmaya devam etmektedir; tıpkı Frankl’ın “acı içindeki insanın, acısını anlamla yoğurarak yeniden var olabileceği” gerçeğini göstermesi gibi.

Irvin Yalom: Ölüm Kaygısı ve Varoluşsal Temalar

Irvin D. Yalom, varoluşçu psikoterapinin önde gelen isimlerinden biri olarak, insanın varoluşunda derin izler bırakan dört temel kaygıya işaret eder: ölüm, özgürlük, yalnızlık (izolasyon) ve anlamsızlık. Ona göre her insan, bilinçli ya da bilinçsiz, bu “nihai gerçeklikler”le yüzleşmenin yarattığı bir temel kaygı taşır. Çoğu zaman psikolojik savunmalarımız, işte bu korkularla başa çıkmak için inşa edilen birer kale işlevi görür. Gazâlî’nin yaşamış olduğu büyük kriz de, bu varoluşsal temalardan birkaçını birden harekete geçiren güçlü bir sarsıntı olarak değerlendirilebilir. Ancak böylesi bir sarsıntının ortasında, kişi kendini yıkıcı bir bunalımda bulmakla kalmaz; aynı zamanda yeni bir bilince, daha derin bir kendini tanıma seviyesine yükselme fırsatı da elde edebilir.

Anlamsızlık başlığı, Gazâlî’nin deneyimini roman üslubunda anlatmaya özellikle elverişlidir. Zira Gazâlî, âdeta tüm doğruların altüst olduğu bir ânın içerisinde bulur kendini. Bağdat’ın kalabalık ve entelektüel cümbüşünden kopup, gecenin karanlığında başını ellerinin arasına alır; “Yaşadığım onca bilgi, onca unvan ve mevki neye yarıyor şimdi?” diye kendi kendine sorar. Bir zamanlar kesin bildiği hakikatleri, incecik bir duman gibi elinden kayıp giderken görmek onu dehşete düşürür. Bu dehşet, Yalom’un sözünü ettiği “anlamsızlık” kaygısının canlı bir tezahürüdür. Evren ona bir sis denizi gibi görünür: Ne kadar çabalasa da içinde sağlam bir kaya bulamıyordur. İşte bu noktada, Yalom’un “varoluşsal boşluk” diye tarif ettiği o kesif duygu, Gazâlî’nin zihnine yerleşir. Artık hayatın bir anlamı olmadığını hissedince, insanın en sıradan eylemleri bile ağır ve yorucu gelir. Gazâlî, nefes alıp vermenin bile anlamsızlaştığı, ruhunda derin bir boşluk hissettiği günler yaşar.

Özgürlük ve Sorumluluk boyutuna geldiğimizde, varoluşçu felsefe insana hayli ağır bir yük yükler: Seçim yapmak zorunda olmak. Gazâlî, büyük krizinden hemen sonra var olan düzenini bir kalemde silip atmaya karar verir. Kaynaklar, onun Bağdat’ta sahip olduğu ünü, itibarı ve dünya nimetlerini ansızın terk ettiğini yazar. Kimine göre bu hareket tam bir delilik emaresidir; kimine göre ise olağanüstü bir cesaret. Yalom, “Kesin dayanakların olmadığı bir dünyada seçim yapmanın doğası gereği korkutucu olduğunu” söyler. Gazâlî de tam bu korkuyu yaşar, fakat korkuyu bir kenara itip, adeta ıssız bir çöl yoluna çıkmaya niyetlenir. Bu radikal karar, onun özgürleşme eylemidir: Önünde hiçbir dünyevî güvence yok, gelecek meçhul, ama Gazâlî yine de gerçeği aramak adına bu bilinmezliğe doğru yürür. Zira bilir ki insan ancak böyle bir cesaretle kendini yeniden inşa edebilir.

Yalnızlık (İzolasyon), varoluşçu düşüncenin en keskin konularından biridir ve Gazâlî’nin kriziyle âdeta iç içe geçen bir temadır. Şöyle bir sahne hayal edelim: Bağdat’ın gürültülü meydanlarını, ilim meclislerini ve tartışma halkalarını geride bırakmış, eski bir mescidin karanlık köşesinde diz çökmüş bir adam… Elinde bir tespih, gözlerinde huzur ile endişe arası bir bakış. Günlerdir kimseyle ciddi anlamda konuşmamıştır; onu tanıyanlar da çekildiği yeri bilmez. Yalnızlık, Gazâlî için ilk başta iç burkan bir ıstırap kaynağıdır. Ancak Yalom’un varoluşçu terapide ısrarla belirttiği gibi, insan nihayetinde kendisiyle baş başa kalmak zorundadır. Bu noktada yalnızlık, kaçınılmaz olduğu kadar kurucu bir deneyimdir de. Çünkü insan, dış dünyanın kargaşasından sıyrılabildiği ölçüde kendi hakikatine eğilir. Gazâlî, toplumsal kimliğini geride bırakarak kendi öz benliğiyle karşı karşıya kalmayı seçer. Dış çevreden gördüğü onaylar, statü, saygınlık artık yoktur; bu “kimsesizlik” onun içsel yolculuğunun kapılarını aralar.

Ölüm teması, Yalom’un düşüncesinde bir diğer merkezi konudur. Her şeyin sonu olan ölüm, insana kendi geçiciliğini ve faniliğini sürekli hatırlatan bir gerçektir. Gazâlî, kriz sürecinde hayatın rüya gibi gelip geçtiğini ve ölümün kaçınılmazlığını derinden hissettiğini söyler. Metinlerinde, “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” sözünü sıkça anması, ölümün hakikatiyle sarsıcı bir şekilde yüzleştiğini gösterir. Bir gecenin geç saatinde, kervansarayda tek başına oturmuş halde, Gazâlî’nin “Bu dünya bir rüyadan ibaret olabilir mi? Ebedi hakikate ancak ölümle mi varılır?” diye sorduğunu tahayyül edebiliriz. Ölüm korkusu, Yalom’un ifade ettiği gibi, birçok psikolojik sorunun temelinde yatan bir gerçektir ve insanlar genellikle büyük bir acı veya şok yaşayınca bu gerçekle yüzleşir. Gazâlî de tam böyle bir sarsıntıdan geçmiştir. Belki de yaptığı işlerin ahiret açısından samimi olmayabileceğine dair korku, onu dünyevi hırslarını bırakmaya iten en büyük sebeplerden biri olmuştur. Evet, ölüm düşüncesi korkutucudur; ama aynı zamanda “uyanma” deneyimi de barındırır. Kişiyi, yaşamını yeniden gözden geçirmeye ve daha “otantik” bir yola girmeye zorlar.

Rivayet odur ki, Gazâlî Bağdat’tan ayrılma kararı aldığında, yakın dostlarından biri onu vazgeçirmeye çalışmıştır. Dostu ona şöyle demiştir: “Bu kadar ün, saygınlık ve imkânı geride bırakmak, senin gibi büyük bir âlime yakışmaz. Milleti karanlıkta bırakacaksın, yazık değil mi?” Gazâlî ise usulca cevap vermiş: “Benim aydınlatamadığım yer kendi gönlümken, milleti aydınlatmak nasıl mümkün olur? Kendimi bulmadığım sürece, kimseye gerçek ışık olamayacağım.” Bu küçük anekdot, onun ölüm, yalnızlık ve anlamsızlık korkularıyla yüzleşerek, özgürlük ve sorumluluk duygusuyla hareket etme isteğini ne kadar derin yaşadığını anlatır. Yalom’un terapide “kendi gerçeğinle yüzleşme” diye nitelediği şeyi, Gazâlî bir hayat pratiğine dönüştürür.

Varoluşçu terapide Yalom, nihai kaygılarla yüzleşmenin aslında gelişim için gerekli olduğunu söyler. Ölüm korkusunu, yalnızlık hissini veya anlamsızlığı bastırmak yerine onlarla diyalog kurmak, kişiye derin bir bilgelik kazandırabilir. Gazâlî’nin yaşam öyküsü de bu tezi destekler niteliktedir: O, kriziyle boğuşurken inanç sistemini, toplumsal rollerini ve içsel değerlerini yeniden değerlendirmiş, “özgürlük” ve “sorumluluk” kavramlarını bizzat tecrübe etmiştir. Yalnızlığa çekilirken yaşadığı ıstırap, zamanla içsel bir olgunlaşmaya ve otantik benliğini bulmaya dönüşmüştür. Ölüm korkusu, onu dünyanın geçiciliğini idrak etmeye yöneltmiş; ansızın çekip gittiğimiz bu dünyada, insana kalıcı bir anlam ve huzur veren tek şeyin samimiyetle aranan hakikat olduğunu idrak etmiştir.

Sonuçta, Yalom’un varoluşçu psikoterapisinde “kaygılarla yüzleşme” diye ifade ettiği süreç, Gazâlî’nin manevi macerasında ete kemiğe bürünür. İkisi de aynı sonuca işaret eder: İnsan, bu kaygılardan tamamen kurtulmayı hedeflemek yerine, onları kabul etmeli ve onlarla yaşamayı öğrenmelidir. Çünkü ölüm, anlamsızlık, özgürlük ve yalnızlık korkusu, bir yandan yıpratıcı görünse de diğer yandan en derin dönüşümlerin tetikleyicisi olabilir. Gazâlî, kendi krizini bir kaçışla değil, bir yüzleşmeyle aşmış; ibadet, zikir ve tefekkür gibi mistik pratikler de ona hem psikolojik hem de ruhani bir destek sağlamıştır. Bu yüzleşmeyle, nihayetinde daha otantik, daha derin ve daha huzurlu bir yaşama adım atmıştır.

Böylece Gazâlî’nin hikâyesinde, Yalom’un “dört temel kaygı” diye andığı ölüm, özgürlük, yalnızlık ve anlamsızlık temaları canlı bir sahne bulur. Krizin başlangıcında Gazâlî, bu kaygıların ortasında neredeyse boğulur gibi olmuştur. Ancak sonunda, bu kaygılarla barışan, onları kendi benlik gelişiminin yakıtına dönüştüren bir bilge olarak yoluna devam etmiştir. İşte bu, varoluşçu bakışla tam bir katarzis örneğidir: Esas olan, korku ve kaygıları yok etmek değil, onların gösterdiği yolun rehberliğinde, insanın kendi özüne varmasıdır.

Gazâlî, yalnızca İslam düşüncesinin değil, insanlık tarihinin de en çarpıcı şahsiyetlerinden biri olarak kabul edilebilir. Orta Çağ’ın parlak medrese atmosferinde yetişmiş bu büyük âlim, bir gün ders kürsüsünde konuşmaya başlayamadı, suskun kaldı ve gözlerinin derinliklerinde tarif edilemez bir kaygı birikiverdi. Öyle ki, bir zamanlar felsefî metinleri rahatlıkla çözümleyen, teolojik tartışmalarda rakiplerine göz açtırmayan Gazâlî, şimdi konuşmakta dahi zorlanıyordu. Bu derin şüphe ve inanç krizi, onun için yalnızca entelektüel bir çıkmaz değildi; bedenini, ruhunu ve tüm varoluşunu sarsan büyük bir buhrandı. Arkadaşları, öğrencileri, hatta ailesi anlam veremiyordu bu duruma; “Acaba üstadımız akıl sağlığını mı yitiriyor?” diye endişeye kapıldıkları bile olmuştu. Oysaki Gazâlî’nin mücadelesi, modern psikolojide “varoluşsal kriz” ya da “kimlik krizi” diye adlandırılabilecek bir durumu andırıyordu. Kimi varoluşçu psikologlar, bu tür krizlerin insanda içsel bir dönüşüme kapı aralayabileceğini belirtir. Gazâlî’nin hikâyesi de bunun canlı bir örneği olacaktı.

Felsefi açıdan, Gazâlî’nin krizi bir yönüyle Descartes’ın metodik şüphesini çağrıştırır: Duyuların ve aklın güvenilirliğini sorgulamak, ‘Hakikat nedir?’ sorusunun peşine düşmek... Ama Gazâlî, Descartes gibi soğukkanlı bir biçimde ‘Düşünüyorum, öyleyse varım’ noktasına ulaşmaya çalışmadı. Onun şüphesi, kütüphanenin derinliklerinde soğuk bir analize dalmaktan çok, ruhun ateşinin içinde kıvranmaktı. Bağdat medreselerinde düzenlenen tartışma halkalarında bir vakitler felsefecileri entelektüel hamleleriyle köşeye sıkıştıran bu büyük âlim, şimdi sessiz ve harap bir hâlde odasına kapanıyor, dualar eşliğinde gözyaşı döküyordu. Aklî istidlâllerin (mantıkî çıkarımların) onu tatmin etmediği, kalbinin katılaşması yerine bir duman gibi hışırdadığı anlardı bunlar. Duyular ve akıl, onu bir yere kadar taşıyabilmiş; ama “yaşamsal hakikat” diye isimlendirdiği o derin gerçeğe erişmede yetersiz kalmıştı. Öyleyse hangi yol kalıyordu geriye?

Tam bu noktada, Gazâlî’nin çıkış yolunun bir filozoftan ziyade bir mutasavvıf gibi geliştiğini söyleyebiliriz. O, kelamî veya felsefî delillerle yetinmek yerine, iç dünyasına dönüp, adeta orada gizlenmiş bir hazineyi keşfetmeye çalıştı. Bazıları onun bu tutumunu “rasyonel yöntemlerden kaçış” olarak eleştirse de, gerçekte Gazâlî “fenomenolojik” bir keşfe yönelmişti; kendi bilinç deneyimine, iç görüsüne ve sezgisel aydınlanmalara kulak veriyordu. Tıpkı bir sabah vakti, Bağdat’ın dar sokaklarından sıyrılıp tenha bir mescide çekilir gibi, zihnini de insanların gürültüsünden, ticarî ve siyasî kaygılardan uzaklaştırmak istedi. Rivayetlere göre, bir gece uzun saatler boyunca dua ve zikirle meşgul olduktan sonra, kalbinin derinliklerinde beliren bir huzur onu büyülemiş, “İşte aradığım ışık bu” diye mırıldanmış. Bu “ışık”, belki de akılla çözülemeyen o deruni hakikatin ilk işaretiydi.

Psikolojik açıdan bakıldığında, Gazâlî’nin krizi, bugünün literatüründe “varoluşsal kriz” veya “kimlik krizi” diye tanımlanabilecek bir hâlidir. Birey, hayatın anlamı, amacı veya temel inançları konusunda derin bir belirsizliğe düştüğünde, yoğun bir kaygı ve çaresizlik yaşayabilir. Gazâlî’nin bedensel belirtileri (konuşma güçlüğü, iştahsızlık, içe kapanma) bu krizin fiziksel yansımaları olarak düşünülebilir. Modern varoluşçu psikoloji, böyle dönemlerin aynı zamanda bir fırsat doğurabileceğini vurgular: Kişi, eskimiş ve yüzeysel anlam dünyasını yıkarak, yerine kendisi için daha otantik ve doyurucu bir anlam sistemi kurabilir. Gazâlî örneğinde bu “yıkım” oldukça sancılı ama aynı zamanda da dönüştürücüydü. Kendisi, krizden sonra “yeniden doğmuş” gibi hissettiğini, on yıl süren bir inziva ve seyahat döneminde kalbinin katı şüphelerden arınıp dinginleştiğini anlatır. Kendi ifadesiyle, artık “hakikatin kesin bilgisine” kavuştuğunu duyumsamış, iç huzuruyla insanlara bambaşka bir gözle yaklaşmaya başlamıştır.

Gazâlî’nin seyahatleri sırasında yaşadığı bir karşılaşmaya dairdir. Anlatılana göre, bir gün yolda rastladığı bir derviş, ona sessizce bakmış ve “Üzerindeki ağırlık gözlerinden okunuyor” demiş. Gazâlî, ürperircesine “Ne gibi?” diye sorunca, derviş gülümsemiş: “Soruların seni ağırlaştırıyor, bırak onları kalbin derinliklerine insin, cevaplarını orada bulacaksın.” Bu sözler belki basit bir nasihat gibi görünür; ama Gazâlî, daha sonra kaleme aldığı metinlerde, yabancı bir dervişle kısa bir konuşmanın bile kalbinde parıltılar uyandırdığını, belki de Allah’ın nurunu beklenmedik ağızlardan işitebileceğini düşünmeye başladığını yazar. Bu açıdan bakıldığında, onun yaşadığı krizin salt bir “aklî sorgulama” değil, aynı zamanda ruhsal bir macera olduğunu anlamak güç değildir.

Felsefi ve psikolojik yaklaşımların kesişiminde, Gazâlî’nin durumu Frankl ve Yalom gibi modern düşünürlerle de ilginç bağlantılar kurar. Viktor Frankl’ın “logoterapi” anlayışı, insanın anlam duygusunu yitirdiğinde büyük bir boşluğa, hatta depresyona sürükleneceğini söyler. Gazâlî de, başarılarının bile ona anlamsız görünmeye başladığı bir döneme girince, ruhunun dibe vurduğunu açıkça belirtir. Frankl’ın dediği gibi, “İnsan uğruna acı çekebileceği bir anlam bulursa, hemen her nasıla katlanabilir.” Gazâlî de bu söze çarpıcı bir örnek oluşturur: Uğruna her şeyinden vazgeçtiği o ‘mutlak hakikat’ arayışı, sonunda ona derin bir manevi tatmin ve akademik başarılardan çok daha değerli bir “yüce amaç” hediye etmiştir.

Öte yandan Irvin Yalom, varoluşsal terapide ölüm, anlamsızlık ve yalnızlık gibi nihai kaygılara odaklanır. Gazâlî’nin eserlerinde de dünya hayatının geçiciliği, ölümün kaçınılmazlığı ve ahiret endişesi sık sık vurgulanır. Bir yerde, “İnsanlar uykudadır; ölünce uyanırlar” şeklindeki sözü anarak, gerçek uyanışın ölümle geldiğine dikkat çeker. Bu aslında onun, ölümle yüzleşmenin insanı dünyevi oyalamalardan kurtarıp kalıcı hakikate yöneltebileceğine dair inancını yansıtır. Yalom’a göre, ölüm gerçeğini bastıran insanlar, farkında olmadan hayatlarını anlamsızlıkla doldurabilirler. Gazâlî ise tam tersini yapıp, ölümü ve akıbeti sürekli hatırda tutmayı, hayatı derin bir bilinçle yaşamayı önerir. İnsan, bu zorlu yüzleşmeden kaçmayıp, onu bir “uyanma deneyimi” hâline getirebilirse, daha sahici bir yaşam sürebilir.

Bütün bunlar, Gazâlî’nin krizinin baştan sona seküler bir varoluşsal bunalım olmadığını, içinde güçlü bir dinî vicdan motifinin bulunduğunu gösterir. Zühd, zikir, tefekkür gibi tasavvufî praksislerin de devreye girmesi, onun modern terapötik yöntemlerden farklı bir kulvarda ilerlediğini ima eder. Ancak ulaşmak istediği noktada, “insanın kendi varoluşuna sahici bir cevap bulması”nın önemini vurgular. Varoluşçu bakış açısıyla aynı doğrultuda olan bu vurgu, “Kişi, evrende kendi yerini ve amacını bulursa krizden çıkar.” şeklinde özetlenebilir. Gazâlî için bu, Allah’a teslimiyet ve kalpte hissedilen huzur anlamını taşır. Frankl için “kendini aşan bir amaç”tır; Yalom için “hayatın kaçınılmaz gerçeklerini kucaklayarak kendi cevabını oluşturmak”tır. Her hâlükârda insan, belki de aynı evrensel ihtiyaca kulak vermektedir: Ait olduğunu hissetmek, bir gayeye yaslanarak bu koca âlemde kendine bir yön bulmak.

Böylece, Gazâlî’nin şüphe ve inanç krizini hem psikolojik hem de felsefi yönleriyle okumak, yalnızca tarihî bir vakayı canlandırmak değildir; bugün de insanın varoluşsal kaygılarına, anlam arayışına ve hayatın sonluluğuyla yüzleşme biçimlerine dair derin bir ders sunar. Gazâlî, karanlık bir girdapta kaybolduğunu sandığı anlarda bile içindeki arzunun, hakikate duyduğu özlemin onu çekip çıkardığını söyler. Krizin bu açıdan yıkıcı olduğu kadar yaratıcı bir imkân barındırdığını, dönüşümün bazen ancak bu tür sarsıntılardan doğabileceğini hatırlatır. Günümüzde benzer bunalımlar yaşayan kimseler için onun hikâyesi, “En ümitsiz gecenin sabahı en parlak olabilir.” mesajını taşır. Ve belki de en önemlisi, Gazâlî’nin arayışı, akıl ve kalp arasındaki o ince köprüde yol alanların, her iki kanadı da ihmal etmeden hakikate yaklaşabileceğini işaret eder.

Sonuç 

Gelinen noktada, Gazâlî’nin şüphe ve inanç krizi, bir insanın ruh dünyasında kopabilecek en büyük fırtınalardan biri olarak karşımızda durmaktadır. Tıpkı öfkeyle kabaran bir denizin ortasında kalmış bir gemi misali, Gazâlî de kendi zekâsına, bilgisinin kudretine ve entelektüel birikimine rağmen sarsıcı dalgaların insafına bırakılmıştı. Sonradan anlaşıldı ki, onu kurtaracak liman sadece aklî açıklamalar değil, aynı zamanda kalbin sezişiydi. Modern varoluşçu psikoloji açısından bakıldığında, bu kriz, insanın anlam arayışının ne kadar hayati olduğunu gösterir: Anlamını yitiren birey, dünyevî nimetlere ve şöhrete rağmen kendi benliğinin uçurumuna yuvarlanabilir.

Viktor Frankl’ın Nazi kamplarında edindiği “İnsanın hayatta bir ‘neden’i varsa, hemen her ‘nasıl’a dayanabilir” şeklindeki içgörü, Gazâlî’nin öyküsünde adeta ete kemiğe bürünür. Bir zamanlar zenginlik içinde yaşayan, ders kürsülerinde parlak fikirleriyle alkış toplayan Gazâlî, içindeki ‘neden’i kaybedince yaşama sarılacak gücü de bulamamış; ama yeniden bir ‘yüce gaye’ keşfettiğinde, karanlıklardan aydınlığa doğru kendini çekip çıkarmıştır. Irvin Yalom’un vurguladığı ölüm, özgürlük, yalnızlık ve anlamsızlık kaygıları da Gazâlî’nin ruhunu sarstığında, kariyerinin doruğunda bastırdığı korkuları yüzeye çıkarmış, onu kendi derin çağrısına kulak vermeye sevk etmiştir.

Böylece, Gazâlî bir nevi kendi kendinin terapisti olup, bunalımından bir uyanış deneyimi devşirmiştir. İç dünyasındaki sorularla ve korkularla dürüstçe yüzleşebilmesi, onu içsel bir devrime sürüklemiştir. Gösterişli medrese hayatından, kalabalık tartışma ortamlarından uzaklaşıp inzivaya çekilmesi, aslında modern terapilerde bahsedilen ‘güvenli alan’ı kendi kendine inşa etmesi gibidir. O alanda, akıl ve kalp ikilisini yeniden harmanlamış, varoluşsal kaygılarıyla hesaplaşmış ve kendini yeniden tanımlayarak huzura kavuşmuştur.

Gazâlî’nin deneyimi, krizlerin aynı zamanda büyük fırsatlar taşıdığını bize yeniden hatırlatır. Onun yaşam serüveni, bir zaaf veya çöküş süreci olmaktan çok, insanın hakikate ulaşma yolundaki evrensel mücadelesinin güçlü bir örneğidir. Asırlar önce yaşamış bir âlimin kalbinde kopan fırtına ile günümüz insanının zihnini sarsan varoluşsal sorular, şaşırtıcı derecede benzerlik taşır. Burada, mekân ve zaman aşılır; insan denen varlığın en temel kaygıları evrensel bir dilde dile gelir.

Son tahlilde, Gazâlî’nin krizi hem bireysel hem de manevi bir buhranın, aynı zamanda bir ‘gerçek arayışının’ resmi gibidir. Varoluşçu psikolojinin sunduğu kavramlarla baktığımızda, onun yaşadığı yolculuk tam anlamıyla ‘anlam yitiminden anlam bulmaya’ uzanan bir dönüşüm hikâyesidir. Yüzyıllar sonra dahi Gazâlî’nin sesi, Frankl ve Yalom’un görüşleriyle aynı frekansta buluşur: Krizler yıkıcı olmakla birlikte, insanın kendini keşfetmesi ve derinleşmesi için de birer davettir.

Ve bu davet, elbette ki yalnızca Gazâlî’nin değil, her birimizin kapısını çalabilecek cinstendir. Kimileri bu çağrıya kulak tıkar, kimileri ise tıpkı Gazâlî gibi bütün birikimini geride bırakarak yollara düşer. Sonuçta, mesele belki de şudur: İnsan ancak hakikat susuzluğunu ciddiye aldığında ve içindeki sorulara samimiyetle göğüs gerdiğinde, bu dünyada otantik bir varoluşa ulaşabilir. Gazâlî’nin krizi de tam olarak bunu anlatır: Bir son gibi görünen karanlık, aslında yepyeni bir başlangıcın doğum sancısıdır.

Kaynakça


el-Munkız mine’d-Dalâl

İḥyâ’ ʿUlûm ed-Dîn

Tehâfütü’l-Felâsife

D.C. Moulder – “The First Crisis in the Life of al-Ghazali”


Viktor Frankl – İnsanın Anlam Arayışı

Irvin Yalom – Existential Psychotherapy (Varoluşçu Psikoterapi)

Stephen Menn – “Autobiography and Certainty: Ghazali vs. Augustine”




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ANTONY FLEW'İN YANILMIŞIM TANRI VARMIŞ KİTABININ ÖZETİ-1-

                Flew, bu kitabında çocukluğundan itibaren inanç  bakımından yaşadığı tecrübelere yer vererek kısaca ateizmden teizme geçişini anlatıyor. İçinde doğduğu ailenin  Hıristiyanlığa bağlı olduğunu,  babasının vaizlik yaptığını, ayin ve toplantılara katıldıklarını bununla birlikte kendisinin dini bir feyz ve zevke almadığını ifade ediyor. Kitapta ilk önce ateizmi savunan kendi yazdığı eserlere ve onların  temel görüşleriyle bunlara verilen cevaplara  yer veriyor. Yazar, kısaca okumaları ve çalışmalarının kendisini bilimsel olarak benimsediği (öne sürülen iddianın götürdüğü yere gitmek) ilkeyle tutarlı bir biçimde yaşadığı değişimi samimiyetle anlatıyor. Kitap ayrıca ateizm konusundaki temel yaklaşımlara ana hatları ile yer veriyor. Çocukluk ve gençlik yıllarındaki Hıristiyan temelli inançlardan ateizme evirilişinin ilk adımını kötülük probleminin oluşturduğunu söylüyor. O zamanlar ailes...

Şerif Mardin’in ‘Din ve İdeoloji’ Eseri Üzerine

     Din ve İdeoloji kitabı, çapı küçük fakat içerik olarak oldukça geniş ve derin olduğu rahatlıkla söylenebilir. Efradını cami ağyarını mani bir ifade ile alanında tam bir başvuru kaynağıdır.      Yazar, ilk önce ideoloji kavramını  iki ayrı kategoride ele alıyor: Sert ideoloji ve yumuşak ideoloji. “Sert” ideolojiyle, sistematik bir şekilde işlenmiş, temel teorik eserlere dayanan, seçkinlerin kültürüyle sınırlandırılmış, muhtevası kuvvetli bir yapı kastedilirken,  “yumuşak” ideoloji ile de, kitlelerin, çok daha şekilsiz inanç ve bilişsel (cognitive) sistemleri ifade ediliyor. Yazar, ideolojiyi ise kitle toplumunun belirmesiyle beraber önem kazanan inançlar ve idare edilen”lerin arasında yaygın, yönlü, fakat sınırlı, belirsiz fikir kümeleri olarak tanımlıyor. İdeolojiler, siyasi fikir tarihi açısından  uzun zaman, insanların aklını çelen kuraldışı etkenler olarak tanımlanmıştır. [1] Yazar, bilimsellik niteliğinin üç ana...

Türkiye'de Alternatif Tıp Uygulamalarının Dini Referanslarla Meşrulaştırılması Üzerine

Modern toplumların en belirgin özelliklerinden biri, rasyonelleşme ve bilimsel düşüncenin hakimiyetine rağmen, geleneksel ve alternatif tedavi yöntemlerine yönelik ilginin artmasıdır. Bu paradoksal durum, özellikle Türkiye gibi modernleşme sürecini kendine özgü dinamiklerle yaşayan toplumlarda daha karmaşık boyutlar kazanmaktadır. Geleneksel tıp uygulamalarının dini referanslarla meşrulaştırılması, sadece bir sağlık meselesi olmaktan çıkıp, toplumsal kimlik, kültürel süreklilik ve moderniteyle hesaplaşma gibi çok boyutlu bir olguya dönüşmektedir. Bu çalışma, Türkiye'de alternatif tıp uygulamalarının dini referanslarla meşrulaştırılması sürecini, din sosyolojisi perspektifinden ele almaktadır. Peter L. Berger'in "kutsal şemsiye" kavramı çerçevesinde değerlendirildiğinde, alternatif tıp uygulamalarının dini referanslarla meşrulaştırılması, modern toplumda anlam arayışının ve geleneksel değerlere dönüş eğiliminin bir tezahürü olarak görülebilir. Bu bağlamda, modern tıbbı...