Ana içeriğe atla

HALLÂC-I MANSÛR’UN VAROLUŞSAL YOLCULUĞU

 





1. KISA BİYOGRAFİK ÇERÇEVE

Hallâc-ı Mansûr, 858 yılının sıcak bir gününde, Fars diyarının uçlarında sakince doğduğunda kimse onun tarihin derin sayfalarında böylesine büyük bir iz bırakacağını tahmin edemezdi. Çocukluğuna dair kaynaklar sınırlı olsa da, ailesinin onu küçük yaşlardan itibaren manevi ilimlere yönlendirdiği bilinir. İnsanlar, onun akranlarından farklı bir şekilde, daha küçücük yaşında dahi “kelimelerin” ötesindeki anlamlara kafa yorduğunu söylerlerdi. Gözlerindeki derin bakış, ruhunun sıradan dünyaya sığmayacak kadar geniş olduğunu belli ediyordu. O sıralar hangi şehre götürüldüyse, dönemin en iyi hocalarının meclislerine girdi ve sonrasında o ışıl ışıl zekâsını her yerde konuşturdu.

Ne var ki Hallâc, kendini yalnızca kitap yaprakları arasında kaybetmekle yetinecek biri değildi. Henüz gençliğinin ilk dönemlerinde, duvarlara sıkışan bilgiden tatmin olmadığını hissediyor, o sayfalarda aktarılan hakikati kalbin derinliklerinde yaşamak istiyordu. Bir rivayete göre, Bağdat medreselerinin gölgesine sığındığı ilk günlerde hocalarının anlattıklarını can kulağıyla dinler, ama asıl soruları her zaman içinden fısıldardı: “Ben kimim? Allah ile kulun arasındaki o ince çizgi nerededir?” Bu sorular zihninde öylesine yankılanırdı ki, etrafındaki talebeler onun sessiz duruşundan ve bazen dalgın bakışlarından endişelenir, “Hallâc bugün yine başka âlemlerde dolaşıyor,” derlerdi.

Eğitim sürecinde, dönemin önemli tasavvuf çevrelerine de yolu düştü. Meşhur mutasavvıf şeyhlerin sohbetlerine katılır, nefes almaya ara verirmişçesine pür dikkat hepsini dinlerdi. Yalnız orada da durmadı; “Bilmek ve duymak” yeterli değildi ona göre, “Olmak” gerekiyordu. Anlatılan kerametleri, işaretleri ve aşk hikâyelerini zihnine değil de ruhunun göğsüne kazımak istedi. Bu yüzden tasavvufun sadece teorik bilgisini değil, pratik yaşamını da benimsedi. Uzletlere çekildi, halvethanelerde zikir meclislerine katıldı, kalbinin en derin kıvrımlarında ilahî aşkı aradı. Onu tanıyanlar, “Sanki kitapların dünyasından çıkıp aşkın denizine atladı,” diye anlatırdı.

Daha sonra, yol onu Bağdat’a ve çevresine sık sık götürdü. Bağdat, o dönemde İslâm dünyasının kalbi sayılırdı: İlim, sanat, siyaset ve ticaret çalkantılı bir şekilde orada akardı. Hallâc için Bağdat’ın canlılığı bir nimetti; çünkü ne kadar çok insan görürse, Allah’ın sanatını o kadar çok müşâhede edebileceğine inanırdı. Kalabalık camii avlularında, köşe başı kahvehanelerinde yahut medreselerin avlularında ilim peşinde olan gençlerle, yoksullarla, gezginlerle ve âlimlerle konuşmaktan geri durmazdı. Her biri, sanki kâinatın farklı bir yansıması gibiydi onun gözünde. En büyük sırrın insanın derununda gizli olduğunu hissediyor, o sırrın peşine düşen herkesi -ister bir derviş, ister bir zanaatkâr olsun- büyük bir merakla dinliyordu.

Bağdat ve çevresindeki bu yoğun eğitim ve sohbet dönemi, Hallâc’ın ruhunda derin dalgalanmalar yarattı. İlk başlarda sessiz, hatta içine kapanık bir talebe gibi görünse de, iç dünyasında devamlı bir volkan kaynıyordu. Okudukça ve düşüncelere daldıkça, sıradan insanların bilemediği bir gerçeğe yaklaştığını hissetti. Ama bunu kelimelere dökmek zordu; ne kadar uğraşsa da, dilinin ucuna gelen ifade, kalbindeki o coşkun aşkı anlatmaktan aciz kalıyordu. Onun esas öğretmeni, satırlardan çok, bâtınî bir sezgi ve aşk ateşi oldu. Neticede “Hallâc” adı yavaş yavaş sadece bir talebe ismi olmaktan çıktı; tasavvuf meclislerinde, aşkı dillendiren sözleri ve cesur söylemleriyle anılan bir çığır açmaya doğru ilerlemeye başladı.


2. DÖNEMİN MANEVİ VE SİYASİ ORTAMI

Hallâc-ı Mansûr’un yaşadığı dönem, İslâm dünyasının hem güç hem de gerilimlerle dolu altın çağlarından biriydi. Bağdat Abbâsî halifelerinin hükmü altındaydı; sokaklarda hâlâ harikulade mimarî eserler yükseliyor, âlimler kahvehanelerde hararetli tartışmalar yapıyor, şairler ise saraylarda methiyeler düzüyorlardı. Ancak bu parıltılı atmosferin ardında, derin çatlaklar ve çekişmeler vardı. Devlet erkânı ile halk arasındaki uçurumun büyüdüğü, resmî ulemânın kendi otoritelerini korumak adına yenilikçi fikirlere pek sıcak bakmadığı bir dönemdi bu. Her ne kadar ilme ve sanata dair çeşitlilik gözlemlense de, resmî ideolojiye ters düşen hiçbir düşünce fazla barınamazdı. Zira sarayın gözü üzerinizdeydi; en ufak bir sözünüz bile “fitne” diye etiketlenebilirdi.

Tasavvuf çevreleri de bu ikili dünyadan payına düşeni alıyordu. Bir yanda sufiler, kendilerini Allah aşkına, zikir meclislerine ve tevekküle adamıştı; diğer yanda daha katı kurallara bağlı din âlimleri, “Şer’î sınırlar içinde kalınması” için ısrar ediyordu. Her ne kadar aynı dinin farklı yorumları olsa da, bu yorumların arasındaki sınırlar net değildi. Bir dervişin ağzından çıkan aşk sözü, bazen müthiş bir hayranlık uyandırırken bazen de keskin bir suçlama ile karşılaşabiliyordu. Düşünün ki insan, Allah’a olan sevgisini ifade etmek isterken, kelimeleri biraz uçlara savurduğunda kendini kolayca “kâfir” damgasıyla yüz yüze bulabilirdi. İşte Hallâc-ı Mansûr, böylesine narin bir ip üzerinde yürümeye koyulmuştu.

Resmî ulemâ, halkın maneviyatına rehberlik ettiği iddiasıyla büyük bir güç odağıydı. Sarayın desteğini alan bu ulema kesimi, düzeni koruma vazifesini üzerine almıştı. Onların gözünde, tasavvuf dediğin de “ölçülü” olmalıydı, şeriatın sarsılmaz kurallarını ihlal etmeyecek şekilde yaşanmalıydı. Dolayısıyla Hallâc gibi, “Ben Hakk’ım” diyebilecek kadar derin ve aşkın sözler söyleyen bir sufi, kabul edilemez bir tehditti. İşte bu yüzden, o dönem ne kadar zahiren hoşgörülü gibi görünse de, aslında farklı olana tahammül sınırları oldukça dardı. Hallâc’ın ilham yüklü söylemleri, kimine göre ilahî sırların ifşâsı, kimine göre ise tehlikeli bir sapkınlıktı.

Halk ise kendi içinde çeşitlilik arz ediyordu: Zanaatkârlar, tüccarlar, seyyahlar, yoksullar, şairler... Kimisi resmî ulemanın fetvalarına harfiyen uyar, kimisi dervişlerin meclislerinde gönül dilini keşfetmeyi tercih ederdi. Hallâc’ın sesi de bu kalabalık içinde duyuldu. Onun coşku ve heyecanla anlattığı aşk, şehir efsanesi gibi dilden dile yayılıyordu. Bir gün pazar yerinde “Ene’l-Hak” dediği rivayet edilir, ertesi gün bir mescidin avlusunda halkı irşat ederken görülür. Bu kadar sıra dışı olması onu bazı gönüllere taht kurdursa da, muhaliflerin gözünde potansiyel bir kargaşa sebebiydi. Böylece, dönemin siyasi ve dini otoriteleri için Hallâc, ortalığı alevlendirebilecek tehlikeli bir meşaleydi.

Öte yandan, sarayın etrafında da bambaşka çıkar kavgaları dönüp duruyordu. Valilerin, emirlerin, halifenin kendi iç kliklerinin çarpıştığı, bazen entrikalarla dolu bazen huzursuz bir atmosfere sahipti Bağdat. Her kesim, kendi konumunu muhafaza etmek için dinî argümanları da bir koz olarak kullanmayı iyi bilirdi. Fikirlerin yayılma biçimi, çoğunlukla bu güç odaklarının iznine bağlıydı. Devlet adamları, resmî ulema ve sosyal hayatın liderleri, statükoyu sarsabilecek her unsura karşı tetikteydi. Hallâc-ı Mansûr’un fikirleri de tam bu eksende, “zararlı” veya “kışkırtıcı” görüldüğünde çok hızlı bir şekilde bastırılacaktı. Ancak Hallâc, bütün bunların farkında olmasına rağmen, içindeki derin hakikat sevgisini ve aşk coşkusunu susturamıyordu.

Böylece, dönemin manevi ve siyasi ortamı, bir yandan dinî gelişmelerin ve hoşgörünün timsali gibi gözükürken, öte yandan baskıcı ellerin gölgesini de üzerinde taşıyordu. Sufi meclislerinin tatlı nefesi, resmî yargı mekanizmasının sert nefesiyle iç içe geçiyordu. Hallâc, ruhunun yaktığı ateşi gizlemeye asla niyetlenmedi; tam tersine, aşikâr etmek için çabaladı. Bu cesareti, her geçen gün onu daha “tanınır” ama aynı oranda da “tehlikeli” bir figüre dönüştürdü. İçinde bulunduğu ortam, belki de onun trajedisinin temelini attı. Çünkü bu kadar zıt akımın arasında, kendine has coşkunluğunu, hem aşkı hem isyanı dillendirecek bir ifade alanı bulmak, neredeyse imkânsızdı. Ama Hallâc, imkânsızı denemekte kararlıydı ve bu kararlılık, yakında onu tarihî bir yol ayrımına sürükleyecekti.

“Ben Kimim?” Sorusunun Peşinde

Hallâc-ı Mansûr’u ilk defa gören biri, onda sıradan bir dervişten çok daha öte bir şeyi hissederdi. Çocukluğundan itibaren öğrendiği dualar, zikirler ve dini metinler yalnızca kulağının değil, ruhunun derinliğinde yankılanıyordu. “Ben kimim?” sorusu, onun zihninde kök saldığında henüz yaşı çok gençti; ama yüreğinin kıvılcımları, gecenin karanlığını aydınlatabilecek kadar güçlüydü. Adeta içini kemiren bir ses, “Sadece etten ve kemikten öte, bir hakikat tohumu taşıyorsun,” diye fısıldardı. Ne zaman bir hocadan ders dinlese veya bir dervişle sohbete dalıp Allah’ı ansa, o soru gittikçe büyür, bir dev dalga gibi onu sarsardı.

Büyük mutasavvıf şeyhlerin yanına vardığında, onlardan duyduğu “yaratılış sırrı,” “nefs terbiyesi” gibi kavramlar, “Ben kimim?” sorusunu besleyen gıdalara dönüştü. Sanki her yeni bilgi, onun ruhunda gizlenmiş bir anahtar işlevi görüyordu. Ama ne kadar dinlese, ne kadar okusa da bu soru, cevabını vermeye hiç niyetli değildi. Hallâc, kendine dair merakıyla bazen uykularını bölüyor, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, kalbinin dip köşelerindeki sese kulak vererek kendini sorguluyordu. Belki de hakikati dilde ya da satırlarda değil, kalbin o sonsuz derinliğinde bulacaktı.

Onun bu iç sorgulaması, sırf entelektüel bir merak değildi.. Kaynaklar, Hallâc’ın daha gençlik yıllarında, bazen inzivaya çekilip günlerce konuşmadığını, sadece tefekkür ve zikre daldığını anlatır. İşte bu sessizlik anları, “Ben kimim?” sorusunun en çarpıcı keşif alanıydı. Etrafındaki kuşların sesi, rüzgârın fısıltısı ve hatta kalp atışlarının ritmi bile ona varoluşun gizemini açmaya çalışan bir musiki gibi gelirdi.

Elbette bu sorgulama, onu zaman zaman derin bir buhrana da sürüklüyordu. Çünkü kimliğini, sadece bir derviş yahut âlim kimliğiyle sınırlamak istemiyordu. Kalbinde dalga dalga kabaran bir his, ona “İlahi olanla arandaki mesafe yalnızca zanlardan ibaret. Eğer sorma cesaretin varsa o mesafeyi aşabilirsin,” diyordu. Böylesi bir sezgi, elbette onu çoğu kişinin anlayamadığı bir yalnızlığa da itiyordu. Arkadaşları ya da talebeler ona gülümseyip “Hallâc, neden hep bu sorunun peşindesin?” diye sorduklarında, o genellikle dudaklarını mühürler, gözleriyle uzak bir ufka dalardı.

Bu sorunun, yani “Ben kimim?” arayışının, onu günün birinde “Ene’l-Hak” gibi cesur bir ifadeye götüreceğini kimse tahmin edemezdi. Fakat Hallâc’ın yolculuğu tam da bu içsel çalkantıyla başlıyordu. Daha henüz delikanlıyken kalbine düşen kıvılcım, öylesine bir ateş yakacaktı ki, yüzyıllar boyunca yankılanacaktı. İşte o alevin ilk kıvılcımı, bu derin iç sorgulamada saklıydı.


Dervişâne Yolculuklar

“Ben kimim?” sorusunu ruhunda taşıyan Hallâc, bu merakını farklı coğrafyalarda ve kültürlerde de beslemek istedi. Şam’ın bereketli topraklarına adım attığında, oradaki derviş meclisleri ona yeni ufuklar açtı. Söylenen ilahiler, yapılan zikirler ve insanların kalbinden yükselen dualar, Hallâc’ın hayranlıkla izlediği bir senfoni gibiydi. Onun düşüncesine göre, insan nereye giderse gitsin, Yaratıcı’yı arama sevdası hep aynıydı; ama farklı şehirler, farklı çiçekler gibi farklı renkler barındırırdı. Şam’ın sokaklarında gezinirken, kaybettiği veya aradığı parçaları bulur gibi bir heyecana kapılıyordu.

Sonra Bağdat’a döndü. Orası zaten İslam dünyasının beyni, kalbi gibiydi. Binbir çeşit insan, ilim adamı, gezgin ve dervişin buluştuğu bir kavşaktı. Hallâc, dervişâne yaşayışını Bağdat’ın kalabalık yollarında da sürdürdü. Bazen bir köşe başında, tanımadığı kimselerle sohbete koyulur, onlara kalbindeki aşkı ve hakikate duyduğu özlemi anlatırdı. Kimisi onu hayranlıkla dinler, kimisi ise aklını kaçırmış bir meczup sanırdı. Yine de Hallâc durmaz, içindeki ateşin ona fısıldadığı her cümleyi söylemekten çekinmezdi. Bu yolculuk onun için sadece ayakların hareketi değil, ruhun her an yeni bir boyuta açılması demekti.

Derken Horasan’a uzanan uzun bir yol… Çorak bozkırlardan geçerken Hallâc’ın gönlü bu sefer yalnızlıkla sınandı. Oralardaki kervansaraylarda konakladığı gecelerde, gökyüzünde yıldızlara bakarak insanın evrendeki yerini düşündü. Bir gece, gökyüzündeki binlerce yıldızın arasından sanki bir ışık süzmesi onu selamlar gibi olmuş, “Aradığın sır aslında sende saklı,” diye fısıldamıştı. O an Hallâc, her adımının, her seyahatinin ve hatta her nefesinin kendi içine doğru yol aldığının farkına vardı. Coğrafya değişiyordu ama özdeş soru değişmiyordu: “Ben kimim ve bu kâinatla ilişkimin temeli nedir?”

Bu dervişâne yolculuklar boyunca Hallâc, sadece insanlarla değil, doğayla ve kendi nefsiyle de mücadele etti. Yolculukların zorluğu, bedenine çekilen çileyi öğretti; sıkıntılarla sabrı, yoksullukla kanaati tattı. Dağ yollarında, kum fırtınalarında, kimi zaman aç, kimi zaman bitap hâlde, ama her seferinde ruhen biraz daha kuvvetlenerek devam etti. “Yolculuk, insanın aynasıdır,” denir ya; Hallâc, kendi aydınlık ve karanlık yönleriyle yüzleşti bu seyahatlerde. Belki de bütün bu deneyimler, onu sadece “kültür” olarak değil, “varoluş” olarak da zenginleştiriyordu.

Her yolculuğun sonunda Bağdat’ın veya başka bir şehrin kapısına vardığında, artık farklı bir Hallâc olarak geri dönüyordu. Omuzlarındaki toz, ayaklarındaki yorgunluk, kalbindeki ateşi söndüremiyor, aksine alevini daha da harlıyordu. Nereye gitse, aşkı anlatmak ve “Ben kimim?” sorusuna bir adım daha yaklaşmak istiyordu. O, bir seyyah derviş oldu; zamanın ve mekânın sınırlarını aşarak hakikatin farklı veçhelerini yakalama peşine düştü. Ve her seferinde geri döndüğünde, iç dünyası biraz daha genişlemiş, benlik algısı biraz daha derinleşmişti.

Manevî Kaygılar ve Aşk Fikri

Hallâc’ın ruhunu en çok titreten şey, hiç şüphesiz “aşk” kavramıydı. Onun meclislerine kulak kabartanlar, sürekli bir “aşk” vurgusu duyardı. Ama buradaki aşk, dünyevi romantizmin ötesindeydi. Bu, ilahî kaynaklı, insanın kalbine doğduğu anda varoluşu sarsan, bütün benliği titreten bir duyguydu. Hallâc’a göre, aşk insanı Allah’a yaklaştırır, hatta insan ile Allah arasındaki mesafeyi neredeyse ortadan kaldırırdı. Niyaz, zikir ve semâ meclislerinde coşkuyla kalkıp dönen dervişlerin gözlerinde de aynı ışıltıyı görür, onlarla aynı vecd halini paylaşmaya çalışırdı.

Ancak bu aşk fikri, onun varoluşsal krizini de derinleştiriyordu. Çünkü bir yandan sınırlı ve fanî olan insan bedeniyle yaşamak, diğer yandan da sonsuz bir varlıkla birleşme arzusunda olmak kolay değildi. Hallâc’ın manevi kaygısı tam da bu gerilim noktasında alevlendi. Gece geç saatlerde, insanların çoktan uykuya daldığı vakitlerde, bir köşede diz çökmüş, gözyaşları içinde dua ederken görüldüğü söylenir. Dışarıdan bakanlar, “Bu nasıl bir hüzün, bu nasıl bir tutku?” diye şaşakalırdı. Hâlbuki onun içinde kopan fırtına, “Aşkın sonsuzluğuna, bu sınırlı benlik nasıl dayanır?” sorusuyla çarpışıyordu.

Zikir meclislerindeki semâ ayinlerinde, Hallâc adeta kendinden geçercesine döner, kalbine her nefeste “Hu!” sesi işlerdi. Orada yaşadığı vecd, Allah ile insan arasındaki perdenin kalktığı bir hâle büründürüyordu onu. Ama bu hâl, aynı zamanda keskin bir acıyı da beraberinde getiriyordu: Kendini unutarak Allah’ta yok olma arzusunun zirvesinde, “Ben kimim?” sorusu bu kez bambaşka bir tonda yankılanıyordu. “Ben” zaten bir perdeyse, o perdeden kurtulmak ve “Hakikatle bir olmak” gerektiğine dair yakıcı bir şevk duyuyordu.

Kimileri onun bu hali için “coşku” dedi, kimileri “delilik.” Fakat Hallâc, nihayetinde ikisinin de ötesinde bir noktada duruyordu. Manevî kaygı dediğimiz, insanın sadece inanç boyutunda değil, bütün varoluşsal temellerinde hissettiği bir ıstıraptı. O da bu ıstırabı, aşkın ateşinde yanmak olarak tanımladı. İnsan, kendi nefsinden sıyrılmaya çalışırken defalarca yaralanır, defalarca düşer. Hallâc bunu iliklerine kadar yaşadı. Kendini Allah aşkıyla erittikçe, benliğinin o “ben” ısrarından sıyrıldığını ama bir yandan da toplumsal yargıların tam ortasına düştüğünü biliyordu.

Hallâc’ın manevî kaygıları ve aşk fikri, bir çeşit “ikilem” yaratıyordu: Bir yanda ilahî aşka kavuşma arzusunun verdiği mutluluk ve vecd, diğer yanda dünya gerçeğinin soğuk çehresi ve toplumun keskin bakışları. Onu en çok etkileyen, belki de bu çelişkinin tam kalbinde yeşeren farkındalıktı. “Aşk, bütün varlığı kuşatırsa, kişi hâlâ kendini bir ‘kul’ olarak mı görür, yoksa Hakk’la bütünleşerek bu kimlikten sıyrılır mı?” gibi büyük sorular, dervişlerin semâ meclislerinden sarayların duvarlarına dek yayılan bir merak konusuna dönüştü. Hallâc, tam da bu soruların peşinde, hem kendi içine, hem de topluma meydan okuyan bir yolculuğa çıkmıştı. Ve işte bu yolculuk, tarih sayfalarına kazınacak olan büyük çatışmanın tohumlarını atıyordu.

Yalom ve Frankl Perspektifinden İnceleme

Hallâc-ı Mansûr’un yaşadığı varoluşsal krizi, modern psikolojiyle bağdaştırarak okumak, onun iç dünyasındaki fırtınayı daha iyi anlamamızı sağlar. Irvin Yalom, “varoluşçu terapinin” temelinde dört büyük tema bulunduğunu söyler: ölüm, anlamsızlık, özgürlük ve yalnızlık. Hallâc’ın krizine baktığımızda, özellikle ölüm ve anlamsızlık korkusu, onun söylemlerinde ve yaşantısında belirgin bir şekilde karşımıza çıkar. Zira “Ene’l-Hak” gibi riskli bir cümleyi dahi gözünü kırpmadan söylemesi, ölüm korkusunu belli ölçüde aştığının ya da onu bambaşka bir anlam çerçevesine yerleştirdiğinin göstergesidir.

Viktor Frankl ise insanın en büyük motivasyon kaynağını “anlam arayışı” olarak tanımlar. Frankl’a göre, hayatına bir anlam katamayan kişi, büyük bir boşluğa düşer ve bu boşluk, psikolojik bunalımları tetikler. Hallâc’ın hikâyesi, tam da bu perspektiften okunmaya çok elverişlidir. Onun “Ene’l-Hak” sözü, sıradan bir inanç ifadesi olmaktan öte, bizzat varoluşunun dayandığı anlamın beyanıdır. Kendini Allah’ta yok saymak, hatta O’nunla bir görmek, Hallâc için öylesine derin bir tatmin ve anlam kaynağı olmuştu ki, bu uğurda ölümü dahi göze alabilmiştir.

Yalom, ölüm korkusuyla yüzleşmenin insanda şiddetli bir kaygı doğurabileceğini, fakat bu kaygı doğru işlenirse kişiyi derin bir aydınlanmaya da götürebileceğini vurgular. Hallâc’ın krizini düşünürsek, onun ölümle burun buruna geleceğini bilmesine rağmen sözlerini geri almaması, bu korkuyu bir anlamda kucakladığını ve ona boyun eğmek yerine dönüştürdüğünü gösterir. Çünkü eğer onun için korkulacak bir şey varsa, o da Hakk’ı dile getiremeden yaşamak olurdu. Ölüm ise bir son değil, “gerçeğe varma” yolunun son basamağı gibi görünüyor.

Frankl, en acı veren olayların bile, eğer insan onları yüksek bir amaçla ilişkilendirirse “dayanılabilir” hâle geleceğini söyler. Hallâc’ın idam sahnesine giden süreçte gösterdiği metanet, tam da bu düşüncenin tezahürüdür. Acı çekmek, işkence görmek, hatta toplumun büyük bir kısmı tarafından dışlanmak, onun için katlanılması zor durumlar değildi; çünkü “Ben kimim?” sorusuna bulduğu yanıt, yani “Ene’l-Hak” diyebilecek kadar derin bir aşk yaşamak, tüm o acılardan daha baskın bir anlam taşıyordu. Böylece acı, onun aşk yolculuğunda bir nevi kaçınılmaz basamak hâline geliyordu.

Hallâc’ın krizi, Yalom’un ve Frankl’ın varoluşçu psikoloji kuramlarıyla incelendiğinde, insanın içsel dönüşümünde ölüm korkusunun ve anlamsızlık kaygısının nasıl dönüştürücü bir güce sahip olabileceğini açıkça gösterir. Onun korkularla yüzleşme biçimi, hakikate duyduğu aşkı her şeyin üstünde tutmasıydı. Bu da bizlere, büyük bir teolojik tartışmanın ötesinde, evrensel bir insanlık deneyimi sunar: Anlamı yitirmekle yüzleşen kişi, eğer o anlamı daha yüce bir kaynakta bulursa, ölüm bile göze alınabilir bir durak olur.


Aşk ve İnanç Ekseni

Hallâc-ı Mansûr, varoluşsal krizinin merkezine “aşk” kavramını yerleştirir. Bu aşk, dünyevi sevdalardan farklı olarak kaynağını ve hedefini ilahî olanla kuran bir aşktır. Derviş meclislerinde defalarca dile getirdiği “Ene’l-Hak” ifadesi de bu aşkın doruk noktasıdır; çünkü kendini yok etmeden, sonsuzla bir olmanın mümkün olmadığını düşünür. Onun bütün söylemi, insan benliğinin bir sınır kabul ettiğini ve bu sınırı aşmanın yolunun Allah’a mutlak teslimiyetten geçtiğini gösterir.

Varoluşçu literatürde, “anlam bulma” çabası, genellikle bir inanç ya da değer sistemine dayalı olarak açıklanır. Frankl’ın kamp deneyimlerinde gözlemlediği gibi, insanın dayanma gücünü artıran en önemli etken, yaşamına anlam katan bir “neden” bulmasıdır. Hallâc için bu neden, “Hak’la birleşmek” inancıydı. Aşk, onun nazarında öyle kudretli bir motive edici unsurdu ki, dünyevi kaygıları silip atıyor, hatta ölümü bile küçümseyebileceği bir ruh hâline getiriyordu.

Bu gözü kara aşk, dışarıdan bakıldığında fanatikçe görünebilir. Oysa Hallâc’ın anlatılarından anlaşılan, aşkın onu bir tür “Öteki”yle bağlantıya soktuğudur. İnsanın mutlak acziyetini kabul ederken, aynı anda ilahî kudretle kaynaşma hâlini yaşamak, varoluşsal bir “bütünlenme” olarak yansır. Onu canlı tutan, gerçekte “Allah’ın aşkı”na karşılık vermek ve bu uğurda öz benliğini feda etmek fikridir. Varoluşçu bakış, bu durumu “kendini aşma” (self-transcendence) şeklinde isimlendirir; Hallâc’ın yolculuğu ise bu kavramın tarihteki en çarpıcı sembollerinden biridir.

İnanç ekseninde şekillenen bu aşkın bir diğer boyutu, kişinin kendi varlığını aşarak başka bir gerçeğe erişme gayretidir. Yalom, insanların ölüm korkusunu yenmek için daha büyük, daha kapsayıcı bir gerçekliğe sığındıklarını söyler. Hallâc da bireysel varlığının sona ermesinden korkmak yerine, “Benlik” dediği kabuğu kırıp, ilahî bir bütünlüğe varmayı hedefler. Bu nedenle “Ene’l-Hak” onun için kibirli bir söylem değildir, tam tersine, en büyük tevazuun ifadesidir; çünkü o cümleyle aslında kendini inkâr eder ve “Sadece Allah var” diyerek benliğini yok sayar.

Aşk ve inanç ekseninde varoluşsal krizin çözümü, Hallâc örneğinde kökten bir dönüşüme, hatta kurban olmaya varır. Çünkü onun için aşk, “Hak”la birleşmek demektir ve bunu yaparken toplumun, ulemânın, siyasetin ve dünyanın tüm engellerini göze alması gerekir. Bu, insanın “hayat” denilen oyunda tüm kozlarını oynayıp, “Ben gerçeği buldum ve onsuz yaşayamam” demesine benzer. Hallâc işte bu cesaretiyle, varoluşçu literatüre örnek olabilecek bir “anlam bulma” eylemi gerçekleştirmiş, kendi benliğini öyle güçlü bir şekilde aşmıştır ki, ölüm dahi onu korkutamamıştır.

İçsel Çelişkiler ve Dışsal Baskılar

Hallâc’ın manevi sezgileri, onun ruhunda büyük dalgalanmalar yarattı. Kalbi ve zihni, “Hakk’a dair sırrı paylaşmak” yönünde ısrarcıydı, ancak bu duygu onu toplumun normlarıyla sık sık çatışmaya sürükledi. Bağdat’ın seçkin âlimlerinden bazıları, Hallâc’ın sözlerinde vahim bir küfür görüyordu; kimileri ise onun kendini aşan bu cesur sözlerinde aslında “hakikatin özünü” dillendirdiğine inanıyordu. Hallâc ise bu bölünmüş bakışlar karşısında, iç dünyasındaki çelişkilerle yüzleşmek zorunda kaldı. Zira ne kadar doğru bildiğine inansa da, büyük bir topluluk tarafından aforoz edilme ihtimali insanı derinden sarsacak bir gerçeklikti.

Dışsal baskıların belki de en katmerlisi, siyasal ve dinî otoritenin el ele verip onu “tecziye” etmek istemesiydi. “Ene’l-Hak” diyen birinin, sarayın ve ulemânın yerleşik düzeni için potansiyel bir tehlike oluşturduğu aşikârdı; çünkü onun söylemleri, dünyevi güç mekanizmalarını anlamsız kılacak kadar doğrudan bir hakikat iddiası taşıyordu. Hallâc bu baskıyı bedeninde ve ruhunda hissetti, yine de geri çekilmedi. Ama bu cesaret, ruhunda zaman zaman çelişkilere yol açtı. “Acaba susup kendimi kurtarsam mı?” diye düşünmüş olması da ihtimal dahilindeydi; fakat kendi inancına göre bu, Hak’tan geri adım atmak anlamına gelirdi ki, onun gözünde en büyük kayıp buydu.

Onun içinde yaşadığı gerilim, varoluşçu psikologların “özgürlük ve sorumluluk” ikilemiyle de örtüşür. Hallâc, özgür bir ruh olarak kendi hakikatini dillendirme hakkını savunuyordu, ama bunun sorumluluğu da oldukça ağırdı: İdam sehpası, sosyal dışlanma, bedensel acılar… Tüm bunları göze almakla alma arasında gidip gelmek, insanın içsel dünyasında büyük çöküntüler yaratabilir. Hallâc ise zihinle kalp arasında gidip gelen bu çelişkiyi, aşkın ateşiyle göğüslemeye çalıştı. Her ne kadar dış baskıların haklı korkusu onu sarsmış olsa da, “Hakikatin sessizliği, bedenin selametinden evladır” düşüncesiyle yoluna devam etti.

Toplumsal normlar ise onun en büyük sınavlarındandı. Geniş kitlelerin beklediği “kabul edilebilir” dindarlık, genellikle belli kalıplar içinde kalmayı gerektiriyordu. Halk, âlimlerin onayını almayan bir sözün peşinden gitmekte çekingen davranırdı. Buna rağmen, Hallâc’ın coşkulu ve mistik ifadeleri, sıradan insanların kalbinde de bir yankı buldu. Kimi kesimler, “Bu adamın söylediği şeylerde bir sır var” diyerek ona kulak kabartırken, diğer kesimler büyük bir öfkeyle karşı çıktı. Bu kutuplaşma, Hallâc’ın iç dünyasında daha fazla gürültü kopardı; çünkü bir yandan anlaşılmanın hazzını yaşarken, öte yandan müthiş bir muhalefetin nefesi ensesindeydi.

En nihayetinde, bu iç ve dış gerilimler onu ruhsal olarak derin bir dönüşüme taşıdı. Hem manevi sezgisinin hakikatine sadık kalabilmek, hem de toplumsal çatışmanın ortasında dimdik durabilmek, belli ki büyük bir “iç hesaplaşmayı” gerektiriyordu. Hallâc’ın öyküsü, tam da bu nedenle bizlere bugün bile büyülü geliyor: O, kendi kalbinin sesinden vazgeçmediği için bedel ödedi, ama bu bedel onun varoluşsal krizini en nihayetinde bir tür “kurtuluşa” çevirdi. Onun çelişkileri, tüm insanlığın “kendine sadakat” ve “toplumun beklentilerine uyum” arasındaki bitmeyen mücadelesinin simgesi hâline geldi.


Bağdat’ta Yargılama Süreci

Bağdat’ın tozlu sokakları, o dönemde yalnızca ilim ve ticaretin değil, aynı zamanda güç ve otorite mücadelesinin de merkeziydi. Hallâc-ı Mansûr, söylemleriyle hem halkın gözünde sevgi ve merak uyandırıyor hem de resmî din çevrelerinde derin bir öfke biriktiriyordu. “Ene’l-Hak” ifadesi, kiminin ruhunda sevgi tomurcukları açtırıyor, kiminin kalbinde korku ve nefret yeşertiyordu. Yargılama süreci, bu görüş ayrılıklarının bıçağın sırtındaki gibi keskinleşmesiyle başladı. Resmî ulemâ, onun sözlerini apaçık küfür ve dinden sapma olarak niteliyor, halkın bir kısmı ise onun saf bir sufi aşkı taşıdığına inanıyordu.

Saray ve ulemâ zaman içinde sıkı bir ittifak geliştirdi. Çünkü Hallâc’ın konuşmaları, yalnızca teolojik bir meselenin ötesine geçmişti; siyasi dengeler de bu sözler yüzünden sarsılıyordu. “Hakikati doğrudan dillendiren” biri, dünyevi otoritelerin meşruiyetini sorgulatabilirdi. Bu riski göze alamayan siyasî erk, resmî ulemânın fetvalarına dayanarak Hallâc’ı yargılamak üzere kolları sıvadı. Dönemin kaynakları, bu yargılamada bazı kesimin adaletten çok “sistemi koruma” güdüsüyle hareket ettiğini söyler. Hallâc’a yönelik suçlamalar yalnızca dinî sapkınlıkla sınırlı kalmadı; toplumsal düzeni bozmak, halkı fitneye sürüklemek gibi ithamlar da gündeme getirildi.

Yargılama esnasında Hallâc’ın ifadesi sürekli “Hakk’a boyun eğme” vurgusuyla doluydu. Kadıların ve fakihlerin önünde yaptığı savunmada, aslında bir tür öznel mistik deneyimden bahsediyordu; ancak bu deneyimi sözcüklerle anlatmaya çalışmak, kelimelerin yetersizliğini bir kez daha ortaya koydu. Onu sorgulayanlar, “Söylediklerin apaçık küfür!” diye bağırırken, Hallâc sükûnetle, “Siz beni anlamıyorsunuz, ben kendimi çoktan Hak’ta yok ettim,” demeye devam etti. Mahkeme kayıtlarına göre, bu açıklamaları iyice öfke doğurdu.

Dine dair kural ve kaidelerle örülü bir dünyada “Ben Hakk’ım” diyen bir sese tahammül göstermek, pek mümkün olmadı. Soruşturmanın başlarında, Hallâc’ın bazı nüfuzlu dostları onun suçsuz olduğunu göstermeye çabaladı; ama bu dostların ikna gücü, ulemânın ve sarayın ortak kararından daha zayıf kaldı. Böylece süreç, kara dumanların çöktüğü bir muhalif avına dönüştü. Hallâc’ın etrafındaki az sayıdaki sadık destekçi, mahkeme kapılarında gözyaşı dökerek “O, sadece Allah aşkını anlatıyor,” diye haykırsa da, dinleyen pek az oldu.

Sonunda idam kararı verildiğinde, Bağdat’ın karanlık bir köşesine yığılan kalabalık, bu duruşmalardan çıkan sesi duymuştu: “Bu adam, dinden çıkmıştır ve cezası ölümdür.” Hallâc, mukadder sona adım adım ilerlerken, tarihe geçecek olan o meşum yargılamanın büyük bir adaletsizliğe dönüştüğünü sessizce kabullenmek zorunda kalıyordu. Ama o, görünürdeki bu hezimeti yüreğinde farklı yorumluyor, “Beni asıl yargılayan, Hak’tan uzak kalmama razı olmayan aşkımdır,” diye düşünüyordu belki de.

İdam Anı ve Sembolik Boyutlar

Sabahın erken saatlerinde, Bağdat’ın sokaklarında acı bir sessizlik vardı. İdam kararını duyanlar, o meydanda yaşanacak olanları görmek için ellerinde olmadan oraya akın ettiler. Hallâc, kendisine biçilen cezanın ağırlığını bilse de, rivayetlere göre yüzünde derin bir teslimiyet ifadesi vardı. Kimileri, onu “son bir kez tövbe etmeye” çağırarak “Ene’l-Hak” sözünü geri çekmesini istedi; fakat o, bu teklife kulak bile asmadı. Bir derviş, gözyaşları içinde “Ey Hallâc, sus da kurtul!” diye yalvardığında, o yalnızca “Kurtuluş, dilden değil, Hak’tan gelir” diye fısıldadı.

İdamın gerçekleştiği meydanda toplanan kalabalık bir taraftan merak, diğer taraftan korku içindeydi. Hallâc’ın son sözleri, bazı kaynaklara göre, “Aşk uğrunda ölmek ne büyük şeref,” mealinde oldu. Kimi de onun “Yaşamak, ancak Hak’la olur; Hak’tan gayrı yaşam, ölümdür,” dediğini aktarır. Bu cümleler, infazı yöneten askerlerin ve kadıların gözünde daha da “sapkın” görünse de, dervişlerin ve onu sevenlerin gönlüne ateşle karışık bir ümidi düşürdü: Kimi, onun canını bedeninden koparsalar da, o ruhun Hak’ta yaşayacağına inanıyordu.

Bedeninin parçalanması, tarihte pek az kişinin maruz kaldığı bir dehşet sahnesi olarak kayda geçti. Gözler önünde gerçekleşen bu işlem, sembolik olarak “haktan sapanın akıbeti” diye sunulsa da, tasavvuf çevrelerinde Hallâc’ın “Hak aşkı uğruna parça parça olması” diye yorumlandı. Bu olay, tasavvuf geleneğinde derin bir iz bıraktı. Niceleri, Hallâc’ın bu bedensel acısının aslında onun ruhsal yükselişine vesile olduğuna inandı. Bir nevi, dervişin Allah yolunda fiziksel bedenden arınması ve sonsuz huzura kavuşması gibi anlamlandırıldı.

O an, meydandaki feryatlarla birlikte, sanki bütün şehir de inledi. Bazıları dehşetle gözlerini kaparken, bazıları “O, Hak’tan gayrı ne söyledi ki?” diye haykırıyordu. Hallâc’ın sevenleri, onun kesik uzuvlarında bile Hakk’ı gördüğünü düşünen insanlar, bu anı bir “keramet” gibi naklettiler. Rivayetlere göre, Hallâc’ın kanı toprağa değdiğinde göğü kaplayan kara bulutlar dağılıp güneşin ışığı parlamış; kimisi bunu tamamen efsane diye görse de, sembolik anlamı su götürmezdi: Hallâc, ölümünde bile Hak’a ayna olmayı sürdürmüştü.

Bu trajik son, yalnızca bir infaz sahnesi değil, aynı zamanda bir semboller tiyatrosuydu. Devletin ve ulemânın “düzeni sağlamak” adına acımasız gücünü nasıl kullandığını, tasavvuf meclislerinin ise böylesine bir zulmü “ilahî bir aşk dramı”na nasıl çevirebildiğini herkese gösterdi. Hallâc’ın cansız bedeni paramparça edildi, ancak onun adı ve davası, o gün orada kapanıp gitmedi. Tam aksine, bu idam sahnesi onu bir efsaneye, bir sembole dönüştürdü ve yüzyıllar boyunca dilden dile, gönülden gönüle aktarılmaya devam etti.


Varoluşsal Kaygının Zirve Noktası

Hallâc-ı Mansûr, o son nefesini verirken belki de varoluşsal kaygının en uç noktasına dokunmuştu. Çünkü bir yandan ölüm, insanoğlunun en temel korkularından biri olarak karşısında duruyor, diğer yandan da “Hak aşkı” uğruna her şeyinden vazgeçme cesaretine tutunuyordu. Modern varoluşçu psikoloji, insanın ölümle burun buruna geldiğinde nasıl bir anlam ve değer düzeneğine ihtiyaç duyduğunu sıkça tartışır. Hallâc bu tartışmaya, kendi hayatıyla yanıt veriyordu: Onun için ölüm, aşkın önünde bir engel değil, tam aksine o aşkın kristalize olduğu bir sınavdı.

Ölüm anı geldiğinde, çoğu kişi kaçacak bir delik ararken, Hallâc aşkın sonsuzluğuna sığındı. Canının alınacağı yerde, o “Ben Hakk’ım” sözünden geri adım atmadı; çünkü böylesi bir geri adım, ömrü boyunca arayıp da bulduğu hakikati inkâr etmek olurdu. Bunun yerine, varoluşsal kaygısını bir “teslimiyet” eylemiyle aştı: İdam sehpasına giderken başı eğik değil, tam tersine bir derviş vecdiyle yürüdüğü rivayet edilir. Kaynaklar, onun kalbinde “Hak’la buluşmanın vakti geldi” diye bir coşku dalgası olduğunu yazar.

Aşk merkezli maneviyat, ölümü bir “yok oluş” olarak değil, “sonsuzluğa kavuşma” olarak görür. Hallâc’ın trajedisi de işte bu inancın kanlı bir sahnede doğrulanması gibi algılandı. İnsan sadece fani bedeniyle sınırlı olsa, ölüm her şeyin sonu olur; oysa o, kendini ilahî hakikatin bir yansıması olarak gördüğü için, ölüm bedenini alsa da “varlığının özünü” mahvedemezdi. Varoluşçu düşüncede, böylesi bir inanç kişiye dayanılmaz acıları bile göğüsleme gücü verir. Hallâc, tam da bu nedenle işkence ve parçalanma gibi korkunç sahnelerin ortasında bile sarsılmadı.

Hallâc’ın yaşadığı bu en uç nokta, aslında herkesi bir iç hesaplaşmaya çağırdı. Acaba ölüm, korkulacak bir şey mi; yoksa insanın kendini aşarak hakikate ulaşabileceği bir kapı mı? Tasavvuf meclisleri, onun idamından sonra bu soruyu yüksek sesle tartıştı. Kimi şeyhler, Hallâc’ın cesaretini yüceltti; “Onun aşkı, ölümü aştı” diye anlattı. Kimisi de ona “aşırı” deyip mesafe koydu. Ama kim ne derse desin, o büyük sahnede Hallâc’ın kendi varoluş sorularına bulduğu cevabı, kellesini vererek mühürlediği açıktı.

Böylece, “aşk” merkezli maneviyatın en çarpıcı örneklerinden biri tarihe kazındı. Onun trajik sonu, varoluşsal krizin zirvesini, yani ölümle yüzleşmenin kaçınılmazlığını ve bu yüzleşmeden doğan aşkın zaferini simgeliyordu. Zira Hallâc, bedensel varoluşunun sınırlarını bilerek aşmış, sonsuz ilahî hakikate talip olmuş, bu talebin bedelini de kanıyla ödemişti. Bu bakımdan onun ölümü, aynı anda hem bir trajedi hem de bir “kurtuluş” anlatısı olarak belleklerde yaşamayı sürdürüyor.

Tasavvuf Geleneğindeki Mirası

Hallâc-ı Mansûr’un en büyük miraslarından biri, tasavvuf yolculuğuna kattığı “aşk coşkusu” ve ilahi hakikate duyulan pervasız özlemdir. Ondan sonraki yüzyıllarda yetişen mutasavvıflar, onun hikâyesini sık sık anarak, aslında “aşk yolunun” ne denli ateşten gömlek olduğunu hatırladılar. Kimi Mevlânâ gibi, kimi Yunus Emre gibi, farklı coğrafyalarda farklı dillerde aynı ruhu dile getiren sufiler, Hallâc’ın cesaretini bir emsal olarak gördü. Çünkü o, “Ene’l-Hak” diyebilmiş ve bu sözün bedelini hayatıyla ödemişti.

Tasavvuf meclislerinde, Hallâc’ın adı geçtiğinde gözler hüzünle karışık bir saygı ile kısılır, eller semaya açılırdı. Onun idamı, birçok derviş için, dünyada aşk uğruna en büyük fedakârlığın nasıl göze alınabileceğini gösteren bir ders oldu. Rivayetlere göre, bazı dervişler semâ sırasında Hallâc’ı anarak, onun içinden geçtiği çileyi kendi benliklerinde yeniden yaşar, ardından “Allah aşkı için insan neleri göze alır?” sorusuna cevap ararlardı. Bu da tasavvufun yalnızca nazari bir çerçeve değil, bizzat yaşanmış kahramanlıklar üzerine kurulu olduğunu açıkça kanıtlıyordu.

Yüzyıllar geçtikçe, Hallâc’ın adı etrafında oluşan menkıbeler, onun gerçek yaşam öyküsünden belki daha popüler hâle geldi. Birçok derviş, kalbinde hissettiği bu aşk ateşini ifade etmek istediğinde, “Tıpkı Hallâc gibi yanmalı ve yanarken Hakk’ı haykırmalı” derdi. Kimisi onun rüyasında gelip “Sabret, aşk sonunda seni de hakikate ulaştıracak,” diye fısıldadığını anlatır, kimisi de idam edildiği an gökten meleklerin onu selamladığını rivayet ederdi. Her ne kadar tarihsel kesinliği tartışılsa da, bu hikâyelerin hepsi Hallâc’ın sufi zihinlerdeki yerinin ne kadar derin olduğuna işaret eder.

Özellikle “Ene’l-Hak” sözü, tasavvuf yolculuğunun sembolik bir dönüm noktası olarak kabul gördü. Bazı büyük sufi şeyhleri, bu sözü kamuya açık şekilde dillendirmeye çekindi, çünkü Hallâc’ın yaşadığı trajediyi tekrar yaşamak istemediler. Ancak aynı zamanda, bu sözün ardındaki aşkı anlamaya gayret ettiler. Tasavvuf sohbetlerinde, “Ene’l-Hak”ın dili yeterince terbiye etmiş bir âşığın dudaklarından döküleceği, aksi takdirde nefis tuzağına düşmüş bir iddia olacağı öğütlenirdi. Hallâc böylece, aynı anda hem uyarıcı hem de ilham verici bir örnek oldu.

Zamanla, Hallâc’ın mirası tasavvuf literatürünün köşe taşlarından birine dönüştü. Büyük mutasavvıf ve âlimler eserlerinde ondan bahsederken, onun aşkının ateşini imrenerek anlattılar. Bazıları onun yolunu “kızıl elma”ya benzetti: Ulaşması zor, ama ulaşınca da insanı dönüştüren bir ideal. Sonraki yüzyıllarda kaleme alınan pek çok menâkıbnâme, Hallâc’ı tasavvufun “mor kahramanı” gibi yansıttı. Ve belki de en önemlisi, o dönemden sonra gelen her “âşık,” Hallâc’ı kalbinde bir rehber gibi taşıdı: Aşk uğruna ölümü göze alabilen birinin bıraktığı iz, hiçbir zaman silinmedi.


Varoluşçu Bir Kahraman Olarak Hallâc

Modern psikoloji ve varoluşçu felsefenin bakış açısıyla değerlendirdiğimizde, Hallâc-ı Mansûr başlı başına bir “kendini aşma” öyküsünün kahramanı olarak belirir. İrvin Yalom ve Viktor Frankl gibi isimlerin teorize ettiği “varoluşsal kaygı” temaları, onda çarpıcı bir tezahür bulur. Ölüm korkusu, anlamsızlık, yalnızlık ve özgürlük gibi konular, Hallâc’ın yaşam serüveninde somut hâle gelir. Sonu idamla bitecek bir yola girdiğinin farkında olmasına rağmen, “Ene’l-Hak” demekten asla geri durmaması, tam da bu “varoluşsal cesaret” kavramını ete kemiğe büründürür.

Hallâc, modern anlamda bir “varoluş kahramanı” sayılabilir; çünkü kendi inandığı gerçek uğruna, toplumun ve din otoritelerinin önyargılarını göze alarak, hatta bedensel bütünlüğünü feda ederek yoluna devam etmiştir. Bu durum, Yalom’un tarif ettiği “ölüm bilincine rağmen yaşamı anlamlandırma” çabasının bir ifadesidir. Öyle ki, Hallâc ölümü, aşkın tamamlayıcı bir parçası olarak görmüştür. Frankl’ın logoterapi perspektifinden bakarsak, onun bu ölümü kucaklaması, “Varoluşumun anlamı Hakk’a ermek ve bu uğurda acı çekmekse buna razıyım,” sözünün ifadesi gibidir.

Ayrıca Hallâc’ın hikâyesinde, varoluşçu felsefenin “kendini aşma” (self-transcendence) kavramı belirgin bir yer tutar. “Ene’l-Hak” derken, aslında kendi benliğini yok sayıp, “Benliğim dediğim şey, mutlak gerçeğin içinde eridi,” demektedir. Bu, modern psikoloji metinlerinde insanoğlunun erişebileceği en üst mertebelerden biri olarak tasvir edilir: Kişi, “Birey” bilincinin sınırlarını aşıp daha büyük bir bütünle bütünleşir. Hallâc, tam olarak bu hâli yaşadığını iddia etmiş ve gerekirse bunun bedelini en ağır şekilde ödemeye de razı olmuştur.

Elbette, varoluşçu literatür, bir insanın bütün toplumla ve gelenekle çatışarak kendi gerçeğini savunmasının bedelinin ağır olduğuna işaret eder. Hallâc bu bedeli, en uç düzeyde, idam sehpasında ödedi. Yine de onun hikâyesi, “mecburiyetten katlanmak” ile “özgür bir tercih olarak katlanmak” arasındaki farkı gözler önüne serer. Çünkü Hallâc, gönüllü bir seçimle bu zorlu yola girdi ve asla geri dönmeyi düşünmedi. Modern psikologlar, bu tür bir “radikal seçimi” varoluşun doruk noktası olarak tanımlarlar: İnsan, hangi koşulda olursa olsun, içsel gerçeğinden ödün vermiyorsa artık “kendine” yabancılaşmayı çoktan geride bırakmıştır.

Hallâc’ı varoluşçu bir kahraman olarak görmek, onu sadece bir İslamî mistik figür olmaktan çıkarıp, insanlık tarihinin evrensel bir modeli hâline getirir. Çünkü onun hikâyesindeki özlem, korku, kararlılık ve nihayet “kendi hakikatini savunma uğruna fedakârlıkta bulunma” temaları, herhangi bir dinî ya da kültürel coğrafyayı aşan, tüm zamanların ortak mirasıdır. Bu bakımdan, bir sufi dervişin yüzyıllar önceki dramı, günümüz insanının varoluşsal sancılarına da ayna tutar. Hallâc, “Hakikat uğruna ölmek” gibi cesur bir jestle, insan ruhunun en temel arayışını yücelterek tarihin ötesine uzanır.


Tarihsel ve Efsanevî Yorumların Kesişimi

Hallâc, yüzyıllar içinde belki de en çok tartışılan sufilerden biri oldu. Kimileri onu “delilik sınırındaki bir isyankâr” olarak görüp, “Ene’l-Hak” sözünü keskin bir sapkınlık olarak okudular. Kimileri ise tam aksine “hakikatin ete kemiğe bürünmüş hâli” olarak yüceltti, onun ağzından dökülen her sözde bir kutsiyet aradı. Böylece Hallâc, tarihsel bir figür olmaktan çıkıp, âdeta efsanelerin malzemesi hâline geldi. Menkıbeler, rivayetler ve efsaneler iç içe geçerek, onu sıradan tarihsel kayıtlardan daha büyük ve karmaşık bir sembole dönüştürdü.

Bazı âlimler, Hallâc’ın gerçekte hiçbir zaman “küfre sapmadığını,” fakat belli ifadelerinin yanlış anlaşıldığını ya da kasten çarpıtıldığını iddia eder. Onlara göre, “Ene’l-Hak” aslında “Ben, benlikten geçtim; geriye yalnızca Hak kaldı” demektir ve bu, tasavvufun özüne uygundur. Öte yandan, katı şerîat yanlıları ve bazı resmî din bilginleri, hâlâ Hallâc’ı “aşırı” ve “sapmış” birisi olarak niteler, onun menkıbelerini ise “edebî efsaneler” olarak reddeder. Bu iki uç yorum, yüzyıllardır bitmeyen bir tartışma ateşinin körükleyicisi olmuştur.

Hallâc’ın efsanevî kimliği, özellikle halk anlatılarında ve tasavvuf menâkıbnâmelerinde daha da belirginleşir. Bu metinlerde onun diyar diyar dolaşan, kalplerin perdelerini yırtan sözleriyle insanları aşk denizine davet eden bir derviş olduğu anlatılır. Bazıları, idam edildikten sonra başının göğe yükseldiğini, ağzından misk kokulu sözler döküldüğünü aktarır. Elbette bu anlatılar tarihsel gerçeklikten ziyade, “aşk ve vecd”in sembolik ifadesi olarak görülmelidir. Fakat tam da bu sembolizm, Hallâc’ın kimileri için hâlâ “kutsal bir ermiş” konumunda tutulmasına sebep olur.

Öte yandan, bu efsanelerin yanı sıra, oldukça “akılcı” yaklaşımlar da mevcuttur. Bazı tarihçiler, Hallâc’ın bir siyasi komplonun kurbanı olduğunu ve sarayın oyunlarına alet edildiğini vurgular. İddiaya göre, devlet, halkın gözünde tehlikeli olabilecek her fikri bastırma eğiliminde olduğundan, Hallâc’ın sözleri biçilmiş kaftandı. Bu bakış açısı, onu bir “isyankâr” yahut “deli” olmaktan ziyade bir “mağdur” olarak çizer. Ortaya çıkan tabloda, her okuyucu Hallâc’ı kendi dünya görüşüne göre yorumlar: Kimisi kahraman, kimisi kurban, kimisi de deli ve isyankâr olarak görür.

Sonuçta tarihsel ve efsanevî yorumlar, Hallâc’ın hayatında ve sonrasında iç içe geçmiş hâlde var olur. Onu anlamak isteyenler, bu iki farklı katmanı da hesaba katmak zorundadır. Bir yanda tarihsel belgelerin, dönemin politik ve toplumsal gerçekliğini yansıtan soğuk satırları; diğer yanda manevî zenginliğin ve aşkın ifadesi olarak şekillenen menkıbeler... Bu kesişim, Hallâc’ı sıradan bir figür olmaktan çıkarır, adını bir efsaneye, bir sembole dönüştürür. Ve belki de Hallâc’ın istediği tam da buydu: Bedenini ortadan kaldıranlar, adını ortadan kaldırmayı başaramadılar. O, tarihin değil, aşkın sayfalarına kazındı.

Hallâc’ın Krizinin Büyüklüğü

Hallâc-ı Mansûr’un yaşadığı kriz, basit bir inanç bunalımı ya da fikrî tereddütle açıklanamayacak kadar derindi. Bu kriz, onun hayatında yalnızca duygusal çalkantı değil, bedensel tehditler, siyasi saldırılar ve nihayetinde ölümle sonuçlanan bir yolculuk demekti. “Ene’l-Hak” sözünü ağzından çıkarmak, sıradan bir cümle kurmaktan öte, evrenin ve insanın varoluş sırlarını sorgulamakla eşdeğerdi. Bu denli büyük bir kelâmı dile getiren biri için, içinde bulunduğu krizin çok yoğun olması şaşırtıcı değil. Zira o, ‘Ben kimim?’ sorusunu sadece düşünce düzeyinde değil, tüm varlığıyla yaşıyordu.

Krizinin büyüklüğü, Hallâc’ı yalnızca bir ruhsal buhrana sürüklemedi; aksine, toplumun ve otoritenin çizdiği sınırlarla da karşı karşıya getirdi. Onun aşk merkezli anlayışı, dönemin resmî ulemâsıyla sert bir çatışmayı beraberinde getirdi. Ne kadar büyük bir aşkla yanarsa yansın, “Allah ile kul arasındaki mesafe”ye dair sözleri dönemin dinî algılarını sarstı. Bu, sıradan bir fikir ayrılığı değildi; çünkü Hallâc’ın sözleri, toplumun benimsediği katı kuralları kökten tehdit ediyordu. Dolayısıyla kriz, hem içsel hem de dışsal cephelerde aynı anda patlak verdi.

İç dünyasında yaşadığı çelişkiler, belki de aşkın en yakıcı tarafını oluştuyordu. Kendi benliğini ortadan kaldırıp Hakk’a erme isteği, insanın en temel korkularından biri olan “yok oluşu” bile göze almayı gerektiriyordu. Bu, bir anlamda, onun “Ben kimim?” sorusuna “Ben, Hakk’ın varlığında hiçbir şeyim” cevabını vermesiydi. Fakat bu cevap, bünyesinde müthiş bir gerilim barındırıyordu: Bir yanda sınırlı ve fanî beden, diğer yanda sınırsız ve mutlak hakikat. Bu çelişki, Hallâc’ı uçurumun kenarına sürükledi ve nihayetinde ölümün soğuk nefesini kabul edecek kadar ileri götürdü.

Krizinin büyüklüğünü gösteren bir diğer nokta, dönemin siyasi ve dinî güçlerinin ağır tepkisidir. Hallâc, yalnızca ruhsal bir buhran yaşamakla kalmadı; aynı zamanda toplumun öfkesi, yargının acımasızlığı ve sarayın korkusuyla da yüzleşti. Eğer krizi daha küçük çaplı olsaydı, belki de onun sesi kaybolup giderdi. Ama onun açtığı çatlak öylesine derindi ki, Abbâsî iktidarı bile “Bu adam, düzenin temellerini sarsıyor” diyerek harekete geçti. Bütün bu kargaşa, Hallâc’ın yaşadığı krizin sıradan bir ruhsal sarsıntı olmadığını açıkça kanıtlar.

Son tahlilde, Hallâc’ın krizinin büyüklüğü, onun bedel ödemeye razı oluşuyla ölçülebilir. İnsanlar genelde tehlikeyi görür görmez geri çekilir; oysa Hallâc, derin anlam arayışını ölüm pahasına sürdürdü. İçindeki o tutku, tüm dünyanın “Dur, bu yolun sonu uçurum!” haykırışlarına rağmen onu durduramadı. Çünkü o, kendi varoluşsal sorusunu cevaplamanın, hayatta kalmaktan bile önemli olduğunu düşünüyordu. Bu da onun krizini, basit bir fikir davasından çıkartıp tarihsel bir vakaya dönüştürdü.


Küllerinden Doğan Miras

Hallâc’ın bedeni parçalanmış, sesi sözde susturulmuştu; ama adı yüzyıllar boyu sürecek bir efsaneye dönüştü. Düşünceleri ve tavrı, tasavvuf dairesi başta olmak üzere, geniş bir coğrafyaya ilham verdi. Onun “Ene’l-Hak” nidası, kimilerinin kalbine korku saldıysa da, kimilerinin ufkunu aydınlattı. Bu söz, içinde bambaşka anlam katmanları taşıdığı için, tasavvufun özüyle ilgilenen her dervişin yoluna mutlaka dahil oldu. Yüzyıllar sonra bile Mevlânâ’dan Niyâzî-i Mısrî’ye, pek çok sufi, Hallâc’ı anarak onun aşk coşkusuna atıf yaptı.

Mirasının büyük bir kısmı, aşk ve teslimiyet kavramlarına getirdiği farklı boyutlarda saklıydı. Hallâc’ın aşkı, ödünsüz, gözü kara ve durdurulamaz nitelikteydi. Bu aşk, Allah ile kul arasındaki mesafeyi dil üzerinden kapatmaya çalışmak yerine, bizzat kalbin ateşiyle eriten bir güç gibi işlev görüyordu. İşte bu yüzden, tasavvuf geleneğindeki birçok düşünür, Hallâc’ı “aşkın çıldırmış halini” örnek gösterip, insanın kendi hakikatine ulaşmasının yolunun önce delilik sınırında dolaşmaktan geçtiğini öne sürdü. Onun cesareti, teslimiyeti ve bedel ödemeye razı oluşu, bu düşüncenin en çarpıcı kanıtıydı.

Hem doğu hem de batı dünyasında, Hallâc ismi bilinmese dahi, “Hakikat uğruna kendini feda etme” mitinin evrensel bir örneği olarak görülmeye başladı. Bazı araştırmacılar, Hallâc’ın yaşadığı trajediyle Hristiyanlık’taki kurban motifini dahi kıyasladı. Sonuçta, “Bir insan neyi uğruna ölmeye razı olabilir?” sorusunun evrenselliği, onun mirasını çok farklı alanlara taşıdı. Bu “küllerinden doğan” etki, sadece sufi literatürü değil, felsefi ve edebî eserleri de besledi.

Özellikle Anadolu ve çevresindeki tasavvuf geleneği, Hallâc’ın izlerini her tarafa taşıdı. Menkıbeler anlatıldı, şiirler yazıldı, ilahiler bestelendi. Onun idam sahnesinden bahseden metinler, bir yandan trajedinin acısıyla, bir yandan da aşkın yüceliğiyle örülü hale geldi. Bu anlatıların çoğunda, Hallâc’ın bedeni yakılırken, onun ruhunun aşk göklerinde yükseldiği vurgulandı. Böylesi bir öykü, yüzyıllar sonra bile, “Hakikate sevdalanan insanın yıkılmazlığı” fikrini canlı tutmaya devam etti.

Küllerinden doğan bu miras, yalnızca dinî çevrelerde değil, sanat ve edebiyat dünyasında da yankı buldu. Ressamlar, yazarlar, şairler, Hallâc’ın acı dolu ama aşk yüklü hikâyesini kendi eserlerine taşıdı. Kimi onu devrimci bir figür olarak resmetti, kimi mistik bir kahraman olarak anlattı, kimi de anlamsız bir fanatizmle mahvolmuş bir ruh olarak betimledi. Fakat her şekilde, Hallâc’ın adı ve efsanesi tarihin karanlık dehlizlerinde kaybolmadı. Böylece, bir infaz sahnesiyle noktalanan hayat, yüzyıllar boyunca sürüp giden bir etki dalgasına dönüştü.

Günümüze Düşen Pay

Hallâc’ın hikâyesi, bugün bile varoluşsal krizlerle boğuşan insanlar için derin dersler taşıyor. Modern dünyanın karmaşasında, “Ben kimim, ne için yaşıyorum?” sorusu çoğu insanın zihnini meşgul ediyor. Hallâc, asırlar öncesinden bu soruya radikal bir cevap vererek, ruhunu ve bedenini dahi riske atacak bir kararlılıkla hakikatini savundu. Elbette böylesi bir uç noktaya varmak herkes için mümkün ya da gerekli değil; ancak onun “iç sesine sadakat” konusundaki ısrarı, hepimiz için yol gösterici olabilir.

Varoluşsal krizlerle yüzleşmek, bazen acı verici, bazen de bir uyanışın habercisidir. Hallâc, bu krizi en uç boyutta deneyimledi: Kendi benliğini sıfırlamak ve yerine “Hak” gerçeğini koymak istedi. Günümüzde psikologlar, kişinin kendi öz benliğini keşfedip daha derin bir anlama ulaşmasının, ruh sağlığı açısından temel bir ihtiyaç olduğunu söylüyor. Hallâc’ın bedel ödemesi, bu sürecin en dramatik örneğini oluşturuyor. Bizler, belki onun kadar keskin bir yol izlemeyiz ama krizlerimize yaklaştığımızda ondan ilham alabiliriz: Cesaret, kararlılık ve iç dünyaya kulak verme.

Onun hikâyesinin bir diğer boyutu da, toplumsal normlarla bireyin derin inançları arasındaki çatışmadır. Hepimiz, çevrenin beklentilerine uymak ya da kendi hakikatimizi savunmak arasında sıkıştığımız anlar yaşayabiliriz. Hallâc bu çatışmayı korkusuzca göğüsledi; bu yüzden toplum ve otorite tarafından dışlandı, sonu infaz oldu. Günümüzde böylesine keskin cezalarla karşılaşmasak da, farklı düşünmenin getirdiği baskılar hâlâ mevcut. Hallâc’ın duruşu, “Kendini gerçekleştirme uğruna toplumsal kabulü feda etmeye değerse, bunu yapmaktan çekinme” diyen bir tavır sunar.

Bunun yanında, onun aşk anlayışı, modern çağın “aşkı”yla kıyaslandığında bambaşka bir boyut kazanıyor. İlahi aşk, fanî bir bedende yaşanacak en yoğun duygulardan biri olarak görülebilir. Bugün pek çok insan için aşk, romantik ilişkilerle sınırlanırken, Hallâc aşkı varoluşun temeline yerleştirip “Sevgi, en kutsal gerçeğin deneyimlenmesidir” demiş oldu. Aşkı, insani boyuttan çekip evrensel bir düzleme taşıyarak, bize “Hayatta neyin peşinde olduğumuzu tekrar sorgulatır.” Belki bu açıdan bakınca, onun hikâyesi her aşık ve arayış içindeki insan için önemli bir iz bırakır.

Son olarak, Hallâc, bize “Gerekirse yan, ama hakikatin peşinden geri durma!” diyebilecek kadar kuvvetli bir mesaj bırakır. Bu mesajın tarihsel ve kültürel kılığını sıyırdığımızda, özünde dürüstlüğe, içtenliğe ve kendi varoluş amacımıza sadakate dair bir uyarı buluruz. Çağımızda farklı biçimlerde karşımıza çıkan varoluşsal krizlerin üstesinden gelmek, bazen tam da böyle bir cüretkârlık ister. Bu cüret, bizleri faniliğin getirdiği korkulardan kurtararak “Ben, kendi yolumun yolcusuyum” deme özgürlüğüne kavuşturabilir. Böyle bakıldığında, Hallâc’ın hikâyesi sırf geçmişe ait değil, aynı zamanda bugüne ve geleceğe de yön veren bir ışık gibi parlamayı sürdürüyor.

KAYNAKÇA

  1. Massignon, L. (1982). Hallâc: Mistik ve Şehit . Princeton Üniversitesi Yayınları.

  2. Schimmel, A. (1975). İslam'ın Mistik Boyutları . Kuzey Carolina Üniversitesi Yayınları.

  3. Tekin, M. (2010). “Hallâc-ı Mansûr'un Tasavvuf Düşüncesindeki Yeri ve Ene'l-Hakk Sözünün Analizi.” Tasavvuf Araştırmaları Dergisi , 14(2), 33-50.

  4. Smith, M. (1935). Ḥallāj'ın Sözleri . Londra: Luzac & Co.

  5. Korkmaz, R. (2019). Hallâc-ı Mansûr: Tarihsel Kişilik ve Efsane Arasında Bir Sufî . İstanbul: Küre Yayınları.

  6. (Karşılaştırmalı Perspektif İçin) Yalom, ID (1980). Varoluşçu Psikoterapi . Temel Kitaplar.

  7. (Karşılaştırmalı Perspektif İçin) Frankl, VE (2006). İnsanın Anlam Arayışı . (Çev. N. Arat) Ankara: Öteki Yayınevi.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ANTONY FLEW'İN YANILMIŞIM TANRI VARMIŞ KİTABININ ÖZETİ-1-

                Flew, bu kitabında çocukluğundan itibaren inanç  bakımından yaşadığı tecrübelere yer vererek kısaca ateizmden teizme geçişini anlatıyor. İçinde doğduğu ailenin  Hıristiyanlığa bağlı olduğunu,  babasının vaizlik yaptığını, ayin ve toplantılara katıldıklarını bununla birlikte kendisinin dini bir feyz ve zevke almadığını ifade ediyor. Kitapta ilk önce ateizmi savunan kendi yazdığı eserlere ve onların  temel görüşleriyle bunlara verilen cevaplara  yer veriyor. Yazar, kısaca okumaları ve çalışmalarının kendisini bilimsel olarak benimsediği (öne sürülen iddianın götürdüğü yere gitmek) ilkeyle tutarlı bir biçimde yaşadığı değişimi samimiyetle anlatıyor. Kitap ayrıca ateizm konusundaki temel yaklaşımlara ana hatları ile yer veriyor. Çocukluk ve gençlik yıllarındaki Hıristiyan temelli inançlardan ateizme evirilişinin ilk adımını kötülük probleminin oluşturduğunu söylüyor. O zamanlar ailes...

Şerif Mardin’in ‘Din ve İdeoloji’ Eseri Üzerine

     Din ve İdeoloji kitabı, çapı küçük fakat içerik olarak oldukça geniş ve derin olduğu rahatlıkla söylenebilir. Efradını cami ağyarını mani bir ifade ile alanında tam bir başvuru kaynağıdır.      Yazar, ilk önce ideoloji kavramını  iki ayrı kategoride ele alıyor: Sert ideoloji ve yumuşak ideoloji. “Sert” ideolojiyle, sistematik bir şekilde işlenmiş, temel teorik eserlere dayanan, seçkinlerin kültürüyle sınırlandırılmış, muhtevası kuvvetli bir yapı kastedilirken,  “yumuşak” ideoloji ile de, kitlelerin, çok daha şekilsiz inanç ve bilişsel (cognitive) sistemleri ifade ediliyor. Yazar, ideolojiyi ise kitle toplumunun belirmesiyle beraber önem kazanan inançlar ve idare edilen”lerin arasında yaygın, yönlü, fakat sınırlı, belirsiz fikir kümeleri olarak tanımlıyor. İdeolojiler, siyasi fikir tarihi açısından  uzun zaman, insanların aklını çelen kuraldışı etkenler olarak tanımlanmıştır. [1] Yazar, bilimsellik niteliğinin üç ana...

Türkiye'de Alternatif Tıp Uygulamalarının Dini Referanslarla Meşrulaştırılması Üzerine

Modern toplumların en belirgin özelliklerinden biri, rasyonelleşme ve bilimsel düşüncenin hakimiyetine rağmen, geleneksel ve alternatif tedavi yöntemlerine yönelik ilginin artmasıdır. Bu paradoksal durum, özellikle Türkiye gibi modernleşme sürecini kendine özgü dinamiklerle yaşayan toplumlarda daha karmaşık boyutlar kazanmaktadır. Geleneksel tıp uygulamalarının dini referanslarla meşrulaştırılması, sadece bir sağlık meselesi olmaktan çıkıp, toplumsal kimlik, kültürel süreklilik ve moderniteyle hesaplaşma gibi çok boyutlu bir olguya dönüşmektedir. Bu çalışma, Türkiye'de alternatif tıp uygulamalarının dini referanslarla meşrulaştırılması sürecini, din sosyolojisi perspektifinden ele almaktadır. Peter L. Berger'in "kutsal şemsiye" kavramı çerçevesinde değerlendirildiğinde, alternatif tıp uygulamalarının dini referanslarla meşrulaştırılması, modern toplumda anlam arayışının ve geleneksel değerlere dönüş eğiliminin bir tezahürü olarak görülebilir. Bu bağlamda, modern tıbbı...