Ana içeriğe atla

Niyâzî-i Mısrî’nin Varoluşsal Yolculuğu: Anlam Arayışı ve Manevî Aydınlanma

 


  1. yüzyıl Osmanlı coğrafyasında yaşamış büyük mutasavvıf şair Niyâzî-i Mısrî, hayatı boyunca derin varoluşsal krizlerden geçmiş ve bu krizleri anlam arayışıyla aşmıştır. Onun fırtınalı yaşam öyküsü –gençlikteki iç çelişkileri, sürgün yıllarındaki yalnızlık ve mücadelesi, otoriteyle çatışmaları ve sonunda ölüme teslimiyeti– varoluşsal psikoloji bağlamında incelendiğinde son derece zengin bir tablo sunar. Mısrî’nin yaşadığı kırılma noktaları, iç dünyasındaki gelgitler ve şiirlerine yansıttığı fikirler; ölüm, özgürlük, yalnızlık ve anlamsızlık gibi Yalom’un dört varoluşsal kaygısıyla ve Viktor Frankl’ın anlam terapisi yaklaşımlarıyla güçlü paralellikler gösterir. 

1. Gençlik Yılları ve İlk Çelişkiler

Niyâzî-i Mısrî (asıl adı Mehmed), 1618’de Malatya’nın Aspozi (Soğanlı) kasabasında dünyaya geldi,. Babası Soğancızâde Ali Çelebi dönemin ileri gelenlerinden bir Nakşibendî dervişiydi. Genç Mehmed, medrese eğitimine devam ettiği ilk gençlik yıllarında tasavvuf ehline mesafeli durduğunu, hatta sûfîlerin meclislerine gitmeyip onlara muhalif olduğunu bizzat belirtir.  Dönemin zahirî (dinî ilimlere dayalı) eğitim anlayışı içinde yetişen Mısrî, başlangıçta rasyonel teoloji ve fıkıh ilimlerine odaklanmış, hakikati arayışında tasavvuf yolunu önce dışlar gibi görünmüştür.Niyâzî-i Mısrî, gençlik döneminde medrese eğitimi sırasında tasavvuf ehline mesafeli durmuş, hatta sûfîlerin meclislerinden uzak kalmayı tercih etmiştir. Başlangıçta dinî ilimleri (zâhirî ilimler) öğrenmeyi öncelikli görmüş, hakikati yalnızca aklî yöntemlerle ve ilmî tartışmalar yoluyla aramıştır. Ancak zaman geçtikçe, bu ilmî birikimin içindeki manevî boşluğu doldurmadığını fark etmiş, hakikat arayışının onu farklı bir yola yönlendirdiğini hissetmiştir. Böylece önce Halvetî bir şeyhe bağlanarak tasavvuf yoluna adım atmış, ardından mürşidinin ayrılmasıyla tekrar ilmî çalışmalara yönelmiştir. Bu süreçte Diyarbekir, Mardin ve Kahire’ye giderek mantık ve kelâm gibi aklî ilimleri tahsil etmiş, fakat iç dünyasında giderek büyüyen huzursuzluk onu yeniden tasavvufa yöneltmiştir. Sonunda, Kahire’deki ilk mürşidinin tavsiyesi ve gördüğü anlamlı rüya üzerine, hayatını tamamen değiştirecek olan gerçek mürşidini bulmak için Anadolu'ya geri dönmeye karar vermiştir. Böylece Mısrî’nin ilmî araştırmaları ile tasavvufî eğilimleri arasında bir gerilimden çok, birbirini tamamlayan, iniş çıkışlarla dolu, içsel bir yolculuk yaşadığı anlaşılır hâle gelmektedir.


Kendi ifadesine göre düşünceleri değişmiş ve hakikat arayışının onu tasavvufa yönelttiğini belirtir. Malatya’da karşılaştığı bir Halvetî şeyhine intisap ederek tasavvuf yoluna girmeye karar verir. Bu, onun manevî yolculuğunun ilk büyük kırılma noktasıdır. İlk mürşidine bağlanmasıyla birlikte Mısrî, gönlünü dergâhların iklimine açmaya başlar. Ancak bu karar, ailesi içinde bir çelişkiyi de beraberinde getirmiştir. Nakşibendî tarikatına mensup olan babası Ali Çelebi, oğlunun kendi şeyhine bağlanmasını arzu etmiş, Halvetî bir şeyhe yönelmesini hoş karşılamamıştır . Genç Niyâzî, babasının teklif ettiği şeyhin “kâmil bir mürşid” olmadığını düşündüğü için bu isteği geri çevirir.Bu tavır, hem baba ile oğul arasında bir gerilim yaratmış, hem de Niyâzî’nin otoriteye karşı bağımsız karakterini daha o yıllarda ortaya koymuştur.

İlk mürşidiyle karşılaşması ve tasavvufa adım atması, Mısrî’nin dünyevî ilim tahsilini bir süre gölgede bıraksa da tamamen sona erdirmez Mürşidinin Malatya’dan ayrılması üzerine o da hakikat arayışına devamla tekrar zahirî ilimlere yönelir: 1638’de Diyarbekir’e, sonra Mardin’e giderek mantık ve kelâm okur. 1640’ta ilim aşkıyla Kahire’ye, Ezher Medresesi’ne varır. Ne var ki Kahire’de de iç huzursuzluğu sürer. Orada bir Kādirî tekkesi şeyhine bağlanmasına rağmen (ismini vermediği bu ilk şeyh) kendisine bir gün, “Zahirî ilim talebinden tamamen vazgeçmedikçe tarikat ilmi sana açılmaz” diyerek seçim yapmasını öğütler. Bu uyarı Mısrî’yi ikilemde bırakır; ilim ile irfân arasında bocalarken rüyasında manevi bir işaret alır. Abdülkādir Geylânî Hazretleri rüyasında görünerek ona zahir ilimleri öğrenip onlarla amel etmesini, tarikat ilmini ise ancak gerçek bir mürşide kavuşarak elde edebileceğini, fakat aradığı mürşidin Kahire’de olmadığını söyler. Bu yönlendirme üzerine Niyâzî, üç yıldır bulunduğu Kahire’den ayrılmaya karar verir (1643).

Hakikat arayışıyla diyâr diyar dolaşan Mısrî, Mısır ve Şam üzerinden Anadolu’ya gelir; 1646’da İstanbul’a uğrar, Küçükayasofya civarında bir medrese hücresinde halvete (inzivaya) çekilir. Çok geçmeden İstanbul’dan çıkarak Anadolu içlerine yönelir. Bu yolculuklarında beklediği kâmil mürşidi sonunda Uşak’ta bulur: Elmalı’dan Uşak’a gelen Halvetî şeyhi Ümmî Sinan Hazretleri’ne 1647’de intisap eder.“Şeyhim, göz bebeğim, kalbimin devası Ümmî Sinan Hazretleri’nin hizmetine ulaştım. Kalbimin şifasını onun hizmetinde buldum” sözleriyle bu buluşmanın kendisi için önemini dile getirir. Mısrî, Ümmî Sinan dergâhında dokuz yıl hizmet ederek seyr u sülûkünü (tasavvufî eğitimini) tamamlar ve 1656’da hilafet alarak irşad vazifesine başlar.

Gençlik dönemindeki bu ilk çelişkiler ve dönüşüm, Niyâzî-i Mısrî’nin varoluşsal yolculuğunun başlangıcıdır. Başta aklî ilimlere sarılan, tasavvufa mesafeli duran bir genç iken, içindeki hakikat boşluğunu fark edip rotasını değiştirir. Kendi ifadesiyle “nefsiyle çarpışarak” çıktığı bu yolda, önce zâhir ilimde derinleşip sonra onu sorgular hale gelir; nihayet gerçek anlamı tasavvufta bulacağını sezinleyerek radikal bir adım atar. Bu adım onu ailesiyle çatışmaya sürüklese de, özgün bir varoluş inşa etme yolunda kararlı olduğunu gösterir. Mısrî’nin bu tavrı, Yalom’un “özgürlük ve sorumluluk” temasına da denk düşer: Kendi hayatının yönünü belirleme özgürlüğünü kullanmış ve bunun sorumluluğunu almıştır. Babasının otoritesine veya toplumun beklentilerine boyun eğmek yerine, iç sesinin peşinden gitmeyi seçmiştir. Bu noktadan sonra onu, daha zorlu varoluşsal sınavlar beklemektedir.

2. Varoluşsal Kaygılar ve Anlam Arayışı

Niyâzî-i Mısrî’nin ilerleyen hayatı, klasik bir dervişin sükûnet dolu hayatından ziyade fırtınalı sürgünler ve mücadelelerle geçmiştir. Bu süreçte onun iç dünyası, varoluşsal psikolojinin tanımladığı temel kaygılarla sınanmıştır. Irvin D. Yalom, insanın yüzleşmek zorunda olduğu dört temel varoluşsal sorunu ölüm, özgürlük (sorumluluk), izolasyon (yalnızlık) ve anlamsızlık olarak belirtir.Gerçekten de Mısrî’nin yaşadıkları bu dört temayı dramatik biçimde gözler önüne serer. Ancak Mısrî, bu kaygılar karşısında yılmamış; her birini kendi inanç ve tecrübeleriyle yoğurarak bir anlam arayışına dönüştürmüştür.

Yalnızlık (İzolasyon): Mısrî ömrünün yaklaşık otuz yılını çeşitli sürgünlerde tek başına geçirdi.Özellikle Limni Adası’nda uzun yıllar zorunlu ikamet, onun fiziken toplumdan izole olmasına yol açtı. Bu zorunlu yalnızlık, varoluşsal anlamda kişinin “dünyaya fırlatılmışlığı” duygusunu pekiştirebilir ve derin bir iç boşluk yaratabilirdi. Niyâzî-i Mısrî de ilk başta bu gurbet duygusunu iliklerine kadar hissetmiştir. Bursa’dan, sevdiklerinden ve dergâhından koparılıp bir adaya hapsedilmek, insanda “dünya beni unuttu” düşüncesini uyandırır. Yalom’un belirttiği üzere her insan en nihayetinde derin bir yalnızlık gerçeğiyle karşı karşıyadır.Mısrî bu yalnızlık gerçeğiyle yüzleşirken, onu dönüştürmeyi başarmıştır. Zorunlu inzivasını bir nevi gönüllü halvete çevirerek, yalnızlığını tefekkür, zikir ve şiirle beslenen bir iç yolculuğa dönüştürür. Nitekim Rodos’taki ilk sürgünü sırasında vaktini sürekli ibadet, zikir ve tefekkürle geçirdiği, hatta aynı kalede sürgün bulunan Kırım Hanı Selim Giray ile dostluk kurup manevi paylaşımlarda bulunduğu rivayet edilir.. Yani fiziken yalnız bırakılan Mısrî, manen yalnız kalmamış; ya Hakk’ın zikriyle “her an Hakk ile beraber” olma hissini güçlendirmiş ya da kader ortaklarıyla gönül birliği kurmuştur. Bu tavır, Yalom’un tarif ettiği “yalnızlık kaygısının anlamlandırılması” sürecine iyi bir örnektir: Mısrî, yalnızlığını bir ıstırap olarak değil, bir irfan mektebi olarak yaşamış, bunu kendi lehine çevirmiştir.

Özgürlük ve Sorumluluk: Mısrî’nin hayatı, özgür bir ruhun otoriteyle imtihanı gibidir. O, hem Osmanlı merkezi yönetimine hem de dönemin katı dinî çevrelerine karşı son derece bağımsız bir tavır sergilemiştir. Vaazlarında dönemin nüfuzlu vaizi Vânî Mehmed Efendi’yi ve onun temsil ettiği bağnaz zihniyeti açıkça eleştirmekten çekinmemiştir. IV. Mehmed döneminde Vânî Efendi’nin girişimiyle zikir, semâ ve devranın yasaklanmasına rağmen Mısrî, Bursa’daki ders ve zikir halkalarını sürdürmüş, bu yasağı getirenleri sert şekilde tenkit etmiştir. Bu durum, onun inandığı değerler uğruna otoriteye başkaldırma pahasına özgürlüğünü kullanma cesaretini gösterir. Yalom’un vurguladığı anlamda özgürlük, bireyin kendi seçimlerinden sorumlu olmasıdır ve bu sorumluluk çoğu zaman büyük bir yük ve kaygı kaynağıdır. Niyâzî-i Mısrî, yaptığı seçimlerin bedelini defalarca sürgünle ödemiş, fakat düşünce özgürlüğünden taviz vermemiştir. Örneğin 1693’te padişah fermanıyla savaşa katılmaması emredildiği halde, bunu vicdanen kabul etmeyip müridleriyle birlikte sefere çıkmaya niyetlenmiştir. “Bu sene Allah yolunda gazaya memur olduk” diyerek 200 kadar müridiyle cihad hazırlığı yapması, aslında devlete karşı değil, tam tersine devletin manevi başarısı için kendini feda etmeye hazır olduğunun ifadesiydi. Fakat merkezi idare, onu kendi inisiyatifiyle orduya katılmak isteyen karizmatik bir lider olarak tehlikeli buldu; bir isyan başlatmasından korktu.Sonunda Mısrî Edirne’ye ulaştığında hileyle yakalanıp tekrar Limni’ye sürgün edildi. Tüm bu olaylar Mısrî’nin, kendi doğrularını yaşama özgürlüğünü her şeyin önüne koyduğunu gösterir. Seçimleri bilinçlidir ve sonuçlarının sorumluluğunu almaya hazırdır. Bu yönüyle, Yalom’un vurguladığı varoluşsal özgürlüğü tam manasıyla tecrübe etmiş; bedel ödemek pahasına otantik benliğini korumuştur.

Ölüm Kaygısı: Niyâzî-i Mısrî, defalarca ölümle burun buruna gelmiş; en azından ölüm tehdidini yakından hissetmiştir. Sürgün edildiği yerlerde kendisine yönelik zehirleme girişimleri olduğu, ağır hakaret ve işkencelere maruz kaldığı tarihi kayıtlarda geçer. Limni’deki son sürgününde, 75 yaşındaki Mısrî’nin ayağına 15 kiloluk demir pranga vurulmuş, zindanda adi bir suçlu muamelesi görmüştür. Ömrünün sonunda bedenî acılar ve hastalıklarla da mücadele ettiği anlaşılmaktadır. Tüm bunlar, insanın faniliğini acı bir biçimde hatırlatan deneyimlerdir. Ölüm fikri, Yalom’a göre en temel varoluşsal kaygıdır ve insanı derin bir korkuya sürükleyebilir. Peki Mısrî bu kaygıyla nasıl başa çıktı? Sûfî geleneğin güçlü bir ferdi olan Niyâzî-i Mısrî, ölümü bir yok oluş değil, “Hakk’a yürümek” olarak görüyordu. Nitekim Limni’de sürgündeyken 16 Mart 1694’te vefat ettiğinde kayıtlarda “Hakk’a yürüdü” ibaresi yer alır. Bu ifade, onun ölümü ilâhî sevgiliye kavuşma, sonsuzluğa açılma olarak yorumladığını ima eder. Mısrî’nin şiirlerinde de dünya hayatının faniliği ve ahiret yurdunun ebediliği sıkça tema olarak işlenir. O, “hiçlik” kavramını bir tehdit değil, benliğin terbiyesi için bir gereklilik addederdi. Varlığı Hakk’ın bir tecellisi, insan nefsini ise bu tecelliye perdedir. “İşit Niyâzî’nin sözün, bir nesne örtmez Hak yüzün / Hak’tan ayân bir nesne yok, gözsüzlere pinhân imiş” dizelerinde, Hakikat’in aslında apaçık ortada olduğunu, onu göremeyenlerin ancak gözsüz (gönül gözü kapalı) kimseler olduğunu belirtir.Bu bakış, yokluk (hiçlik) korkusunu tersine çevirir: Gerçekte yok olan, fani benliktir; baki olan ise mutlak varlık (Hakk) olduğu için, ölüm de bir son değil başlangıçtır. Mısrî’nin ölüm düşüncesini böyle içselleştirip kabullenmesi, Yalom’un işaret ettiği gibi ölüm farkındalığının hayatına anlam katmasıyla mümkün olmuştur. Ölüm korkusunu, dünya nimetlerine bağlanmayı azaltan ve onu maneviyata yönelten bir hızlandırıcı olarak kullanmıştır. Bir anlamda, “ölmeden önce ölmeyi” başarmış; nefsi terbiye edip ölümü beklenen bir vuslat anına dönüştürmüştür.

Anlamsızlık (Hiçlik duygusu): Sürgün, yalnızlık, itibar kaybı, zulüm… Bütün bunlar bir insanın hayatını kolaylıkla anlamsızlık girdabına sürükleyebilir. Niyâzî-i Mısrî de zorlu yıllarında zaman zaman “bu çilelerin manası ne?” diye sormuş olabilir. Ne var ki o, yaşadığı her ıstırabı anlamla doldurmanın bir yolunu bulmuştur. Viktor Frankl’ın logoterapi kuramı, insanın temel motivasyonunun hayatına anlam katmak olduğunu söyler ve en zor şartlarda bile anlam bulanların ayakta kalabildiğini vurgular. Frankl, toplama kampındaki tecrübelerinden yola çıkarak “hayatta kalmayı başarmak dış koşullara değil, insanın içsel anlamına bağlıdır” diye yazar. Mısrî, sürgün ve mahrumiyet yıllarında tam da bunu yapmıştır: Sıkıntılarını birer anlam kaynağına dönüştürmüştür. Limni’deki uzun sürgününde bu zorunlu inzivayı “bir tür irfan çilesi” olarak yaşamış; çileyi derin bir manevî tecrübeye tebdil etmiştir.Yıllarca hapiste kalması bedenini zayıf düşürse de şiirler yazmaya, eserler telif etmeye, Allah’a tevekkül ve ibadete yönelmeye devam etmiştir. Bu sabır ve metanet, onun yaşantısını baştan sona nüfuz eden “anlam arayışı” duygusundan gelir. Frankl’a göre acı, eğer anlamlandırılabilirse insanın ruhen büyümesine vesile olur. Niyâzî-i Mısrî de çektiği her çileyi, inancının ve davasının bir parçası olarak görmüş, bu sayede anlamsızlık bataklığına saplanmamıştır. Onun için sürgün demek, belki de Yusuf misali kuyuya atılmak demekti; kuyunun dibi karanlık olsa da üstünde bir gökyüzü ve yıldızlar vardı. Allah’ın gözü üzerindeydi ve çektiği sıkıntıların bir hikmeti bulunmaktaydı. Niyâzî, yaşadığı her musibeti “derman aradığı derdinin bir parçası” olarak görmeyi öğrendi.

Bu noktada Mısrî’nin varoluşsal kaygılarını nasıl anlamla yoğurduğunu, kendi dizelerinden daha iyi hiçbir şey anlatamaz. “Dermân arardım derdime, derdim bana dermân imiş / Bürhân sorardım aslıma, aslım bana bürhân imiş” dizeleri onun ulaştığı idrak seviyesini ortaya koyar. Bu meşhur beyit, “Derdime derman arıyordum meğer derdim bana derman imiş; asl-ı mahiyetimin ne olduğunu merak ediyordum, meğer özüm zaten bana kanıt imiş” anlamına gelir. Mısrî burada, yıllarca çektiği derdin (ıstırabın) aslında kendi kurtuluşunun anahtarı olduğunu, hakikatin delilini dışarda değil kendi öz varlığında bulduğunu söylemektedir. Bu, tam anlamıyla bir varoluşsal aydınlanma ifadesidir. Kişi en büyük acısının içinde anlamı keşfettiğinde, artık o acı derman olmaya başlamıştır. Niyâzî-i Mısrî de ömrünün sonunda bunu tecrübe etmiştir: Aradığı dermanın, bizzat çektiği çileler olduğunu idrak etmiştir. Sürgünlerin, yalnızlıkların, çatışmaların her biri, onu olgunlaştıran birer imtihandı ve nihayetinde ruhunu şifaya erdirmiştir. Bu bakış açısı, Frankl’ın “acıya anlam yükleme” fikriyle bütünüyle örtüşür. Mısrî’nin inancı, ona bu anlamı bahşetmiş; böylece varoluşsal anlamsızlık uçurumunun kenarından her seferinde geri dönmüştür.

3. Sürgün Yılları ve İçsel Direniş

Niyâzî-i Mısrî’nin yaşam öyküsünde sürgünler çok özel bir yere sahiptir. Siyasi ve dinî otoritelerle çatışmaları, onun defalarca yer değiştirmesine, dergâhlardan zindanlara savrulmasına yol açmıştır. Ancak bedenen sürgün edilen bu derviş, gittiği her yerde içsel direnişini sürdürmüş, kalbindeki inancı kimse sürgün edememiştir. Onun mücadelesi, kılıçla veya isyanla değil, kalemle, kelamla ve sabırla gerçekleşmiştir.

İlk büyük çatışması, IV. Mehmed devrinde ortaya çıkan Kadızâdeliler hareketine karşı olmuştur. Bu hareketin katı şeriatçı vaizleri, tarikat ehline ve tasavvuf pratiklerine karşı cephe almıştı. Mısrî, Kadızâdelilerin sembol ismi Vânî Mehmed Efendi’nin IV. Mehmed’i etkilemesiyle getirilen semâ ve zikir yasağını asla benimsemedi; vaazlarında bu yasağı ve arkasındaki zihniyeti açıkça eleştirdi . Onun Bursa Ulu Camii civarındaki dergâhında halkalanan derviş grupları, artan bir cazibe merkezi haline geliyordu. Bu durum, dönemin muhafazakâr vaizleri ve belki devlet erkânı için rahatsızlık yarattı. Sonunda hakkında sürgün kararı çıkarıldı. 1674’te Edirne’deki bir vaazında söylediği bazı cifir (gizemli) sözler bahane edilerek apar topar tutuklandı ve Rodos Adası’na sürgün edilip kaleye kapatıldı. Resmî anlatımlara göre sözlerindeki sırlar yüzünden cezalandırılmıştı; fakat tarihçiler asıl sebebin devlet adamlarına yönelttiği eleştiriler olduğunu belirtir. Niyâzî-i Mısrî, yolsuzluklara ve zulümlere de kayıtsız kalmamış, kürsüden yanlış gördüklerini haykırmıştır. Onun “siyasi otoriteye karşı eleştirel dili”, devrin yöneticilerince tehdit olarak algılanmıştır.

Rodos sürgünü yaklaşık dokuz ay sürdü ve sonunda padişahtan af fermanı çıkmasıyla Mısrî Bursa’ya dönebildi.Ne var ki bu bir mola idi; içsel direnişi dinmeyen Mısrî, Bursa’ya döner dönmez yine halkı irşada ve haksızlıklara karşı sesini yükseltmeye devam etti. Çok geçmeden 1677’de ikinci kez sürgün edildi – bu sefer istikamet Limni Adasıydı. Limni sürgünü, tam 15 yıl sürecek ve onun hayatının en çetin dönemi olacaktı. Fakat Mısrî, Limni’de boyun eğmek şöyle dursun, adeta yeni bir dergâh kurdu. Yanında bir avuç sadık müridi vardı; zamanla ada halkı ve civardaki Müslümanlar da onun etrafında toplanmaya, sohbet ve zikir meclisleri oluşturmaya başladılar. Bir sürgün mahkûmu olmasına rağmen Mısrî, Limni’de gönüllere ışık tutmaya devam etti; orayı bir irfan merkezi haline getirdi. Öyle ki ziyaretine gelenlerin çokluğu İstanbul’daki yetkilileri bile huzursuz etmiş olabilir diye rivayet edilir. Onun manevi cazibesi, demir parmaklıklar ardında bile parlamaya devam ediyordu. Bu, tam anlamıyla içsel bir direnişti: Fiziksel özgürlüğü elinden alınan Mısrî, ruhunun özgürlüğünü koruyordu. Kalemi ve kağıdı da birer direniş aracıydı; Limni’de kaldığı sürece şiirler yazmaya, eserler kaleme almaya devam etti. Böylece düşüncelerini hapsetmek de mümkün olamadı.

Mısrî’nin şiirleri ve sözleri incelendiğinde, onun toplumsal düzene yönelik ince eleştirileri de görülür. O, zahirî ibadetlerle kibirlenen, içi boş dindarlığı da hedef almıştır. “Savm u salât u hac ile sanma biter zâhid işin / İnsan-ı kâmil olmağa lâzım olan irfân imiş” dizelerinde, sadece oruç, namaz, hac ile işin bitmeyeceğini, kâmil insan olmaya asıl gerekli şeyin irfan (hakikati özümsemiş bilgelik) olduğunu söyler. Bu dizeler, dönemindeki zahiriyle övünen softalara bir eleştiri olarak okunabilir. Mısrî’ye göre gerçek dindarlık, şekilden ibaret değildir; gönül eğitimi ve ahlak ile tamamlanmalıdır. Bu duruşu, onu hem halk nezdinde sevilen bir mürşid yapmış hem de resmî ulema ve softa takımı nezdinde hedef haline getirmiştir.

Limni’deki uzun sürgün yılları boyunca Mısrî’nin sağlık durumu bozulmuş, yaşı ilerlemişti 1692’de II. Ahmed’in tahta geçmesi ve bazı nüfuzlu devlet adamlarının (Köprülü Fazıl Mustafa Paşa gibi) araya girmesiyle affedildi; 15 yıl sonra özgürlüğüne kavuşup Bursa’ya dönmesine izin verildi. Artık 70’li yaşlarında bir bilgeydi. Bu noktada dahi içsel direnişi sönmemişti: Bursa’da kısa kalan bu özgürlük döneminde yine uzlete çekilmeyi reddedip halkla iç içe oldu, fakir fukaraya maddi manevi destek verdi, vaazlar vermeye devam etti. Ancak ülkenin savaş hali onun yüreğinde yeni bir görev aşkı doğurmuştu: Devletin zor durumda olduğu Avusturya seferine katılıp askerleri manevi olarak desteklemek istiyordu Bu, belki de onun vatanperverliğinin ve halkına düşkünlüğünün bir sonucuydu, fakat otoriteler bu girişimi yine yanlış anladı. İki yüz müridiyle sefere katılacağını ilan eden 75 yaşındaki bu şeyh, gözlerinde potansiyel bir isyan lideriydi. Sultan, onu vazgeçirmek için Bursa’dan ayrılmamasını emretse de Mısrî kararından dönmedi. İşte içsel direnişinin zirvesi sayılabilecek bu tavır, onun hem en yüce hem de en tehlikeli eylemi oldu. Edirne’ye doğru yola çıkan Mısrî, padişahın tüm engelleme çabalarına rağmen durmadı; Tekirdağ’da karşılamaya gönderilen devlet görevlilerine boyun eğmedi, nihayet Edirne’ye ulaşıp Selimiye Camii’nde halka coşkulu bir vaaz verdi. Bu olay, saray için bardağı taşıran son damlaydı. Devlet erkânı onun ordu ve halk üzerindeki etkisinden öylesine korkmuştu ki, “Şeyh Edirne’ye girerse büyük bir fitne kopar” diyerek padişahı ikna ettiler.. Sonunda hileyle onu camiden çıkarıp hazırlanan kapalı bir arabaya bindirdiler ve gizlice yeniden Limni’ye sürgüne gönderdiler.

Bu üçüncü ve son sürgün, Mısrî’nin içsel direnişinin sınandığı son sahne olacaktı. Osmanlı yönetimi onu bu kez ibret-i âlem olsun diye olabilecek en ağır şartlarda cezalandırdı: Ellerine, ayaklarına kilit vuruldu; hakaret ve işkence görmesine göz yumuldu; sürekli gözetim altında tutuldu. Artık güçten düşmüş bir ihtiyardı ve devlet onu toplumdan tamamen tecrit etmeyi başarmıştı. Fakat dikkat çekicidir ki, bunca eziyete rağmen tarih sayfalarında onun isyan ettiğine, beddua ettiğine dair bir kayıt yok. Aksine, gönül dostları ondan hep güzel sözler ve hikmetli şiirler aktarmıştır. Bu da gösteriyor ki Niyâzî-i Mısrî, zâhirde mağlup görünse de batında muzaffer idi. İçindeki direnç, şahsi nefsinin kavgası değil, hak bildiği yoldan sapmamanın direnciydi ve bunu ömrünün son anına dek sürdürdü.

4. Ölüm Fikri ve Teslimiyet

Ömrü mücadeleyle geçen Niyâzî-i Mısrî, sonunda ölüm gerçeğiyle yüz yüze gelip ona kucak açmasını da bildi. 16 Mart 1694 Çarşamba günü, Limni Adası’nda sürgündeyken Hakkın rahmetine kavuştu. Onun ölümü, dışarıdan bakıldığında gurbet elde hazin bir son gibiydi; fakat içsel gerçekliği bambaşkaydı. Mısrî, ölümü bir son değil Sevgili’ye kavuşma anı olarak gördüğünden, bu dünyadan ayrılışı da bir çeşit teslimiyet ve huzur içeriyordu. Sürgünde hayata veda etmesi, kaderin bir cilvesiydi belki, fakat o kaderine rıza gösterdi. Niyâzî-i Mısrî’nin iç dünyasında, uzun yıllar süren çileler sayesinde, teslimiyet duygusu olgunlaşmıştı. Teslimiyet (rıza), tasavvufta en yüce makamlardan biridir; kulun başına gelen her şeyi Hakk’tan bilip gönül hoşluğuyla kabullenmesidir. Mısrî de çektiği onca ıstıraptan sonra, her şeyi ilâhî takdirin bir tecellisi olarak görme olgunluğuna erişmişti.

Onun “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş” şeklinde özetlediği hakikat tam da budur. Artık biliyordu ki derman diye aradığı şey, Allah’ın ona verdiği imtihanlardaydı; dert sandığı şeyler, aslında ruhunun terbiye olup şifa bulması için gerekliydi. Bu idrak seviyesine ulaşan insan için, başa gelen her sıkıntı tatlı bir kedere, her keder de ilâhî bir rahmete dönüşür. Niyâzî-i Mısrî, ölüm fikrine de bu gözle bakmıştır. Ölüm, onun nazarında, dünya gurbetinin sona erip gerçek vatanına, yani İlâhî huzura dönüş demekti. “Aslını arardım, aslım bana burhan imiş” diyerek öz benliğinde hakikati bulduğunu ifade eden Mısrî, faniliğini ve hiçliğini idrak etmiş; varlığı bütünüyle Allah’a teslim etmiştir.

Sonsuzluk kavramı da onun düşüncelerinin merkezindeydi. Ölümle fani beden sona erse de ruhun sonsuzluğa kanat açtığına inanıyordu. Bu inanç, ölüm korkusunu teslime çevirmişti. Hiçlik ise Mısrî’nin varlık felsefesinde önemli bir yer tutar: Ona göre insan, Hakk’ın karşısında bir hiçtir; gerçek varlık yalnızca Allah’tır (vahdet-i vücud anlayışı). Dolayısıyla “yok olmak” (fani olmak) aslında Hakk’ta var olmaktır. Mısrî ölmeden önce nefsini terbiye ederek kendi yokluğunu tattı ve bunu vecd halinde sıkça dile getirdi. Rivayet edilir ki cezbeli anlarında “Bende din iman kalmadı, ne dindar kaldı ne zahit” türünden sözler sarf etmiştir. Bu sözler zahirde yanlış anlaşılmaya müsait olsa da, hakikatte onun fenafillah (Allah’ta yok olma) halini yansıtır: Artık beşerî kayıtlar ve dünyevi unvanlar onun gözünde tüm anlamını yitirmiş, sadece Mutlak Varlık kalmıştır. İşte bu makam, varoluşsal açıdan bakıldığında nihai teslimiyet ve özgürlük makamıdır. Çünkü artık korkulacak, kaygı duyulacak bir şey kalmamıştır; can da mal da Hakk’ındır. Niyâzî-i Mısrî, ömrünün sonunda bu manevî özgürlüğe ve teslimiyete ermişti.

"Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı
Ben beni terk eyledim gördüm ki ağyâr kalmadı"

Bu dizelerde Mısrî, fânî varlıkların anlamını yitirip sadece Mutlak Varlık'ın baki kaldığını ima eder. Kendindeki benlik bilincini ve dünyevî kimlikleri terk ettiğinde, geriye yalnızca Allah'ın varlığı kalmıştır.Bu dizeler ayrıca benliği terk etmenin, aslında varoluşun sırrına vakıf olmak olduğunu zarifçe anlatır. Kişinin kendini terk edişi, varoluşsal özgürlüğün ve teslimiyetin zirvesini temsil eder.


Bir başka meşhur beyti şöyledir:

"Ârif anı seyreder, cân gözünü açıp bakar
Her neye baksa kendi yüzün görür Allah deyü"

Burada da vahdet-i vücud anlayışı net bir şekilde yansıtılır. Ârif olan kişi, baktığı her yerde ilâhî bir tecelliyi görür; sonsuzluk ve birlik duygusuyla kendini O'nun varlığında eritir.Mısrî’nin bu şiirleri, varoluşsal teslimiyet ve özgürlüğün derin ve ince bir ifadesidir.


Limni’deki son aylarında ağır şartlar altında yaşamasına rağmen ondan geriye kalan dizeler ve menkıbeler, sabır ve rıza kokar. Onun “derdim bana derman imiş” diyebilecek mertebeye ulaşması, en büyük tesellimizdir. Bu söz, sadece şahsına değil, hepimize bir derstir: İnsanın varoluş sancıları, aslında kendi kemalatının tohumlarını taşır. Yeter ki o tohumlar sabır ve tefekkürle sulanabilsin. Mısrî, varoluşsal boşluğa düşmemiş; çünkü başına gelen her şeyde ilahî bir anlam bulmuştur. Teslimiyet ise bu anlamın zirve noktasıdır: Kaderine tam bir rızayla teslim olmak, akıntıya karşı kürek çekmek yerine akıntının bir parçası haline gelmek demektir. Mısrî, hayatının sonunda kaderine böyle teslim oldu ve çileli bedenini geride bırakıp huzur içinde Hakk’a yürüdü.

Niyâzî-i Mısrî’nin yaşam öyküsü, bir insanın varoluşsal krizlerini nasıl aşabileceğine dair benzersiz bir örnek sunar. Gençlik yıllarında yaşadığı içsel boşluk ve arayış, onu tasavvufla doldurdu; sürgün yıllarındaki yalnızlık, onu içine dönmeye ve derinleşmeye sevk etti; otoriteyle çatışmaları, inandığı değerler uğruna bedel ödeme cesaretini ortaya koydu; ölümün eşiğindeki acıları ise ruhunu olgunlaştırdı ve teslimiyete erdirdi. Yalom’un dört temel kaygısı olan ölüm, özgürlük, yalnızlık ve anlamsızlık, Mısrî’nin iç dünyasında birer imtihan olarak belirirken, o bu imtihanları iman, irfan ve anlam ile harmanlayarak aştı. Frankl’ın “hayatında bir anlam bulan insan her şeye katlanabilir” tezini adeta yaşayarak doğruladı.Niyâzî-i Mısrî’nin yaşam öyküsü, bir insanın varoluşsal krizlerini nasıl aşabileceğine dair benzersiz bir örnek sunar. Onun gençlik yıllarında yaşadığı içsel boşluk ve arayış, onu derin bir "irfan" yolculuğuna sürükledi. "İrfan", sadece bilmek veya bilgiyi edinmek değildir; bu, bilginin ruh tarafından özümsenip yaşanarak hikmete dönüşmesidir. Mısrî’nin gençliğinde medrese ilimlerine odaklanırken hissettiği tatminsizlik ve içindeki huzursuzluk, onu sonunda Halvetî dergâhına yönlendirmişti. Bu dönemde yaşadığı içsel çatışmaları ve sonrasında mürşidine intisap ederek hissettiği manevî rahatlamayı, irfanın kalbe nasıl nüfuz ettiğinin açık bir kanıtı olarak görebiliriz. Mısrî'nin "Savm u salât u hac ile sanma biter zâhid işin / İnsan-ı kâmil olmağa lâzım olan irfân imiş" dizeleri, işte bu derin dönüşümün ve içsel irfanın ifadesidir.

Anlam kavramı, Mısrî’nin varoluşsal krizlerinde yolunu bulmasını sağlayan en önemli unsur olarak karşımıza çıkar. Viktor Frankl'ın logoterapi yaklaşımına göre, insan yaşamının merkezindeki temel arayış anlamdır; hayatta kalmanın sırrı, çekilen çilelere anlam yükleyebilme yeteneğinde saklıdır. Niyâzî-i Mısrî, sürgün yıllarında maruz kaldığı fiziksel ve ruhsal acılara anlam katarak onları irfan yolunda basamaklara dönüştürmüştür. Limni sürgünündeki yalnızlık günlerinde yazdığı "Dermân arardım derdime, derdim bana dermân imiş" beyti, yaşadığı çilelerin aslında kendi içindeki anlamın ve hakikatin keşfi olduğunu gösterir.

İman ise Mısrî’nin tüm varoluşsal kaygılarının üstesinden gelmesini sağlayan sağlam bir dayanak olmuştur. Yalom'un vurguladığı ölüm korkusu ve anlamsızlık gibi temel kaygılar karşısında, Mısrî'nin imanı bir kalkan gibi onu korumuştur. Ölümle yüzleştiği son sürgününde, onu bir son değil sevgiliye kavuşma ânı olarak görebilecek kadar güçlü bir iman sahibidir. "İşit Niyâzî’nin sözün, bir nesne örtmez Hak yüzün / Hak’tan ayân bir nesne yok, gözsüzlere pinhân imiş" dizeleri, onun ölümle değil, ölümün ötesindeki sonsuz hayatla anlam bulmuş güçlü imânını ortaya koymaktadır.

Niyâzî-i Mısrî’nin yaşam öyküsünde irfan, anlam ve iman; varoluşsal psikolojinin dört temel kaygısı olan ölüm, özgürlük, yalnızlık ve anlamsızlık karşısında, insanın içinde bulunduğu karanlığı aydınlatan ışıklardır. Onun hayatındaki anekdotlar, insanın en büyük ıstıraplarından bile irfan ile beslenerek anlam çıkarabileceğini ve iman sayesinde tüm varoluşsal endişeleri yenebileceğini gösterir. Bu üç kavram, Mısrî’nin çileli hayat yolculuğunu derin bir manevi hikâyeye dönüştürmüş ve onu sonsuzluğun kapısında huzura erdirmiştir.


Niyâzî-i Mısrî, sonunda anladı ki anlam arayışı aslında insanın kendine yaptığı bir yolculuktur. Bu yolculukta çekilen sıkıntılar, tıpkı madenin işlenip mücevhere dönüşmesi gibi insanı arındırır. Onun dizelerinde ifadesini bulan derman-dert paradoksu, varoluşsal acılara içeriden bir cevaptır: İnsan, derdini sahiplenip onun gizli mesajını okuyabildiğinde, o dert zaten dermanın ta kendisi olur. Mısrî’nin mistik yolculuğu, modern insana da bir mesaj taşır: En büyük anlam boşluğu bile, yeter ki içindeki hakikat tohumu filizlensin, bir manevî bahara dönüşebilir. Bu çilekeş dervişin hayatı, karanlıklar içinde anlam ışığı arayan herkes için ilham vericidir. Son nefesine dek inancından taviz vermeyen, varoluş sancılarını şiirlerine ve sözlerine nakşeden Mısrî, bize otantik ve anlamlı bir yaşamın mümkün olduğunu haykırır. Yeter ki onun yaptığı gibi cesaretle kendi içimize bakabilelim, acıya rağmen sevebilelim ve hiçlikten sonsuzluğa uzanan o ince yolu adımlayabilelim.

Kaynakça:

Niyâzî-i Mısrî, Dîvân

Mustafa Aşkar, Niyâzî-i Mısrî, TDV İslâm Ansiklopedisi, cilt 33, 2007


Ekrem Demirli ve Diğerleri, Niyâzî-i Mısrî, TDV İslâm Ansiklopedisi, cilt 33, 2007


Irvin D. Yalom, Varoluşçu Psikoterapi


Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ANTONY FLEW'İN YANILMIŞIM TANRI VARMIŞ KİTABININ ÖZETİ-1-

                Flew, bu kitabında çocukluğundan itibaren inanç  bakımından yaşadığı tecrübelere yer vererek kısaca ateizmden teizme geçişini anlatıyor. İçinde doğduğu ailenin  Hıristiyanlığa bağlı olduğunu,  babasının vaizlik yaptığını, ayin ve toplantılara katıldıklarını bununla birlikte kendisinin dini bir feyz ve zevke almadığını ifade ediyor. Kitapta ilk önce ateizmi savunan kendi yazdığı eserlere ve onların  temel görüşleriyle bunlara verilen cevaplara  yer veriyor. Yazar, kısaca okumaları ve çalışmalarının kendisini bilimsel olarak benimsediği (öne sürülen iddianın götürdüğü yere gitmek) ilkeyle tutarlı bir biçimde yaşadığı değişimi samimiyetle anlatıyor. Kitap ayrıca ateizm konusundaki temel yaklaşımlara ana hatları ile yer veriyor. Çocukluk ve gençlik yıllarındaki Hıristiyan temelli inançlardan ateizme evirilişinin ilk adımını kötülük probleminin oluşturduğunu söylüyor. O zamanlar ailes...

Şerif Mardin’in ‘Din ve İdeoloji’ Eseri Üzerine

     Din ve İdeoloji kitabı, çapı küçük fakat içerik olarak oldukça geniş ve derin olduğu rahatlıkla söylenebilir. Efradını cami ağyarını mani bir ifade ile alanında tam bir başvuru kaynağıdır.      Yazar, ilk önce ideoloji kavramını  iki ayrı kategoride ele alıyor: Sert ideoloji ve yumuşak ideoloji. “Sert” ideolojiyle, sistematik bir şekilde işlenmiş, temel teorik eserlere dayanan, seçkinlerin kültürüyle sınırlandırılmış, muhtevası kuvvetli bir yapı kastedilirken,  “yumuşak” ideoloji ile de, kitlelerin, çok daha şekilsiz inanç ve bilişsel (cognitive) sistemleri ifade ediliyor. Yazar, ideolojiyi ise kitle toplumunun belirmesiyle beraber önem kazanan inançlar ve idare edilen”lerin arasında yaygın, yönlü, fakat sınırlı, belirsiz fikir kümeleri olarak tanımlıyor. İdeolojiler, siyasi fikir tarihi açısından  uzun zaman, insanların aklını çelen kuraldışı etkenler olarak tanımlanmıştır. [1] Yazar, bilimsellik niteliğinin üç ana...

Türkiye'de Alternatif Tıp Uygulamalarının Dini Referanslarla Meşrulaştırılması Üzerine

Modern toplumların en belirgin özelliklerinden biri, rasyonelleşme ve bilimsel düşüncenin hakimiyetine rağmen, geleneksel ve alternatif tedavi yöntemlerine yönelik ilginin artmasıdır. Bu paradoksal durum, özellikle Türkiye gibi modernleşme sürecini kendine özgü dinamiklerle yaşayan toplumlarda daha karmaşık boyutlar kazanmaktadır. Geleneksel tıp uygulamalarının dini referanslarla meşrulaştırılması, sadece bir sağlık meselesi olmaktan çıkıp, toplumsal kimlik, kültürel süreklilik ve moderniteyle hesaplaşma gibi çok boyutlu bir olguya dönüşmektedir. Bu çalışma, Türkiye'de alternatif tıp uygulamalarının dini referanslarla meşrulaştırılması sürecini, din sosyolojisi perspektifinden ele almaktadır. Peter L. Berger'in "kutsal şemsiye" kavramı çerçevesinde değerlendirildiğinde, alternatif tıp uygulamalarının dini referanslarla meşrulaştırılması, modern toplumda anlam arayışının ve geleneksel değerlere dönüş eğiliminin bir tezahürü olarak görülebilir. Bu bağlamda, modern tıbbı...