Ana içeriğe atla

CANER TASLAMAN’IN ‘KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE İSLAM’ ADLI ÇALIŞMASI ÜZERİNE


CANER TASLAMAN’IN ‘KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE İSLAM’ ADLI ÇALIŞMASI ÜZERİNE
       



Yazar, kitabın amacının küreselleşme sürecinde İslami kesimin değişiminin analizi olduğunu belirtiyor. Farklı disiplinlerden çeşitli teoriler çerçevesinde gerçekleştirilen çalışmada odak noktası Sünnilik merkezli İslam anlayışıdır. Yazar, modernleşme ve küreselleşme süreçlerinde, İslami kesimde gözlemlenen değişimleri nedenleriyle anlamak için İslami kesimin içindeki entelektüel ve cemaat liderleri gibi önderlerin ortaya koydukları fikir ve taktiklerin ele alınması gerektiğini düşünüyor. Yazar, bunun için çalışmasında  Osmanlı dönemi  için M. Abduh’u, 1980’lere kadar süren dönem için Said Nursi’yi, 80’lerden günümüze kadar olan dönem için Ankara Okulu’nu ele alıyor. Yazar, girişte kitabındaki modernleşme ve küreselleşme kavramlarını açıklıyor. Modernleşme ile Türk modernleşmesini gerçekleştiren yönetici elitin algıladığı ve bu algının eylemlerini yönlendirdiği anlamda kullanırken, küreselleşme kavramını ise dünyanın farklı noktaları arasında ilişkinin ve karşılıklı bağımlılık ile etkinin artması olarak tanımlamaktadır.[1]
     Yazar, Ehli Sünnet  kavramını kendi zaviyesinden tanımlıyor: Tarihten günümüze devam eden, toplumun geniş kesiminin görüşünü almasının yanı sıra Osmanlı’da devletin ideolojisini belirleyen, cumhuriyet devrimlerinin bir çoğunun kendisine karşı konumlandığı, diğer yandan  DİB ve İmam-Hatipler gibi kurumların öğrettiği ve üzerine bina edildikleri inancın içeriğini oluşturan, Türkiye’deki siyasal İslam’ın kökenini dayandırdığı Ankara okulu gibi İslamcı entelektüllerin inceleme ve eleştirlerinin merkezinde olan toplumdaki etkin cemaat ve tarikatların ideolojisini oluşturan mezheptir. Yazar çalışmasında dört konuya odaklanıyor:
1.    Siyaset ve toplum arasındaki ilişkilerdeki yapıya ve bu yapıdaki değişikliklere,
2.    Devletin ideolojik aygıtlarıyla ideolojisini yaymadaki ve karşıt ideolojilerin bu aygıtlarda mevzi kazanma başarısına,
3.    Devleti yöneten zihniyet yapısına ve bundaki değişikliklere,
4.    İslami kesimin içinden olanların yaptıkları dinle ilgili yorumların ve geliştirdikleri taktiklerin değişimdeki yerlerine.

       Yazar ilk önce Osmanlının toplumsal ve siyasi yapısını analiz ediyor bunu anlamak için Şerif Mardin’in  kullandığı merkez-çevre yaklaşımını benimsiyor. Buna göre merkez, padişah ve onun otoritesini mutlaklaştırmaya çalışan, konumlarını padişahın iradesi sayesinde elde eden; çevre ise temelde reayadan oluşan ikinci sınıftır. Osmanlıda merkez dışında bireyleri dönüştürme kuvveti olan güçler hep yerel kalmıştır bu sosyal yapı içerisinde değişimin olabilecek tek yönü yukardan aşağıya idi.Osmanlı modernleşmesinde özellikle tanzimattan sonra merkez çevre ilişkilerinin içeriğinde değişiklikler oldu, fakat modernleşmeden asıl etkilenen merkezdeki bürokratik ve askeri erkandı.Fakat toplumun geniş kesimindeki bireylerin habituslarında önemli bir değişiklik yaşanmadı.[2]
      Yazar devletin ideolojik aygıtları terimini Louis Althusser’e referansla açıklıyor Althusser’e göre devletin baskı aygıtının (polis, asker, hapishane vb.) yanında eğitimsel,  dinsel, hukuksal, sendikal, iletişimsel, kültürel gibi farkı ideolojik aygıtları vardır. Devlet baskı aygıtını doğrudan, ideolojik aygıtını ise dolaylı olarak kullanır. Osmanlı’da en önemli aygıt dinsel idi. Halifelik müessesinin getirdiği güç şeyhülislamlık, medreseler gibi kurumların varlığı ve aynı dinin aynı mezhebin üyesi olmanın verdiği bütünleştirici duygu hep beraber merkezin Ehli Sünnet inancı benimseyen geniş bir kesime nüfuzunda avantaj sağlıyordu. Ehli Sünnet olmayan gruplara devletin dinsel ideolojik aygıtıyla nüfuzu mümkün olmuyordu. Osmanlı devletinde gayrimüslim dini grupların siyasal ve hukuksal sisteminde din, eğitim, hukuk vb. alanlarda özerk olmalarından dolayı bu milletler Müslüman gruplar gibi ideolojik aygıtlarla etki altına alınamıyordu.[3] Louis Althusser’e göre devletin ideolojik aygıtlarını baskı aygıtında olduğu gibi kontrol altında tutamayacağını bu noktada devletin ideolojik aygıtlarının karşıt ideolojilerin mevzi kazanma alanları olabileceğini öne sürer. Osmanlı’nın son döneminde açılan bazı yeni eğitim kurumları (Askeriye, Tıbbiye vb.) devletin ideolojik aygıtı olmak bir yana devlete karşı ideolojik aygıt vazifesini görmeye başlamışlardır.[4]
      Hz. Muhammed’den iki üç yüzyıl sonra oluşmuş Ehli Sünnet mezheplerinin kendi içlerindeki ve aralarındaki farklılıklar sebebiyle  din-ü devlet anlayışı, fetih, cihad, siyaseten katl vb. konularındaki fetvaların Osmanlı Devleti’nde kolaylaştırıcı unsur olduğunu ve dine devletin menfaatleri için araçsal bir rol biçildiğine  dikkat çekiyor.[5]
     Yazar,  Müslüman toplumun hem Osmanlı Devleti’nde hem de cumhuriyet döneminde toplum yapısını anlamak için genel anlamda ‘İslam’ özel anlamda ise Ehli Sünnet düşüncesine  nüfuzun önemine değiniyor. Bu nüfuz için islam’ın ontolojisini, eskatolojisini, varoluşsal boyutunu ve epistemolojisini anlamak önemlidir.Yazara göre İslami dünya görüşünü benimseyen bireyin zihin yapısının bir unsuru olan İslam’ın kavramsal çözümlemesi karşımıza bireylerin egzistansiyel dünyasını şekillendiren inançları çıkartır. Yazar bu noktada hermenötik yaklasımın kullanımını önermektedir. Fakat yorumlama faaliyetinde kavramlara nüfuz etme endişesinin yeterince olmaması Osmanlının dinin çoğunlukla araçsal bir konuma indirgenerek yorumlanmasına neden olmuştur. Halbuki Tanrıyı tüm varlığın üstünde kabul eden ve bu dünya hayatını geçici olarak gören bir ontoloji ve eskatolojiyi benimseyenlerin dine araçsal rol vermelerinden çok geri kalan her şeyi din uğruna araçsallaşmalarını beklemek gerekir.
      Yazar Osmanlıdaki değişim açısından İslami kesimlerdeki önemli iç süreçlerini Muhammed Abduh örneği ile açıklıyor. Bu süreci anlamak yazar  özcü yaklasımlarla değişimi mümkün gören yaklaşımları birleştirmeyi öneriyor ve bu konuda da Imre Lakatos’un bilim felsefesindeki görüşünü teorik zemin olarak düşünüyor. Lakatos’a göre bilimsel faaliyetin içinde gerçekleştiği bilimsel araştırma programları yapısal bütünlüğü ile ele alınmalıdır. Aynı şekilde İslami kimlikleri anlamak içinde bütünsel bir yaklaşım gösterilmelidir. Kimlikteki bütünsellik bize küreselleşme sürecinde yeni bir olguyla karşılasan İslami kimliği benimsemiş bireyin kimliğindeki İslami unsurlarla beraber yeni algılara reaksiyon verdiğini hatırlatır. Eğer İslami kimlikle verilen tepki arasında bir çelişki varsa bunun nasıl çözüldüğünü incelememiz konusunda bizi uyarır. Lakatos’a göre her bilimsel araştırma programının değiştirilemez katı çekirdeği vardır. Bu çekirdekte değişiklik yapmak için okunan araştırma programını terk etmek gerekir. Lakatos paradigmaya bağlı çalışan bilim adamlarının paradigmayı ancak başka bir paradigmaya geçilmesiyle terk edebileceklerini söyler. İslam’ı kabul eden bireylerin kimliklerinde de böylesi değişime kapalı bir katı çekirdek bulunur. Çekirdeğin en merkezi kısmında Tanrı merkezli ontoloji ve ahirete odaklı bir eskatolojiye inanç vardır. Çekirdeğin katı kısmının diğer unsurları namaz gibi farzlara ve domuz eti yememek gibi haramlara olan inançtır. Bu kısımda değişiklik yapmak için kişinin gerçek anlamda dinini terk etmesi gerekir.  Fakat İslam’ın anlaşılması ile ilgili hermenötik çeşitlilik neyin katı çekirdekte olup neyin olmadığı ile ilgili farklı tariflerinde yapılmasına yol açmaktadır.  Lakatos’a göre her bilimsel araştırma programının değiştirilemez katı çekirdeğinin yanında  değişime açık bir koruyucu kuşağı vardır. Yazar  farzlardan ayrı bir kategori olan sünnetlerin uygulanmasının Ehli Sünnet İslami kimlikler açısından koruyucu kuşak içinde yer aldığını söylüyor ve dinleriyle apaçık çelişkiye düşme olasılığını göze alarak bir habitus değişikliğine gitmenin dinine bağlı bireyin bilincinde bilişsel çelişkiye yol açacağını öne sürüyor Leon Festinger’in bilişsel çelişki kuramında olduğu gibi insan zihni çelişkili davranış ve düşüncelere bir arada sahip olmaktan rahatsız olur ve bu çelişkiyi birbirine zıt davranış veya düşüncelerinde çeşitli değişiklikler yaparak gidermeye çalışır. Yazar burada İslami bir toplumda yetişen ve modernleşmeyle karşılaşan yeni aydın tiplerinin zihinsel çelişki yaşamamak veya çelişkilerini çözmek için bir takım alternatiflerle  karşı karşıya olduğunu vurguluyor. Bu alternatiflerden birisi Rosenberg ve Abelson’un bilişsel dengeleme teorisine göre bilişsel dengeyi sağlama yöntemlerinden birisi çelişkili olduğu zannedilen  ögelerden birinin ayrıştırılarak yeniden tamamlanmasıdır. Yazar Müslümanların modernleşme ile karşılaşmaları ve onun karşısındaki yaşadıkları çelişkilerin aşılmasına Osmanlı dönemi için M. Abduh’un ve onun modernleşme yanlısı düşüncelerinin etkisi olduğunu anlatıyor. Abduh, Türkiyede yeni Osmanlılardan jön Türklere, bazı Türkçülerden M. Akif ve S. Nursi gibi önemli insanlardan farklı bir çok kişiyi etkilemiştir. Abduh akla ve bilime vurgu yapmış mezheplerin İslam düşüncesi ve hayatını dondurduğuna,  şekilciliği yaygınlaştırıp maneviyat ve faziletleri arka palana ittiğini şiddetle eleştirmiştir. O, İslam toplumlarının ihtiyacı olan değişimin Tanrı’nın vahyi olan İslam’ın kendisinde değil, insan ürünü olan dondurulmuş mezhepçi İslam anlayışında/yorumlarında reform yapılarak gerçekleştirilmesi gerektiğini ve İslam’ın özüne dönüşün çözüm olduğunu savunmuştur.[6]Abduh hadislere karşı eleştirel yaklaşmış, kadınların kamusal alanda erkeklerle birlikte çalışabileceğini öne sürmüş, sanat ile ilgili bir takım yasaklara(müzik, resim heykel vb.) karşı çıkmıştır. Yazara göre Abduh’u önemli kılan olgunun modernite adına bu görüşleri savunmaması, zikredilen yasaklara ve uygulamalara İslam adına ‘içten’ bu görüşleri savunması, İslami referanslarla bunları temellendirmesi ve kimliklerinde İslam’ın önemli bir rol oynadığı kesimin içindeki dirençleri kırmasıdır.   Yazar, Abduh’un günümüz Türkiye’sindeki İslami anlayışlara etkide bulunduğunu, ayrıca Abduh ve benzerlerinin bir çok kişiyi moderniteyi toptan kategorik olarak reddetmek ya da modernizasyon için İslam’dan vazgeçmek gerektiği gibi çatışmacı görüşlerden kurtardığını belirityor.[7]
     Yazar, Osmanlı ile ilgili değerlendirmelerden sonra 1980’lerden önce Türkiye Cumhuriyeti’nde yukarıdan-aşağı değişimi açıklamaya çalışıyor. Merkezin çevre üzerindeki kontrolünün ve belirleyiciliğinin en yüksek olduğu 20’li ve 30’lu yıllar, yukarıdan aşağı değişimin en yüksek oranda yaşandığı dönemdir. Cumhuriyet devrimleri yukarıdan aşağı çok hızlı bir şekilde kısa sürede yapılmaya çalışılmştır. Yazara göre Osmanlı bürokrasisinin Türkiye Cumhuriyetine bıraktığı kadro ve zihniyet mirasının cumhuriyet döneminde uzun yıllar etkili olduğunu öne sürüyor. Çok partili döneme kadar merkezin çevreyi yukarıdan aşağı değişim oluşturma gücüne sahip olduğunu belirtirken bu dönemden sonra çevrenin ‘oyun gücü’nün devreye girdiğini ve yavaş yavaş çevrenin aşağıdan-yukarı merkezi dönüştürmeye başladığını savunuyor. Bu dönemde çevrenin talepleri doğrultusunda imam hatip okulları ve ilahiyat fakültesi açılmaya başlanmıştır. Bu dönemde uluslararası sistemle  etkileşimin belirleyiciliğindeki birikimsel süreçlerin sonunda Cumhuriyet döneminin zihin yapısı değişmeye başlamıştır. Bu dönemle birlikte merkezden bağımsız olarak sermaye sahiplerinin  veya semayeye sahip olmadan da onu yönlendirmesi mümkün olan çemaatler gibi toplulukların güç kazanması ve merkezin yukarıdan aşağı değişim oluşturma gücünün azalması gerçekleşti.[8]
     Yazar 80’lerden önceki süreçte devletin ideolojik aygıtlarına değiniyor ve  devletin ideolojik aygıtlarının merkezin ideolojisini çevreye taşıyan somut kurumlar olduğunu ve çevredeki bireyleri dilediğince şekillendirmesine yardımcı olduğunu ifade ediyor. Bu dönemin en önemli ideolojik aygıtının eğitimsel olduğu ve bu aygıtların başında halk evleri ve odaları, köy enstitüleri geldiği belirtiliyor.    Yazara göre cumhuriyet merkezi dinsel kurumlara gücünü yok etme, kontrol etme ve ideolojik aygıt olarak kullanma şeklinde yaklaşmıştır. Örneğin DİB, imam hatip okulları ve İlahiyat fakülteleri yazar tarafından dinsel ideolojik aygıt olarak sayılmaktadır. Cumhuriyet döneminin ideolojik aygıtların bir diğeri iletişimle ilgili olanlardır.Devlet diğer ideolojik aygıtlarıyla ulaşamadığı bölgelere iletişimsel aygıtlarla (radyo, Tv.) ulaşmış ve etkili olmuştur.[9] Yazar, şehirleşme, modernleşme ve küreselleşme gibi süreçlerin sonunda İslami kimliğe sahip bireyler, kapitalist ilişkilerin ve cumhuriyet döneminin ideolojik aygıtlarının etkisiyle şekillenmişler, kimliklerindeki İslami unsurları muhafaza etmişler ve bütün bu gelişmelerle birlikte karışım kimlikler meydana gelmiştir. Yazar, karışım kimlikler ifadesini batı ile İslam’ın karşı karşıya durumda iken bireylerin kimliklerinde beraberce buluşması; başlangıcı bir arzuya dayanmadan rastgele ve karmaşık süreçlerin sonucunda  oluşması nedeniyle tercih ettiğini açıklıyor.[10]
     Yazara göre Cumhuriyet merkezinin toplumsal mühendisliğinin teleolojik yaklaşımının kendisine model olarak aldığı Batılılaşmanın soyut bir anlam içerdiğini ifade ediyor.Bu pozitivizm ve sosyal darvinizm gibi felsefi ve sosyolojik teorilerle ilgiliydi.Buna göre tarihsel yasaların kaçınılmaz bir sonucu olarak toplumlar ilkel aşamalardan daha gelişmiş aşamalara geçerler.Batı ise bu aşamalara daha erken ulaştığı için rol modeldir.Yazar, bu bağlamda Karl Popper, Hannah Arendt  gibi düşünürleri referans göstererek tarihin yasaları olduğu görüşünü, bu yaklaşımın bireylerin yapıp etmelerini önemsizleştirdiği ve tarihi öznesiz bir süreç olarak sunduğu için;tarihin temelinde yatan kanunlar ve yönelimler olduğu ve tarihsel öngörünün mümkün olduğunu ileri süren teleolojik tarih anlayışını eleştirmektedir.Cumhuriyet merkezi, ilerleme arzusu ile yukarıdan aşağı değiştirici gücünü kullandı; feda edilen demokrasi ve bireycilikti.Bu yaklaşımlarla bireyler aynılaşmaya zorlandı ve teleolojik zihniyetle belirlenen politikalarla bugünler aydınlık gelecekler için feda edildi. Cumhuriyet döneminin başlangıcında yönetici zihniyete Batıcılık, laiklik, milliyetçilik, pozitivizm, teleolojik tarih anlayışı ve bunların Türkiye’deki somutlaşmış hali Kemalizm ideolojisi hakimdi.[11]
      Yazar, 1980’lerden önce Türkiye Cumhuriyeti’ndeki değişim açısından İslami kesimin iç süreçlerini incelemek için Said Nursi’yi ele alyor. Yazarın buradaki amacı Nursi’nin geleneği muhafaza ederken gelenekte, kimlik, kültür ve sosyal yapıda sebep olduğu değişimi saptamaktır.Yazara göre Nursi, kendi döneminde tecridi savunan din adamlarına rağmen katılımı ön plana çıkardı ve İslami kesimin devletin ideolojik aygıtlarında mevzi kazanmalarını verdiği taktiklerle sağladı.Gençlerin okula gitmesini,erkekleri ehli sünnet İslam’a referanslı yorumlarda dinsel anlam yüklenen; kendilerini görünür kılacak sakal, cübbe gibi unsurlardan arındırdı.Bu şekilde onlarında devletin ideolojik aygıtlarında ve kamusal alanda yer almalarının önünü açtı. Nursi, modernleşme ve küreselleşme süreçlerinde Müslümanların yüz yüze geldiği bilişsel çelişkileri karizmatik otoritesi ile aşabilmiştir.Yazara göre Nursi, öğretileri ve taktiksel yaklaşımlarıyla Ehli sünnet İslami kesimin kamusal alanda gücünü artırmasındaki en önemli aktörlerden birisidir.Yazara göre Nursi, kendilerine kitaplarında atıfta bulunsa bile tasavvufi fikirlerin kendisine dayandırıldığı  İbn Arabi’den çok İslami inançları bilimsel-felsefi delillerle desteklemek ve akıl iman arasında akılcılığı dışlamayan bir ilişki kurmaya çalışan İbn Rüşd’e daha yakındı.[12] Yazara göre Nurcular, modernite ile kendi dönemlerindeki diğer İslami gruplardan daha uyumlu taktikler, ritüeller, mekanlar oluşturarak moderniteye meydan okudular. Bir yandan bireyin kimliğindeki İslami unsuru güçlendirirken diğer yandan geleneksel kimlikleri dönüştürerek karışım kimliklere giden yolda önemli açılımlara sebep oldular. Nursi’yi, Abduh ve Ankara okulundan farklı kılan husus onun Ehli sünnet İslam anlayışına bağlı kalarak Ehli sünnet kimlik ve kültürünün en temel öğelerinden bazılarını(sakal, cübbe, tarikat vb.) Ehli sünnet Müslümanlarının hayatından çıkarmasıdır.[13]
       Yazar  kitabın üçüncü bölümünde 1980’lerden sonra Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Aşağıdan-Yukarı değişimi ele alıyor. Bu bölümde başlıca çevrenin merkeze karşı gücünü artırmaya devam ettiğini, merkezin yukarıdan aşağı belirleme gücünün daha da azaldığını; böylece İslami kesimin ve bu kesimin cemaat/tarikat gibi gruplarının gücünü daha çok artırmalarına imkan veren siyasi, sosyal ve ekonomik yapının oluştuğunu göstermeye çalışıyor.1980’ler sonrası Türkiye’sinde merkezin ekonomi üzerindeki denetiminin azalması suretiyle çevre üzerindeki denetim kabiliyetinin azalmasında uluslar arası sistemde Neo-liberalizmin yükselişe geçmesi önemli olmuştur. Neo-liberalist yaklaşıma göre küreselleşen dünyada devletin aktif rol oynadığı, ithal ikameci ve baskıcı finans politikalarıyla bir gelişme sağlanamaz.Neo-liberalizme göre devlet müdahalesi bütün iktisadi kötülüklerin kaynağıdır.Bireycilik, piyasa liberalizmi, dışa göre yapılanma ve devlet müdahalesinin asgariye indirilmesi bu akımın temel parametrelerini oluşturmaktadır.[14] Bu gelişmeler sonucunda İslami gruplar, kendi dünya görüşlerine zıt devletin seküler ideolojisinden bağımsızlaşarak ve yeni fırsat alanlarının sunduğu imkanlarla holdingler, finans kuruluşları, radyo-televizyon gibi araçlara sahip olarak etkilerini ve güçlerini artırmışlardır.Çevrenin önemli bir unsuru İslami kesimin gücü merkezin politikalarının ve yapısının belirlenmesinde ciddi derecede etkide bulunabileceği/bulunduğu bir seviyeye  ulaşmıştır. Fakat bu seviyeye ulaşmada Türkiye’deki İslami kesimin hiçbiri Kepel ve Göle’nin devrimci       İslam olarak gördükleri 1980’lerden önce oldukları varsayılan hareketlere karşılık gelmemektedir.Türkiye’de 1980’lerden hem önce hem de sonra yukarıdan aşağı şiddetle devleti ele geçirmeye yönelik devrimci bir strateji benimsemiş önemli hiçbir hareket yoktur.Yazar, bunun  temel nedenleri olarak bu yaklaşımın gelenekten miras alınmaması, dışarıdan ithal edilen bu yöndeki fikri üretimin Türkiye’de ciddi bir etkiye sahip olmaması ve Türkiye’deki etkili hiçbir grubun (Nurcular,Süleymancılar ve Nakşibendi-Kotku cemaati vb.)bu yöntemi benimsememeleri olarak ifade etmektedir. Devrimci söylemi benimsemiş gruplar ve bireyler marjinal kalmışlardır.[15]
     Yazar 1980’lerden sonra devletin ideolojik aygıtlarının nüfuz gücünü irdeliyor.Bu dönemde eğitim kurumlarının ve şehirleşmenin artmasıyla birlikte devletin ideolojik aygıtlarıyla karşılaşan bireylerin sayısı bir hayli yüksek olmasına rağmen bu aygıtların dönüştürme kapasitesinin azaldığı bir vakıadır. Yazar bunun sebebi olarak birincisi devletin ideolojik aygıtlarından bağımsız olarak kitle iletişim araçları gibi unsurlarla küreselleşmenin toplumu dönüştürme kapasitesinin artması; ikincisi özellikle İslami hayat görüşünü benimseyenlerin kitle iletişim araçları ve eğitimsel aygıt vb. ortamlarda mevzi kazanmasıdır.[16]Medyanın yükselişiyle yeni kontrol biçimleri yükselişe geçerken eski kontrol biçimlerinde değişimler  olmuştur.1990’lardan sonra medyayı devletin ideolojik nüfuz gücünü azaltan aygıtlar olarak görmek gerekir.193 yazar, McLuhan, Baudrillard ve Marcuse gibi düşünürler, çağdaş toplumun mevcut durumunun medya etkisi göz önünde bulundurulmadan anlaşılamayacağını vurgulamışlardır.Medya insanları eğlendirirken dönüştürmekte, birçok kişi adeta uyuşmuş bir şekilde bu dönüşümü anlayamamaktadır.Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması sonucu devletin ideolojik aygıtlarının öneminin azalmasıyla İslami kesim merkezin kurucu ideolojisinden uzaklaşmıştır.Fakat kitle iletişim araçlarının taşıdıkları küresel kültürün İslami kesimi dönüştürdüğüne ve toplumun dönüşümünün analizinin daha karmaşık bir hal aldığına dikkat edilmelidir.İslami kesimden bir çok kişinin yayılan bu küresel kültürle İslami kimlikleri aynı potada eritip karışım kimliklerin ortaya çıkmaları da medya aracılığı ile vuku bulmuştur.   İnternetin ortaya çıkması da devletin ideolojik aygıtlarının nüfuzunu azaltan önemli faktörlerdendir. Bu yeni olgu ile İslami kesimin ötekisi olan bir ideolojinin nüfuz gücünden özgürleşmesi diğer yandan yeni ötekiler ile karşılaşması demektir.İnternetle beraber İslam’ın tüm ötekileri ile; satanizm, ateizm, Scientology gibi New-Age  dinler, her türlü porno yayın, Hıristiyan misyonerlik faaliyetleri ve İslam’a yönelik saldırılar/eleştirilerle de karşılaşmakta hiç olmadığı kadar kolaylaşmıştır. Yazar bu New-Age dinlerle karşılaşmaların kaçınılmazlığının sonucunda İslami kesim içinde rasyonaliteye önem atfeden çalışma alanlarının, din felsefesi ve kelam dallarının öneminin artacağını düşünmektedir. Diğer yandan  önemli bir bölümü tecrit ve izolasyona önem veren geleneğe sahip olan ve tasavvuf düşüncesini benimseyen tarikatların ciddi bir değişim geçirmezlerse toplumun geniş kesiminde etkin yapılar olmaları zor gözükmektedir. Nursi’nin takipçisi Gülen cemaati muhalif görüşlerle hesaplaşmayı tecride tercih eden bir taktiksel bir anlayışı devam ettirmiş kitaplarını, cemaatinin kurumlarını bu hesaplaşmada kullanmıştır.[17]
      Yazar, 1980’lerden sonra devletin eğitimsel ideolojik aygıtlarının bireyler üzerindeki belirleyiciliğinin azaldığını iddia ediyor. Bunun nedenleri olarak şunları eklemektedir: Özelleşen radyo,televizyon ve internetin bireyleri şekillendirme ve bilgi aktarımındaki artan önemi, yurt dışına  Kemalist süzgeçten geçmemiş bir şekilde batılı anlayış ile karşılaşan kişilerin kurucu ideolojiye eleştirel bakışı ve  dini grupların güçlerini artırmaları hem devletin ideolojik aygıtlarında mevzi kazanarak hem de kendi eğitim kurumlarını kurmaları.Yazar bu bölümde bir konuya dikkat çekiyor:İslami kesim için daha önceden sorun devletin ceberutluğu iken gittikçe sorun batılı tüketim, bireycilik ve hedonizm ile daha çok yüz yüze gelmeye dönüşmektedir. Nursi’nin hazırladığı altyapı ile Gülen’in vizyonu ve disiplinli taktikleriyle hareket eden Gülen cemaati eğitimsel ideolojik aygıtlarda mevzi kazanma konusunda en ön plana çıkan grup olmuştur.[18]
       Yazar, 1980 sonrası içinde DİB’ nı imam hatip liselerini, ilahiyat fakültelerini ve camileri devletin ideolojik aygıtları olarak değerlendirmektedir. DİB, devletin ideolojisinin en önemli unsurlarından olan laikliğin korunmasını, ayrıca dinin, Durkheimcı bir rol icra ederek milletin bütünlüğünü sağlamak için kurulan ve yaşatılan, hem bir kontrol mekanizması hem de bir ideolojik aygıt olmuştur. Fakat yazar geldiğimiz noktada DİB’ nın tüm imkanlarına rağmen İslami kesimin yüzlerce radyosu, onlarca televizyonunun evlere ulaşması, yine İslami kesimin entelektüellerinin DİB’ ndan bağımsız bir şekilde televizyonlar aracılığı ile halk üzerinde etki oluşturmaları, medyanın ulaştığı kişi sayısı ve süresinin camilere gelen kişilerden fazla oluşu ve camideki kalış süresinin az oluşu, DİB ve vakfının yayınlarının diğer yayınlar karşısında yetersiz olması vb. sebepler nedeniyle ideolojik aygıt olarak öneminin azaldığını iddia ediyor. Yazara göre imam hatip okulları ve ilahiyat fakülteleri merkezin ideolojisinin ve kültürünün bir çok öğesine alternatif  bir ideolojinin ve kültürün sözcüsü ve kaynağı olmuşlardır; fakat bunu yaparken sistemin içinde kalmak ve sistemin olanaklarını kullanmak gibi hususlarda benzer davranış kalıplarına göre hareket etmişlerdir.[19]
    Yazar, 1980’lerden sonra Türkiye’deki yönetici zihniyeti ele alıyor. Yazar bu dönemde merkezdeki  ideolojilerin çeşitlenmesinden söz etmektedir. Yazara göre ideoloji, yaşadığımız dünyanın nasıl olduğunu anlatan, seçenekler karşısında rota belirlemeye yarayan dünya görüşleridir. İdeolojilerin artmasının sebebi ise Neo-liberalizmin dünyada ve paralelinde Türkiye’de yükselişi olmuştur. Yazara göre günümüzde merkezde dört tane ideoloji olduğunu söylüyor: Kemalizm, Türk-İslam sentezi, Neo-liberalizm ve İslam. Kemalizm, günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetici zihniyetinin en önemli unsurlarından birisi olup, merkezdeki ideoloji çeşitlenmesinden dolayı daha önceki merkezin monolitiğe yakın yapısının ideolojisi olma vasfını kaybetmiştir. Merkezdeki Türk-İslam ideolojisinin en önemli taşıyıcısı olan MHP, bir yönüyle İslam dışında bir ideolojinin temsilcisi, diğer yönüyle İslami ideolojinin bir taşıyıcısıdır. Yazar,Neo-liberalizm ile ilgili olarak  liberal değerlere atıf yapılarak yapılan uygulamaların Kemalizm’in laiklik/sekülerlik ilkeleri adına gerçekleşen baskıcı reflekslerin aşılmasında İslami kesime yardımcı olmuştur. Liberalizm ve demokrasiye verilen önemin yükseltilmesi laiklik adına konulan engellerin aşılmasını sağlamıştır. Bundan ise İslami kesim istifade etmiştir. Yazar, Özal’ın merkezin ideolojisi olarak yükselttiği liberalizmin rolü pekiştirildiğini ve Akp ile yönetici zihniyetteki çeşitlenmenin daha da arttığını belirtiyor. İslami dünya görüşü sivil toplumda olduğu gibi merkezde de gücünü artırdı.[20]
       Yazar daha önce değindiği karışım kimliklerin ortaya çıkma sebepleri olarak, devletin ideolojik aygıtlarının şekillendirmesi, şehirleşmenin sebep olduğu dinamikler, kitle iletişim araçlarının artan etkisi ve küresel kültürü taşıyan ürünlerle karşılaşmayı saymaktadır. 80’li yıllardan sonra cemaatlerin tekke ve benzeri mekanlar  yerine dershaneler oluşturmaları; cübbe, sarık,sakal vb. taşıyan bireyler yerine modern kıyafetli, tıraşlı bireyleri teşvik etmeleri güç istenci ile açıklanmaya çalışılabilir.Cemaatler güç istencine bağlı olarak ‘alternatif kamusallıklar’ kurmakta ve bağlılarının hem görüntülerine cevaz vererek, hatta teşvik ederek kamusal alana çıkışlarını kolaylaştırmaktadır. Fakat bu yenilikler bu kişilerin hayatlarının bir parçası olmakta, habitusları dönüşmekte ve karışım kimlik olgusu yayılmaktadır. Yazar karışım kimliğe örnek olarak, kendisini İslami kesim içerisinde hissedip bir pop müzik grubunda veya sivil toplum kuruluşlarında görev alan aktivist kadınları göstermektedir. Yazar İslami kesimden kadınların örtülü ve örtüsüz daha çok kamusal alana çıktıklarını, bir yandan kamusal alanın değişimine sebep olurken, yeni rolleriyle aile, cemaat ve siyasi partiler içindeki güçlerini artırarak oluşan yeni güç ilişkileri ve habituslarla İslami kesimin dönüşümüne sebep olmaktadırlar. [21]
      Yazar, son bölümde 1980’lerden sonra ülkemizdeki değişim açısından İslami kesimin iç süreçlerini Ankara Okulu örneği üzerinden ele alıyor. Ankara Okulu derken yazar, Ankara İlahiyat Fakültesi’nde görev yapan, yapmış veya okumuş olan, klasik Ehli Sünnet paradigmaya bağlı olmadan İslam hakkında görüşler ileri süren ilahiyatçı entelektüelleri kastetmektedir. Ankara Okulu’ndan beş kişiyi(Mehmed Said Hatiboğlu,Hüseyin Atay,Hayri Kırbaşoğlu,İlhami Güler ve Hidayet Şefkatli Tuksal)  ele alıyor. Yazar bu akademisyenlerin kitaplarını okumuş ve onlarla ayrı ayrı görüşmeler yapmıştır. Yazar Ankara Okulu’nun Ortodoks-Ehli Sünnet yorumlara bağlı olmadan İslam’ı anlama yaklaşımının Türkiye’de yayılmasında önemli bir rol oynadığını savunuyor. Ona göre Ankara Okulu’nun temel fikirleri şu şekildedir:
1.    İslam’ın bir mezhebe bağlı olmadan anlaşılması daha doğrudur.Dini doğru anlamak hiçbir mezhebin veya tarikatın tekelinde değildir.
2.    İslam’ı doğru anlamak için hadis eleştirisi çok önemlidir. Hadis eleştirisi, Peygamber’i iftiralarda korumak, İslam ile ilgili yanlış algıları düzeltmek, dini akıldan uzaklaştırmalar, erkek merkezli yorumları ve din istismarlarını durdurmak için hayati konudur.
3.    Dini kaynağı olarak Kur’an’ın daha çok öne çıkartılması gerekmektedir.
4.    Din istismarı, uydurma hadisler ve Müslümanları içinde oldukları yanlışlardan kurtarmakla ilgili eleştiriler; modernlikten hareketle değil, İslam’ın gerçeklerinden hareketle yapılmalıdır.
Yazar Ankara Okulu’nun ve benzerlerinin, ilmihal ve hadis kitaplarının otoritesini zayıflatmaya yönelik fikirlerinin, Kur’an mealine ulaşmanında kolaylaşmasıyla Kur’an’ın ön plana çıkma sürecinin pekiştiğini öne sürüyor. Bunun sonuçlarından birinin İslami kesim içindeki bireyci İslam anlayışlarının artması oldu. Yazara göre eleştirinin ‘içten’ olmasının İslami kesimden bazı insanlar için bu eleştirilerin kabul edilebilir olmasını sağlayan unsur olmuştur. Abduh gibi Ankara Okulu’da güzel sanatlar konusundaki yasaklamaların bazı yanlış mezhep yorumlarından ve uydurma hadislerden kaynaklandığını ve bu durumun İslam dünyasında sanatın ilerlemesine olumsuz tesirleri olduğunu düşünmektedirler. Ayrıca Ankara Okulu  İslami kesimden erkekleri görünür kılacak sakal, cübbe, sarık gibi unsurların İslam’la bir ilgisi olmadığını, yanlış sünnet yorumlarının bunları dinselleştirdiğini savunmaktadır.Yazara göre Ankara Okulu’nun Kadın konusundaki yaklaşımının İslami referansa önem veren kadınların erkekler gibi kamusal alanda siyasal süreçlerde ve ideolojil aygıtların içinde yer almalarının önünü açmaktadır.[22]  Yazar burada daha önce değinilen Lakatos’un terminolojisiyle Ankara Okulu’nun Ehli Sünnet’ten farklı bir İslami kimlik tanımı yaptığını; neyin katı çekirdekte, neyin koruyucu kuşakta, neyin bunların dışında olduğunu tarif edişlerindeki farklılıklarıyla kendi fikirlerini benimseyenlerin modernleşme ve küreselleşme süreçlerine verecekleri tepki de fark oluşturduklarını belirtiyor.[23]
       Küreselleşme süreciyle Ankara Okulu’na benzeyen Ehli Sünnet’ten bağımsız İslam anlayışları, DİB’nın,devletin hassasiyetleriyle Ehli Sünnet görüşü birleştiren İslam anlayışı; Nurcu grupların kurumlar kuran, devletin ideolojik aygıtlarında mevzi kazanan Ehli Sünnet çizgisindeki İslam anlayışı; birbirlerinden önemli farklılıklarıyla beraber Türkiye’deki İslam’ı anlamak için nüfuz edilmesi gereken fenomenlerdir. Yazar bunların bir yandan kendi aralarında yarıştığını; diğer yandan da hepsinin ortak rakibinin sekülerleşme süreci olduğunu ifade ediyor. Taslaman, sonuç olarak Türkiye’deki İslam’ın içindeki kurumların, kanaat önderlerinin, entelektüellerin ve cemaat liderlerinin İslam hakkındaki yorumları ve taktiksel yaklaşımlarının Türkiye’deki İslam’ ile ilgili olguları oluşturduğuna ve yapılacak çalışmalarda bunların dikkate alınmasının elzem olduğuna vurgu yapıyor.
      Yazar, Osmanlı’dan günümüze gerçekleşen  siyasi, kültürel, ekonomik ve özellikle dinsel dönüşümün fotoğrafını çekiyor.  Bu dönüşümün kodlarını  siyasi, ekonomik,  kültürel ve dini yapılardaki yaşanan değişimler eşliğinde modernleşme ve küreselleşme ile karşılaşma ve hesaplaşmada İslami kesime fikir ve aksiyonlarıyla çıkış yollarlı sunan üç aktörü  (M. Abduh, Said Nursi ve Ankara Okulu) ele alarak göstermeye çalışıyor. Ehli Sünnet düşüncesine eleştirel yaklaşıyor ve bu düşüncenin gelenekten günümüze ulaşan mirasını Ehli Sünnet İslam’ı olarak adlandırarak gerçek İslam’ın dışında bir yere konumlandırıyor. Çalışmanın merkezini ise modernleşme ve küreselleşme süreçlerinde Müslümanların karşılaştığı sorunlara karşı bu üç aktörün Lakatos’un katı çekirdek ve koruyucu kuşak tanımlamalarında kadınların kamusal alana çıkışı, Başörtüsü, sakal, cübbe, sarık, güzel sanatlar  vb. konularını nereye konumlandırdıkları ve bu konumlandırmayla klasik Ehli Sünnet düşüncesiyle nasıl bir fark meydana getirdikleri anlatılmaktadır. Yazarın  daha önce çalışmalara konu olmamış Ankara Okulu’nu ele alması ve  karışım kimlikler ifadesini kullanması çalışmanın özgün niteliklerinden olduğu belirtilmelidir. Ayrıca yazarın, çalışmasında siyaset, felsefe, sosyoloji vb. disiplinlere ait teorileri büyük bir beceri ile kullandığı ifade edilmelidir.



HAYRETTİN GÜL







[1] Caner Taslaman, Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de İslam, İstanbul Yayınevi, 8. Baskı, İstanbul, 2014,s.15-17.
[2] A.g.e.s,38-42.
[3] A.g.e.s,48.
[4] A.g.e.s,55.
[5] A.g.e.s,60-61.
[6] A.g.e.s,80.
[7] A.g.e.s,84-86.
[8] A.g.e.s,100.
[9] A.g.e.s,114-119.
[10] A.g.e.s,65.
[11] A.g.e.s,136.
[12] A.g.e.s,140-154.
[13] A.g.e.s,158-159.
[14] A.g.e.s,167-168.
[15] A.g.e.s,187-188.
[16] A.g.e.s,189.
[17] A.g.e.s,190-204.
[18] A.g.e.s,211.
[19] A.g.e.s,215-224.
[20] A.g.e.s,228-241
[21] A.g.e.s,247-258.
[22] A.g.e.s,259-292
[23] A.g.e.s,293.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ANTONY FLEW'İN YANILMIŞIM TANRI VARMIŞ KİTABININ ÖZETİ-1-

                Flew, bu kitabında çocukluğundan itibaren inanç  bakımından yaşadığı tecrübelere yer vererek kısaca ateizmden teizme geçişini anlatıyor. İçinde doğduğu ailenin  Hıristiyanlığa bağlı olduğunu,  babasının vaizlik yaptığını, ayin ve toplantılara katıldıklarını bununla birlikte kendisinin dini bir feyz ve zevke almadığını ifade ediyor. Kitapta ilk önce ateizmi savunan kendi yazdığı eserlere ve onların  temel görüşleriyle bunlara verilen cevaplara  yer veriyor. Yazar, kısaca okumaları ve çalışmalarının kendisini bilimsel olarak benimsediği (öne sürülen iddianın götürdüğü yere gitmek) ilkeyle tutarlı bir biçimde yaşadığı değişimi samimiyetle anlatıyor. Kitap ayrıca ateizm konusundaki temel yaklaşımlara ana hatları ile yer veriyor. Çocukluk ve gençlik yıllarındaki Hıristiyan temelli inançlardan ateizme evirilişinin ilk adımını kötülük probleminin oluşturduğunu söylüyor. O zamanlar ailes...

Şerif Mardin’in ‘Din ve İdeoloji’ Eseri Üzerine

     Din ve İdeoloji kitabı, çapı küçük fakat içerik olarak oldukça geniş ve derin olduğu rahatlıkla söylenebilir. Efradını cami ağyarını mani bir ifade ile alanında tam bir başvuru kaynağıdır.      Yazar, ilk önce ideoloji kavramını  iki ayrı kategoride ele alıyor: Sert ideoloji ve yumuşak ideoloji. “Sert” ideolojiyle, sistematik bir şekilde işlenmiş, temel teorik eserlere dayanan, seçkinlerin kültürüyle sınırlandırılmış, muhtevası kuvvetli bir yapı kastedilirken,  “yumuşak” ideoloji ile de, kitlelerin, çok daha şekilsiz inanç ve bilişsel (cognitive) sistemleri ifade ediliyor. Yazar, ideolojiyi ise kitle toplumunun belirmesiyle beraber önem kazanan inançlar ve idare edilen”lerin arasında yaygın, yönlü, fakat sınırlı, belirsiz fikir kümeleri olarak tanımlıyor. İdeolojiler, siyasi fikir tarihi açısından  uzun zaman, insanların aklını çelen kuraldışı etkenler olarak tanımlanmıştır. [1] Yazar, bilimsellik niteliğinin üç ana...

MEHMET EVKURAN’IN SÜNNİ PARADİGMAYI ANLAMAK ADLI ESERİNDEN

     (Mehmet Evkuran,Sünni Paradigmayı Anlamak, Ankara Okulu Yayınları,2015,3.Baskı) Evkuran, Sünni paradigmayı anlamak adlı çalışmasında Ehli sünnetin siyaset düşüncesinin yapısı ve sorunlarını konu edinmektedir. Bu yazıda daha çok kitaptan alıntılara yer verilecektir. Eser, son yüz elli iki yüz yıl içinde geri kalışımız bağlamında yapılan tartışmaların merkezinde yer alan Sünni düşünceyi konu edinmektedir. Daha önceki yapılan çalışmalarda geleneksel din anlayışı, geleneksel dini düşünce şeklinde eleştirilerin hedefinde olduysa da bu çalışmada zihniyet ve dünya görüşü oluşturucu yanıyla Sünni gelenek, Türkiye’de bir bütün olarak ilk defa derli toplu, eleştirel olarak bir çalışmaya konu edilmiştir. Yazara göre kendini bir hakikat ve dinin en doğru yorumu olarak temellendiren Ehl-i Sünnet söylemi, varlığını tehdit ettiğini düşündüğü yaklaşımlara karşı koyduğu gibi, onu bilimsel/ideolojik bir okumanın nesnesi/konusu yapan yaklaşımlara karşı da kendini savunmaktadır...