Sezer’in din olgusuna yaklaşımı egemen Batı sosyolojisinin
perspektifinden ve Türkiye’deki dine karşı bakış açısından farklıdır.Günümüzün
din hakkındaki egemen yargılarının çoğu 19.Yüzyıl modern bilim anlayışının
ürünüdür.Sezer’e göre sosyoloji, bir
toplumsal varlığın kendisini idrak etmesini ifade eden bilimsel bilinçten başka bir şey değildir. Sezer, Sosyolojinin
bir bilim kimliğine sahip olmasına neden olan olayın ve sosyolojinin birinci
konusunun endüstri devrimi ve bunun sonucunda meydana gelen ilişkiler ve
sorunlar olduğunu düşünmektedir. Batı sosyolojisi
din konusuna endüstri devrimine bağlı olarak eğilmiştir. Batı endüstri
ilişkilerini, daha iyi açıklayabilmek için batı dışı toplumları daha iyi tanımlayabilmek
ve bu nedenle de din konusuna eğilecektir. Sezer, kendisinin din konusunu ele
almasını ise şöyle açıklıyor:
‘Din
endüstri devrimi ile yeryüzünde kurulan toplumlar arası ilişkileri
kavrayabilmemize yardımcı olabilecek en önemli kesittir.Bu ilişkiler içinde
kendi yerimizi belirleyebilmemiz ve Batı’nın bize verdiği yerin dışında gerçek
yerimizi kavrayabilmemiz için din sorununu kendi görüş aşımızdan incelemek
amacıyla konuya eğiliyoruz.’[1]
Sezer din
olgusunu açıklamaya çalışırken bir takım güçlüklere vurgu yapar. Sosyoloji ona
göre dinin özünü değil, aksine dinin toplumsal yönünü konu edinir. Bugün
sosyolojide egemen olan Hıristiyanlık veya Hıristiyanlık sosyolojisi olduğunu, bu bağlamda batıda din sosyolojisinin
ortaçağda oluşturulan Hıristiyanlıkla
ilgili hazır kalıplara ve tanımlara sahip olduğunu, açıklama ve yorumlarını bu bağlamda ortaya
koyduğunu belirtmektedir. Ancak günümüzde toplum ilişkilerini kazandıkları yeni
boyutlar sebebiyle din çerçevesinde doyurucu bir yorum getirmek imkansızdır. Örneğin
doğu-batı çatışmasını haçlı seferleri sırasındaki din olayları ile
açıklayabilirken bugün aynı çatışmayı açıklayabilmek için ekonomik nedenlere
başvurmak gerekmektedir. Günümüzde din doğrudan doğruya başvuru konusu olmaktan
çıkmıştır. İslam söz konusu olduğunda İslam dini bütünüyle yabancı unsurlarla
açıklanmaktadır. İslamiyet ile yapılacak araştırmalardaki güçlüklerden biri de
dinler tarihi hakkında İslam’ın belli bir görüşünün olmasıdır.[2]
Sezer, dini insanların
kendi varlıklarını ve kendi varlıklarını kuşatan toplumsal ortamın bilincine
varma biçimlerinin en önemlilerinden biri olarak tanımlamaktadır. İnsanın
doğayla olan ilişkisinde mutlak doğru bilgilerden yoksun oluşu ve
toplumlararası farklılaşma ve sürtüşmelerin insan istekleri dışındaki
nedenlerle gerçekleşmesi insanın bu olaylar karşısında tam ve eksiksiz olarak
bilinçlenmesini engelledi. Bu durum olayların değişik ilişkiler içinde farklı
bilinçlenme biçimlerini geliştirdi Sezer,
dinin de bu bilinçlenme biçimlerinden birisi hatta en önemlisi olduğunu
düşünmektedir.[3]
-
Tarım Başlangıcı ve İlk Örgütlü Dinler
Avrupa’da
toprak geniş ölçüde bütün her bölgede eşdeğer verimli olmasına karşın Asya’da
durum farklıdır. Asya’da bereketli su boyu ovalarının hemen yanında kurak ve
verimsiz araziler başlamaktadır. Bu durum Asya’da sulak ve verimli toprağın
savunmasını gündeme getirmiştir. Yerleşme bölgeleri surlarla çevrilecek ve
ortak bir savunma örgütü kurulacaktır: Devlet. Doğu’da savunma gerekliliği
nedeniyle askeri ve siyasi birliğin olması zorunluluğu bu tür toplumlarda
devletin toplum üstü bir varlık olarak görünmesine yol açmıştır. Bu nedenle
devlet Tanrılaşmaktadır. Uygarlık başlangıcında din yaşantısı bütün toplumu kapsarken
bu gelişme (savunma gerekliliği ve devletin oluşumu) sonucunda toplumda kutsal
ve kutsal olmayan olarak ikiye bölünecektir. Kutsal alana devlet ve devlet
yönetimi girecektir. Kutsal olmayan alanda ise halkların gündelik faaliyetleri bulunacaktır.
Böylece toplumla devlet ayrılacak devlet yöneticileri kutsal bilgiyi ellerinde
tutan rahip görüntüsüne büründüler.[4]
Sezer,
Doğu’da yerleşik tarım uygarlık merkezlerinde doğmuş dinlere ilk somut örneği
Hindistan’daki Brahmanizm olarak göstermektedir. Brahmanizm’in temel kavramı
işlerin iyi düzeni olacaktır. Bu iyi düzen aynı zamanda doğaya ve toplum
hayatına bağlıdır. Brahmanizm de doğa olayları(meteorolojik olaylari bitkiler
vb.) ve toplumsal olaylar(devlet yönetimi, sulama işleri vb.) bölünmez bir
bütün olarak ortaya çıkmaktadır. Brahmanizm Hindistan’da mümkün tek ekonomik ve
toplumsal sistemin ifadesidir. Ayrıca Brahmanizm Hindistan sınırlarının dışına
çıkamamıştır. Hint uygarlığı özel toplumsal olayların bir ürünü olup ve belirli
maddi koşullarla yakından ilişkilidir.[5]
Sezer, Hindistan’da ortaya çıkmış olan Budizm’in
kast dışı kalmış halkın sefaletine manevi bir destek kazandırarak içinde
yaşadıkları perişan durumun devamına yol açtığını ifade etmektedir. Bu duruma
dini bir açıklama getirerek kast dışı halkın içinde bulunduğu olumsuz şartları
kabullenmesine izin vermektedir. Budizm’in talep ettiği Nirvana insanı dış
dünyaya bağlayan bütün bağlardan kopması durumudur. İnsan ancak varlığının yok
olmasıyla Budizm’in amaçladığı Nirvana’ya ulaşabilecektir. Sezer’e göre Budizm toplumsal çıkmazın bir
ifadesidir. Her olumsuz dini davranış kolaylıkla uluslar arası bir nitelik
kazanabilir. Benliğin ve kişiliğin ifadesine engel olan olumsuz tavır kısa
sürede evrensel dinlerin anonimliği içerisinde kaybolur. Budizm’in Brahmanizm’in
aksine Hindistan’ın dışına taşmasının nedeni budur.[6]
Sezer, toplum
farklılaşmaları ve din olgusunu açıklarken yorumlarının merkezine Doğu- Batı
çatışmasını yerleştirir. Doğu uygarlık merkezlerinin yerleşik toplumları dini
yaşantı ile kendi kişilik ve benliklerin bulmuşlar, hızlı bir gelişme sürecine
girmişleridir. Böylece diğer halklardan kendilerini ayırmışlardır. Uygarlık
dışında kalan halklarda bunun farkındaydı. Onlarda uygarlık merkezlerine sızmak
ve uygarlık nimetlerinden faydalanmak istiyorlardı.
Sezer, Doğu-Batı
çatışmasını başlatan Yunanların bile kendi kaderlerini çizemediklerini söyler.
Bu nedenle Yunan dininin asli unsurları
falcılık, dua, adak adama, gelecekten haber sorma ve benzeridir. Yunan ancak
Doğu-Batı çatışmasıyla vardır. Halbuki Doğu uygarlığı tek başına mevcut
olabilecek bir uygarlıktır. Bu nedenle Doğu dinleri yaratmayı bu çatışmadan
önceye götürürler.[7]
-
Bozkırlar
Sezer Orta
Asya halklarının dini olarak Şamanizm’in öne sürülmesini reddeder. Bu bilginin
Batı’nın Asya içine yayılışları sırasında toplanan malzemeye dayandığını belirtir.
Anadolu Müslümanlığında da bir takım Şamanizm inanç kalıntılarının varlığını
ise Sezer, dinin özellikle geçmişte folklor, gelenek ve görenekle ilgili değerleri
bünyesinde barındırdığını ifade ederek
açıklar. Sezer’e göre Şamanizm’i din saymak güçtür. Çünkü Şamanizm, belli bir
bilinçlenmenin dünya görüşünün ifadesi olmaktan çok bazı günlük ve kişisel
amaçların elde edilmesine yönelmiş bir pratiktir. Yunanların kendilerini Truva
savaşlarında bulduğu gibi Türklerinde Çinlilerle olan savaşlarda kimliklerini
kazanmışlardır.
Sezer’e göre
toplumlar kendilerini tanıma ve tanıtma ihtiyacını ancak değişik
toplumlar karşısında duyabilirler. Toplumlararası ilk farklılaşma Doğu’da sulak
ovaların halklarının yerleşik hayat ve tarıma geçme koşullarını oluşturmaları
ve bu koşulları denetim altına alabilmeleri sonucu başladığını iddia
etmektedir. Bu durum büyük zenginlik farkının doğmasına yol açacak ve yerleşik tarıma
geçmemiş toplumların tarım uygarlık mekânlarına sızma girişimlerine neden
olacaktır. Söz konusu doğudaki bu alanları koruyabilmek için asker devletler
kuruldu. Doğu’lu asker devletlerin ilk iki örneği Asur ve İran İmparatorlukları
olacaktır. Yerleşik tarımın getirdiği zenginlik sonucu başlayan ilk farklılaşmalarla
birlikte örgütlü bir biçimde din olayı karşımıza çıkmıştır. Din olgusu göçebe
çobanlarla yerleşik çiftçi halklar arasındaki ilişkilerin sürtüşmeye dönüşmesi
ile daha da geniş boyutlara varacaktır. Söz konusu çatışmaların dünya
tarihindeki önemi evrensel dinlere gerekli ortamı hazırlamış olmalarıdır. Din
olayının bu açıklamalardan soyutlandığında totemizmde çok tanrılı dinleri
açıklayabilecek herhangi bir önkoşul bulunmayacağı gibi çok tanrılı dinlerin
mutlaka tek tanrılı dinleri getireceğini söylemekte imkansızdır.[8]
-
Evrensel Dinler
Yerleşik tarıma geçiş sorunu Doğu’da
çözüm bulurken Batı topraklarının özellikleri nedeni ile bir çıkmazdadır.
Doğunun yerleşik merkezlerinde bazı hammaddelerin yokluğu ve zenginlik birikimi
Doğu ve Batı arasında ilişkilerin kurulmasına yol açacaktır. Yakındoğu Doğu-Batı
çatışmasının en yoğun olduğu bölgedir.
Dünya tarihinin en önemli bölgesi Yakın doğudur. Evrensel dinlerin Doğu-Batı
çatışmasıyla yakından ilgili olmaları nedeniyle üç büyük dinin aynı bölgede
yani Yakın doğuda doğmuş olması şaşırtıcı değildir.[9]
A.
YAHUDİLİK
Yahudilik henüz dinin belli bir kavimden
ayrılmamış biçimidir. Tanrı da Yahudi tanrısıdır. Yahudiliğin kendinden önce
gelen dinlere göre üstünlüğü bir kavme bağlı olarak bilincini en son çizgisine
kadar geliştirebilmiş olmasıdır. Günümüzdeki milliyetçilik kavramının temel öğelerini
bünyesinde taşımaktadır. Bu zamana kadar sürebilmesinin ve canlılığını
koruyabilmesinin de ana deneni budur. Göçebe Yahudi toplumu için yerleşik
uygarlık merkezlerini savunma yapıları gelişmiş silahları karşısında bir tek
üstünlük sayı üstünlüğü idi Bu üstünlüğü koruyabilmek için birlik övülüyor ve
tabulaştırılıyordu. Yahudi dininden önce bir Yahudi ırkından bahsedilemez.
Batılı için Yahudiler doğu halkıdır ancak kendileri için tehlike teşkil eden
gerçek doğunun dışındadır. Bu nedenle Batı Doğu ile ilişkilerinde gerçek doğulu
yerine Yahudi’yi tercih edecektir. Doğu’nun yaklaşımında da benzer bir durum
vardır.[10]
B.
Hıristiyanlık
Hıristiyanlık,
Yahudiliğin bir devamıdır. Hristiyanlığın doğuşu Doğu-Batı çatışmasının belli
düzeyde kalıplaştırılması ve sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Hz.
İsa’da Roma zulmüne direnen bir Doğu toplumu lideridir. Doğu Barabbas
yönetiminde örgütlenmeye başlamıştı. Hz
İsa ve taraftarlarıda Barabbas
ile birlikte Roma’nın doğudaki
merkezlerinden olan Kudüs’e karşı yürümeyi kararlaştırdı. Fakat Hz. İsa
Roma’nın karşısında halkını bırakıp kaçtı. Hz. İsa’nın taraftarlarından olan
Yahuda Barabbas’ı kurtarmak için Hz. İsa’yı ele verdi. Roma doğu toplumları ile
mücadelelerinde Hıristiyanlığı tanımış ve ilk önce bu dini kuşku ile
karşılamıştır. Fakat zamanla Roma Hıristiyanlığı devlet dini olarak kabul etti.
Doğu’da elbet Hıristiyanlığı yüzüstü bırakacak
kendi öz peygamberini bulacaktı İslam’a geçecek ve kendisini onunla
tanımlayacaktı. Hıristiyanlık doğduğu ülkelerde kök salıp gelişememiş yerini
İslam’a bırakmak zorunda kalmıştır. Buna karşılık Batı’nın ideolojisi olarak
günümüze kadar iki büyük dinden birisi olarak süregelmiştir.
Sezer, Hıristiyanlıkla
Budizm’i karşılaştırmaktadır. İki dini
de ya bir çıkmazın ya da bir yenilginin ifadesi olarak değerlendirmektedir.
Hıristiyanlık devlete yabancı unsurların yardımı ile devlet dini olmuştur.
Cermenler Batı’yı Hıristiyanlaştırırken kendileride batılılaşmışlardır. Sezer,
Budizm hakkında da doğduğu ülkenin topraklarında gelişememiş ve hiçbir zaman devlet dini olamadığını ancak Budizm’in Çin’de devlete yabancı
unsurların yardımı ile devlet dini olduğunu belirtir.
1. Katoliklik
Sezer’e göre
Roma imparatorluğu bölününce (Doğu-Batı ilişkileri birden çok merkezden
düzenlenmeye başlanınca) kiliselerde bölünmüştür. Roma Batı dışı halklardan
gelen baskı önünde önemli toplumsal değişikliklere uğrayacaktır. Batı Avrupa’da
feodal dönem başlayacaktır. Feodalizm, Avrupa’nın Batı dışı halkların
baskısından kendini korumak için aldığı bir toplum biçimidir. Batı barbar
baskısı karşısında kendi kişiliğini bir bütün olarak koruyamayınca küçük birimlere
bölünmüştür. Siyasi güçte baskılar karşısında üretimin sürmesini sağlayan ve
barbarlara karşı küçük birimler halinde savaş imkanını ortaya çıkarmış
feodallerin elinde bulunuyordu.Burada toplumsal bir kurum olan kilise de
yönetime dahil edilmiştir. Batı Avrupa’da Katolik kilisesi bu ortam ve şartlar
içinde doğacaktır. Katolik, bir yandan evrensel anlamına gelirken diğer yandan
Roma kilisesinden kopmuş mezheplere karşı Vatikan’a bağlı Hıristiyan akımını
belirtmek için kullanılmıştır. Batı Avrupa, Avrupa’ya Normanların gelişi ile Bizans’ın gücüne gerek kalmadan doğu ile
savaşabileceğine inanmaya başlayacaktır. Normanların Sicilya’da Arap ve İslam
egemenliğine son vermeleri Vatikan’ın Doğu ya haçlı seferleri düzenlemesinde
başlıca etken olacaktır.[11]
2. Ortodoksluk
Katoliklik,
ortaçağda ve yakın çağ başlarında Batı merkezlerinde yayılırken Ortodoksluk
Avrupa’nın Asya’ya karşı karakolluk görevini yapan ülkelerinde (Yunanistan ve
Rusya) ortaya çıkacaktır. Avrupa varlığını sürdürebilmek için Batı’da ufak birlikler
olarak organize olurken Doğu’da bütün güçlerin birleştirilip tek orduyla karşı
çıkılması gerekiyordu. Batı’da feodalizm Doğu’da ise merkezi Bizans devleti
kurulacaktır. Sezer’e göre bir sınır devletinin dininin de özellikleri
farklıdır. Sezer, sınır boyunda olması nedeniyle Bizans devletinin ülkesine
kattığı halkları Avrupalılaştırmak yani Hıristiyanlaştırmak zorunda olduğunu
vurgular. Batı Avrupa’da dini ve siyasi otoriteler birbirinden ayrılırken ve mağrur bir Vatikan doğarken Ortodoks kilisesi
her bakımdan devletin hizmetine girmiş bir kurum konumundadır. Bizans’ta din
bir devlet işi görünümündedir. Bu iki kilisenin birbirlerinden ayrılmalarının
nedeni Batı’nın Doğu ile çatışmasında Batı ve Doğu Avrupa’nın Doğu ile farklı
ilişkiler içine girmiş olmalarıdır.[12]
3. Protestanlık
Sezer’e göre hiçbir biçimde
modern kapitalizmin dinden çıkması söz konusu değildir. Yalnızca kapitalizmle Protestanlığın
kaynaklarının aynı olduğu söylenebilir. Her iki olayda aynı tarihi koşullar sonucu doğacaktır. Sezer’e
göre bu ilişkiyi doğrudan kurmak basit bir bilimsel yanılgı değildir.Bu anlayış
Batı dışı yani Hıristiyan olmayan ülkeleri kapitalist gelişmede geri kalmışlığa
mahkum edebileceği gibi Batı kapitalizmini de insanın inanç ve dünya
görüşlerine bağlamaktadır. Batı’nın Osmanlının ticaret yollarını elinde
bulundurması nedeniyle Afrika’yı dolaşarak
doğu ülkeleriyle yeni ilişkiler kurması önemli sonuçlar meydana getirmiştir.
Bu yeni ilişkiler yeni bir dünya anlayışını(Hristiyanlığı) getirmiş, böylece
Avrupa’nın bazı ülkelerinde yeni ilişkilerle (Kapitalizm) birlikte yeni bir
dünya anlayışı (Protestanlık) ortaya çıkmıştır.Yine tartışma Doğu ile ne tür
ilişkiler kurulması gerektiği konusunda olduğu için çatışma Feodalizm-Burjuvazi
çatışması olacak ve yeni şartlara daha iyi cevap verebildiği için ve Doğu ile
ilişkilerde Batı’ya büyük bir üstünlük getirebildiği için servet burjuvazinin
elinde toplanacaktır.[13]
C.
İslamiyet
Sezer’e göre İslam’ın
gelişini hazırlayan şartlardan birincisi Arabistan’ın coğrafi konumunun önem
kazanması, ikincisi ise Bizans’ın ve İran’ın ellerindeki bütün imkanları
tüketmeleri buna karşın kesin bir çözüm getirmekten uzak olmalarıdır. Arabistan’ın
önem kazanması yeni bir dinin niçin o bölgeden çıktığını tek başına
açıklayamaz. Araplar o devirde dünya siyaset ve egemenliğini etkileyebilecek
kavimler arasında Roma karşısında doğululuğu temsil edebilecek ve Doğu’nun
çıkarlarını koruyabilecek bir kavim olarak gözükmektedir.
Hz
Muhammed’in yeni bir din getirmesi şehrin imtiyazlarını tehdit etmeye
başlayınca Mekke kendine cephe almıştır. Hz. Muhammed’in Medine’ye göç
etmesiyle İslam inanç düzeyinde kalan sınırlı bir dünya görüşü olmaktan çıkmış,
müntesiplerinin inanç hayatı ile birlikte siyasi ve ticari hayatını da
düzenlemeye başlamıştır. Ama bu durum Hıristiyanlıkta olmamıştır. Başlangıçta
Hıristiyan topluluklar siyasi ya da ekonomik düzeyde karar merkezlerini ele
geçiremedikleri için bu hayat düzeni ileride sadece ruhban ve keşişlerin
hayatlarında yaşamaya devam edecektir.
Kur’an bilgisi Batı’da İslam toplumlarına karşı bir savaş
ve bir sızma için araç olmuştur. Buna karşılık Doğu’da Kur’an öğretisi ve
varlığı Batı’ya karşı bir savaş ve direnme unsuru olarak kalacaktır. Sezer’e
göre İslam aleminde iktidar çatışmalarında tarafların davalarını daima Kur’an’a
dayandırmak istemeleri Kur’an’ın geniş bir tefsirine yol açmıştır.
Sezer’e göre
Doğu, İslam ile savaşçı bir nitelik kazanmıştır. İslam kafirlere karşı
sürdürülmesi gereken bu savaşı (cihad) zorunlu kılmıştır. İslam’daki cihad
anlayışı sayesinde Batı’ya karşı Müslümanlar birlik bilincini ve savaş gücünü
elde etmişlerdir. Sezer, cihad kurumu nedeniyle İslam’da dünyanın dar-ul harp
ve dar-ul İslam olarak ikiye ayrıldığını ifade etmektedir.
Hilafet
dünya tarihinde bir yer tutmaya İslam’ın Yakındoğu’nun önemli uygarlık
merkezlerine ulaşması ile başlamıştır. Arap hilafetlerinde devlet ve din
işlerinin birliği görülür. İslam bir
devlet ideolojisi, devlette bu ideolojinin yürütme ve uygulama organı olmuştur.
Sezer, Osmanlı Devleti’nin hem kuruluş hem de yükselme döneminde hilafet
makamına ilgi duymadığı gibi bu yükseliş zamanında da hilafet kurumundan herhangi yardım ve destekte
beklememişlerdir. Sezer cumhuriyet döneminde hilafetin ilga edilmesinin Doğu
ile ilişkilerimizden ve doğunun savunuculuğu ve önderliğinden vazgeçtiğimiz
anlamına geldiğini öne sürer.
Sezer, İslam
dünyasındaki bütün ayrılıkların merkezine Hz. Ali’yi yerleştirir. Hz.Ali siyasi
iktidarın uzun süre başka grupların
ellerinde tutmalarından hoşnut değildir ve savaş alanında yenilgiye uğrar. Kısa
sürede O Doğu’da bütün başarısız iktidarı ele geçirme girişimlerinin simgesi
haline gelecektir. Hz.Ali efsanesi İran imparatorluğunun varisi olduğunu iddia
eden bir kadınla evlenen Hüseyin’in hikayesiyle güç bulacaktır. Sünnilik İslam
dünyasında aktif rol oynayan unsurlar tarafından benimsenmiş ve hoşnut
olmayanlar ise Hz. Ali ve İran’ın özellikleri nedeniyle şiiliğe yakın
görülmektedir. Ortodoks İslam, yani sünnilik Doğu’da her yeni kurulan dengede
çıkarlarını kaybetmeyen veya yeni gelişmelerle önemli mevki kazanan grupların
ve merkezi devlete yakın kimselerin mezhebi olmuştur.[14]
Anadolu’ya gelen Türkler başlangıçta İslam aleminde
kurulu dengeyi bozan unsurlar olarak görülüp Bizans topraklarına
sürülmüşlerdir. Bu nedenle Türkler, kendi gelecek ve çıkarlarını resmi
siyasetin dışında ifade etmek zorundaydılar. Araplar ve İranlılar arasındaki mevcut
çatışma Türklere Yakındoğu’da basit yağmacılar olarak kalmaktan kurtulma
şansını vermiştir. Anadolu tarikatları Türkler arasında yayıldı ve kabul gördü.
Sezer’e göre Osmanlı Beyliği kuruluş zamanında Anadolu tarikatları ile sıkı bir
ilişki içindeyken İslam aleminin önderliğini ele geçirince tarikatlarla
bağlantısını gevşetmiş ve Sünni Müslümanlığın savunucusu olmuştur. Türklerin
ana toprakları dışında kimliklerini koruyabildikleri tek ülke Anadolu’dur.
Yakındoğu’da İslam’ın yayılması beraberinde Araplaşmayı da getirmiştir. Yakındoğu’da
iki örnek bu kuralın dışında kalmıştır: Anadolu Türkleri ve İran. Anadolu’da
Türkler İslam aleminde Arapların sınırlarına vardıkları siyaseti aşan yeni bir
görüşü ifade edebildikleri için Araplaşmadan kurtulmuşlardır.Sezer’e göre bu
konuda Türklerin eski dinleri Şamanizm’inde önemli bir rolünün olması gerektiğini
iddia etmektedir.Anadolu’daki Türk unsurları çıkarlarını Arap ve İran
siyasetleri dışında daha farklı bir anlayışta gördükleri için ayrılıklarını
muhafaza etmişler ve Şamanizm’in izlerini korumaya devam etmişlerdir. İslam’ın
geleneksel siyaseti (Ortodoks) haçlılar ve Moğolların saldırılarının bıraktığı
yıkımın sonuçları karşısında yeni duruma cevap veremiyordu. Osmanlı Bizans’a
karşı kazandığı zaferlerle kendi siyasetini yansıtan bir yeni sistem ortaya
koymuştur. Halifeliği temsil eden Ortodoks anlayışta Osmanlı karşısında
silinmiştir.[15]
Sezer Anadolu tarikatlarında iki büyük eğilimden
bahseder:
1. İslam’ın Batı ile olan savaşında saf dışı kalınınca dinin savaşçı yönü
unutturulmaya uğraşılmıştır. Osmanlıyı aşarak Batı ile anlaşma yolları araştırılmış,
İslam’ın bu anlaşmaya engel olacak yönleri inkâr edilerek Hıristiyanlarında
kabul edecekleri yeni bir din anlayışı öne sürülmek istenmiştir.( Şeyh
Bedreddin Ayaklanması)
2. Aynı yönde çıkarları bulunan İran İmparatorluğu ile
işbirliğidir.( Pir Sultan Abdal)
Sezer, İslam ile Hristiyanlık arasındaki
farklara vurgu yapar:
1. Hıristiyanlığın
bir yenilgi üzerine kurulmuş olmasına rağmen İslam başarı inancını içinde
taşımaktadır. Hıristiyanlık koşullar ne olursa olsun insanı bu koşullardan
arınmış ve soyut olarak tanımlamış ve bunun sonucu dini Tanrı ile kul arasında
olduğunu yayarken İslam, değişen
koşullarla zenginleşmeyi reddetmez.
2. İslam’ın
daha başlangıçta bir devlet örgütüne sahip olmasıdır. Yani İslam başka bir
devletin himayesinde gelişmemiştir.
3. İslam’ın
doğduğu topraklarda gelişmesine rağmen Hıristiyanlığın yabancı toplum ve
ülkelerde yayılmasıdır.
Sezer, bu noktada metodolojik olarak bir
takım saptamalarda bulunur. Hıristiyanlık ve İslam’ın kendilerine özgü birer
tarihi gelişmenin sonucu olduğunu unutmak araştırmacıyı yanıltıcı sonuçlara
ulaştırabilir. Bugün dini ele alış biçimi bu yanılgının sonucudur.Dinler,
tarihi oluşumları dışında ele alındıkları zaman toplum ve zaman bağlamının
dışında ideal bir din kavramına yönelik bir hareket olarak karşımıza çıkmaktadır.Dinlerin
toplum dışında ve topluma yabancı unsurlar olarak düşünülmesi Batı’da
başlamıştır.Ortaya çıkan yeni koşullar nedeniyle Batı kendi lehine dini
(şartlara cevap veremediği için )soyut ve mutlak bir kavram olarak ele
aldı.Hıristiyanlığın tarihi seyrinde görülen bu eğilimler mutlak nitelikler
olarak genelleştirildi.Hıristiyanlıktan çıkartılan sonuçlar ideal bir din kavramının
tanımı sayılarak diğer dinlerin incelenmesinde ölçü olarak kullanılmıştır.
Sezer’e göre ideal bir modelin elde edilmesinden çok dinlerin içinde var
oldukları toplumların geçirdikleri çeşitli aşamaların dindeki yansımasını
aramak bize daha fazla yardımcı olacaktır. Temel olan sorunların ortaya
çıkarılmasıdır.Ancak böylece dinin toplum içinde neden olduğu olaylar daha iyi
anlaşılabilir.[16]
Sezer, sonuç kısmında metodolojik
bağlamda din-bilim ilişkisini merkeze alarak değerlendirmeler yapıyor.
Sezer, dinin toplumların kendilerini
tanıma ve tanıtma aracı olduğunu ve buradan kalkarak dinin bilimle ilişkisinden
çok dinin ideoloji ilişkilerinin incelenmesinin dinin özü üzerine daha geçerli
bilgiler vereceğini ifade etmektedir. Din, toplum içinde kişinin veya doğrudan
doğruya toplumun kendisi üzerinde bilinçlenmesi ve yeryüzünde kendisine bir yer
tayin etmesi olarak tanımalanabilir. Bunun en basit örneği totemlerdir. Totem,
hem bir yanda toplumun öbür toplumlardan ayrılmasını hem de belirli topluma
bağlılığını gösteren bir semboldür. Günümüzde de din aynı rolünü
sürdürmektedir.Bu nedenle Sezer, dini toplumların kimliklerinin
bilinçlenmesinin ilk ve çok uzun zamanda en eksiksiz biçimi olarak ele
alınabileceğini düşünmektedir. Sezer, dinin gerçek anlamını ancak kendisine
bağlı cemaatle bulabildiğini, dinin toplumu ilgilendiren olayların yorumu
olduğunu ve bu nedenle konusunun siyaset
alanına girdiğini belirtmektedir.[17]
Sezer, ideolojileri, belli bir çıkar yönünden toplum olaylarının yine
aynı çıkar yönünden çözümlerini ve takınılması gereken tutumları da içeren bir
şekilde yorumlanması olarak tanımlamakta
ve bu tanıma göre de dinin mükemmel ideoloji örneği olduğunu iddia etmektedir.
O dinin ancak kendi bünyesinde ifade ettiği çelişkilerin çözümlenmesi veya daha
açık ve geniş bir açıklanması bulunduğunda gittikçe taraftarı azalacaktır. Türk
tarihinde İslamiyet Türklerin Doğu-Batı
çatışmasında yer almasıyla yayılmıştır. Yönetici kadrolarca Doğu terk edilip
Batı’ya yanaşma söz konusu olunca bu durumda hiç çıkarı olmayan toplumsal
kitleler İslam’a bağlı kalmış, buna karşılık yöneticiler İslam’dan kopmaya
başlamışlardır.
Laiklik Batı’da belli tarihi koşulların sonucu ortaya çıkmış bir
toplumsa olaydır. Türkiye’de de oluşması belli tarihi şartların sonucundadır.
Ancak bu konuda Batı ve Türkiye’de laikliğin ortaya çıkması arasında bir
yakınlaştırma imkânsızdır. Batı’da ve Türkiye’de laiklik farklı şartların
sonucu olduğu için değişik nitelikler taşıdığı söylenebilir.
Sezer dinin toplumlar arası farklılaşmaları belirlediğini ancak bu
farklılaşmaların toplumların savaş durumundaki ifadesi olduğunu söyler.
İslam’daki cihad kurumu ve Haçlı seferlerini kışkırtan Hıristiyan düşüncesi
buna örnektir. Hıristiyanlık Batı sömürüsünün birinci desteği olmuştur.
Kapitalizmin çıkışı ile Batı’nın Doğu ile kurduğu ilişkiler Başlangıçta bir
Hıristiyanlaştırma çabası olarak görülmüştür. Batı’nın Doğu’daki varlığı
Hıristiyan dünya görüşünü yayma gayretinin bir sonucu sayılmıştır. Batı Doğu
üzerinde kesin bir üstünlük kurduktan sonra
Hıristiyanlık davasını Doğu’ya taşımada bir çıkarı olmadığını
düşünecektir. Kendi üstünlüğünün Doğu-Batı
çatışmasının görülmesini engelleyebilmek için Doğu ile olan ilişkilerini
laikleştirmeye çalışmıştır. Batı kendi üstünlüğünü Doğu-batı çatışması ile
açıklamak yerine bilim, akıl ve mantıkla desteklemeye çalışacaktır. Doğu, Batı
sömürüsüne kendi benliğini dinle açıklayıp karşı çıkınca dinle bilim birbirine
karşıt gösterilmeye çalışılmıştır.[18]
SONUÇ
Baykan Sezer,
eserinde dinler tarihi kronolojisi ve bilgileri ışığında kadim Doğu-Batı çatışmasının tarihsel kökenlerinden, dinlerin
ortaya çıkma sebeplerine, ilk örgütlü dinler olarak isimlendirdiği
Brahmanizm’den Budizm’e, evrensel dinler olarak üç büyük din, bunlar arasındaki
karşılaştırmalar ve Türk İslam tarihi hakkında orijinal yorumlar yapmıştır. Sezer, çalışmasını bilim dünyasına egemen olan
referanslarla değil, özgün bir şekilde yapıyor ve dini toplumların kendilerini
tanıma ve tanıtma aracı olarak
tanımlıyor. Sezer toplum farklılaşmaları ve din olgusunu açıklarken
yorumlarının merkezine Doğu-Batı çatışmasını yerleştirir. Doğu-Batı çatışmasını
bilmezden gelip Batı örneğini tarihin ana açıklayıcı nedeni olarak almanın bizi
yanlış sonuçlara götüreceğini vurguluyor. Yazar, çalışmasında Oryantalizmden
hiç bahsetmese de tarihten günümüze bilim dünyasında var olan oryantalist
yaklaşımı, Batılı paradigmalarla İslam’ın ve farklı dinlerin ele alınması
örneği üzerinden gün yüzüne çıkarıyor. Kapitalizmin
ortaya çıkmasının sebebinin Protestanlık olduğu şeklindeki Weber’in görüşünü eleştiriyor.
Kapitalizmin ortaya çıkışını sosyolojideki hakim anlayışın dışına çıkarak
açıklıyor. Yalnızca Anadolu Türkleri ve İran’ın İslam’a girdikten sonra Araplaşmadan kendi kimlikleriyle birlikte var
olmaya devam ettiklerini söylüyor. Ortaya çıkış ve ilerleyiş açısından Budizm
ile Hıristiyanlık arasında benzerlik kuruyor.
Sezer, Doğu’nun uygarlık
merkezlerinin yerleşik toplumlarının dini yaşantı ile kendi kişilik ve
benliklerini bulduklarını, hızlı bir gelişme sürecine girmiş olduklarını, böylece diğer halklardan kendilerini
ayırdıklarını, uygarlık dışında kalan halklarında uygarlık merkezlerine sızmak
ve uygarlık nimetlerinden faydalanmak istemeye başlamalarıyla toplum
farklılaşmalarını başlatıyor.
Sezer,
eserinde aynı zamanda dini olguların incelenmesinde uygulanması gereken yönteme
dair önemli uyarılarda bulunuyor. Dinin
zaman ve mekandan soyutlayarak ideal bir din tipolojisi oluşturarak araştırmanın yanılgılara sebep olacağını,
aksine dinlerin tarihi oluşumları ve içinde
var oldukları toplumların geçirdikleri çeşitli aşamaların dindeki yansımasını
aramanın araştırmacıya daha faydalı olacağını ifade etmektedir. Yazar bu önemli eseriyle içinde bulunduğumuz
coğrafyanın sosyolog ve sosyal bilimcilerine sosyal bilimler çalışmalarının
modern bilim anlayışına bağımlı olmadan olay ve olguların kendi tarihi,
kültürel, ekonomik bağlamlarını dikkate alarak orijinal olarak
gerçekleştirilebileceğini ilham ediyor.
HAYRETTİN GÜL
[1]
Baykan Sezer,
Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, Kitabevi, İstanbul, 2011,
s.7-8
[2]
A.g.e. s.11
[3]
A.g.e. s.24
[4]
A.g.e.s.26
[5]
A.g.e. s.32
[6]A.g.e.
s. 37-38
[7]
A.g.e. s.39-42
[8]
A.g.e. s.56
[9]
A.g.e.s.57-59
[10]
A.g.e.s.63-77
[11]
A.g.e.s.91
[12]
A.g.e.s.91-93
[13]
A.g.e.s.96-98
[14]
A.g.e.s.132
[15]
A.g.e.s.133-139
[16]
A.g.e.s.144
[17]
A.g.e.s.152
[18]Ag.e.s.
145-158
Yorumlar
Yorum Gönder