İbn Haldun toplumu, devleti ve bunların oluşumlarını, temel
özelliklerini incelemekle meşgul oldu. Temel ilgisi toplumsal olguları
incelemeye yönelikti ancak bu temel ilgi onu ister istemez siyasal olguları da
incelemeye sevk etti. Siyaseti seleflerinin çözümlediği şekilde yani özel
olarak değil, genel bir konu olarak değerlendirmiştir devleti genişçe, objektif
ve orijinal bir yönetemle ele alıp incelemeiştir. İbn Haldun devletin kökeniyle
ve yönetici ile ilgili fikirleri
selefleriyle büyük ölçüde uyuşmasına rağmen iktidar olgusunu ele alıp
çözümlemesi orjinaldir. Mücahid,1995:192-3)
İbn Haldun’a göre insan toplumsal bir varlık olup onun toplum
halinde yaşaması zaruridir. İnsanların bu toplanmasına medeniyet denilmekte
olup bu durum umranı ifade eder.Allah insanı gıdasız yaşaması ve yaşamını
sürdürmesi mümkün olmayacak şekilde yaratmış olup doğal olarak ona gıdasını
aramayı; ona verdiği bir güç ve
kabiliyetle elde etmeyi ona bahşetmiştir. Bununla birlikte insan herhangi bir
gıdayı yemek için servise hazır oluncaya kadar gereken her aşamada neredeyse
farklı bir mesleğin yardımına muhtaçtır. O buna örnek olarak buğdayı ve onun
öğütülmesi, hamur haline gelişi, pişirilmesi vb. vermektedir. İbn Haldun bütün
bunları bir insanın yapabilmesinin imkânsız olduğunu ve insanların bir araya
toplanmalarının ve (işbölümü aracılığı) ile ihtiyaçlarını karşımalarının zaruri
olduğunu vurgulamaktadır. Ona göre yardımlaşma durumu meydana gelince barınma
ve güvenlik ihtiyacı karşılanmış olup insanlığın beka ve muhafazası konusundaki
Allah’ın hikmeti gerçekleşir.(İbn Haldun,2007:213-214)
İbn Haldun bu noktada insanların toplanması, bir arada
yaşamalarıyla dünyanın imar edilmesi ve alemin mamur olmasının gerçekleştiğini;
bununda umran olduğunu ifade eder. O
umran ilminin kapsamına bedevilik, hadarilik, egemenlik, kazanç, geçinme
biçimleri, sanatlar, ilimler, bunlara benzer diğer konular ile zikredilen
mevzulara özgü durumlar vb. girdiğini ifade eder.
Umran aracılığı ile şehir
oluşunca insanları birbirine karşı koruyacak caydırıcı güce yani otoriteye
ihtiyaç ortaya çıkar. Çünkü saldırmak ve kötülük yapmak insanların doğalarında
mevcuttur. Söz konusu otoritenin diğer
insanlar üzerinde baskın gücü ve üstün bir hakimiyeti bulunacaktır. Bu şekilde
olmalı ki kimse kimseye saldırıp zarar vermesin. Hükümdarın (iktidar) anlamı da
budur. Hükümdarlık insanlık için zaruri bir durumdur. Şayet toplumsal yaşamda
güçlü otorite olmazsa anarşi ortaya çıkar. İbn Haldun,2007:215-216)
İbn
Haldun umranı temelde ikiye ayırmış ve onların özelliklerini tasvir etmiştir:
Bedevilik ve hadarilik. Ona göre bu iki kavram umranın iki varoluş şeklini
gösterir ve bütün toplumların yaşaması zorunlu iki ana aşamaya işaret ettiğini
öne sürer.(Arslan, 2002:96)Ona göre bu ayrımın kökeni toplumların geçim
yollarının farklılığından ileri gelmektedir. Çünkü insanların toplu olarak
yaşamalarının nedeni geçimlerini sağlamak ve güvenlik amacıyla yardımlaşmaktır.
Geçimlerini sağlama konusunda ise zaruri ve lüks ihtiyaçları karşılama söz konusudur.
Bedevi umranda çiftçilik, hayvancılık, arıcılık vb. meslekler icra edilir. Söz
konusu meslekler ile meşguliyet onları bedeviliğe sevk etmektedir. Bedevi yaşam
formunda hayat sadece zaruri ihtiyaçların (barınma, beslenme, giyinme vb.)
karşılanması temelinde ilerler. Birincisi bedevi umrandır(bedevilik).Daha sonra
belirli geçim yolunu takip eden toplumlar ihtiyacın dışında bir zenginlik ve
refaha ulaştıklarında bu durum onları belirli bir yerde ikamet edip rahata
ermeyi yöneltti. Artık bu süreçten sonra onlar zaruri olandan fazlasına sahip
olmak için yardımlaştılar. Hadari olmaları nedeniyle geniş evler, şehirler ve
kasabalar inşa ettiler. İbn Haldun bedevilikten hadariliğe geçen toplumların
yaşadıkları süreci detaylıca betimlediği görülmektedir[1].
Refah ve zenginliğin artmasıyla daha önce tedarik edilemsi gerken ihtiyaçlar
zaruri iken artık yerlerini lüks tüketime bıraktığı görülür.(İbn Haldun,2007:I,324)
İbn Haldun’a
göre bedeviliğin yaşam ve geçim yolları açısından daha ilkel ve basit
değerlendirilmesine karşın cesaret, dayanıklılık, kendine güven duyma vb.
ahlaki özelliklerin şehir yaşamına kıyasla kır ortamında daha üst düzeyde
ortaya çıktığını kabul eder. Yani basitlik ahlaki özellikler ve dini yaşam
konusunda geçerli değildir.(Arslan, Haldun,2002:100)
Tüm bedevi toplumların, bedevilikten hadariliğe geçişlerinde devlet
kurmamışlardır. Bazıları devlet kurarlar, bazıları ise kurulmuş bir devletin
tebaası olurlar. İbn Haldun’a göre egemenlik ve devlet adeta umranın varlık şartıdır. İçinde belirli
bir egemenlik şekli olmayan umran var olamaz. Ona göre her türlü egemenlik ve
devlet şekli insan toplumlarını bir arada tutan ve onların çözülüp dağılmaların
engelleyen temel bir olgudur. Ümranın gelişmesi, ilerlemesi ve çözülmesi vb.
süreçler tamamen devletin gidişatına bağlıdır.(Arslan,2002:105)
İbn Haldun’a
göre bedevi umran içinde henüz devletin ortaya çıkmadığı ancak onun taslak
biçimi olarak ifade edilebilecek kabile reisliği şeklinde tezahür ettiği
umrandır. Fakat hadari umran ise adeta devletle özdeş olarak görülür.
Bedevilikten hadariliğe geçiş kabile reisliğinden devlete geçiş olarak
değerlendirilir. İbn Haldun’a göre büyük şehir umranlarının güçlü devletlerin
olduğu bölgelerde ortaya çıktığını ileri sürer. (Arslan,2002:107)
İbn Haldun
devletin alameti farikasının egemenlik ve zorla yaptırım gücüne sahip olması olarak
açıklar. Gerçek bir devletin bu niteliklerin yanında ayrıca vergilerin
toplanması, askeri seferlere çıkılması, sınırları muhafaza etmek ve kendi üstünde
daha güçlü birinin olmaması vb.(Arslan,2002:123)
İbn Haldun, bedevilikten hadariliğe geçiş ve devletin kuruluşu
ile ilişkili olarak asabiyet kavramını ortaya atar ve bütün bu süreci anlamak
için asabiyet kavramı anahtar rolü üstlenir. Ona göre asabiyet belli bir gayeye
doğru ilerler ve asabiyetin amacı
devlettir. Asabiyet, yakınlık bağı, dayanışma hissi, askeri ve milliyetçilik
ruhu vb. farklı manalar yüklenmişse de
bu kavramın daha çok kan bağı ve yakın akrabalık ilişkisini gösterdiği kabul edilmiştir. İbn
Haldun’a göre yalnızca asabiyet bağı güçlü olan
bedeviler devleti inşa edebilirler. Aynı kabilenin asabiyetleri arasında
yaşanan çatışmadan en güçlü asabiyete sahip olanlar galip gelir. Artık bütün
asabiyetler galip gelenle bütünleşir ve adeta büyük asabiyet şekline bürünür. Devlet
kurulduktan sonra artık asabiyet ilişkisi kâfi gelmez zira toplumları birbirine
bağlayacak başka ilişki bağları gerekir. Burada söz konusu bağlar olarak din
duygusu ve hanedanlık bağı ortaya çıkar.(Mücahid,1995:201)
İbn Haldun asabşyetin yeterli olmadığı süreçte
yukarda zikredildiği gibi asabiyetin işlevsel ve fiziki gücünün dışında ahlak
ve din referanslı manevi gücün bulunmasının gerekliliğini dile getirir. Bu
noktada o ahlak ve siyaseti biribiriyle vazgeçilmez bir şekilden ilişkili olmaları gerektiğinden baseder. Ona
göre iktidar sahibi asabiyetin dışında makbul ahlaki niteliklere sahip
olmalıdır.İbn Haldun öne çıkan devlet adamlarının sadece asabiyet ve
kuvvetlerinden değil, dini ve ahlaki ilkeleri uyguladıkları ve Allah’ın
emirlerini yerine getirdikleri için muvaffak olduklarını vurgular.(Mücahid,1995:202)
Din ve hanedanlık bağları farklı asabiyetlere ait insanları
birleştirir ve aralarında bütünleşme sağlar. Bununla birlikte kan ve akrabalık
aidiyetine dayalı asabiyet olmaksızın yalnız
din aidiyeti yeterli olmaz.İbn Haldun
asabiyet ile devletin ömrü arasında
ilişki kurar ve devleti organizmaya benzetir Ona göre devlet bir canlı
varlık gibi var olur, yaşar ve ölür. Yani devletin doğasında canlıların
doğasında olan doğup büyüme, gelişme, yaşlılık ve ölümle son bulma söz konusudur.
Ona göre devletin ortalama ömrü yüz yirmi yıldır. İbn Haldun devlete bu organizmacı
perspektifle yaklaşır ve devletin doğuşundan yok oluşuna kadarki evrelerden
kendi ifadesiyle tavırlardan bahseder.
Birinci tavır,
zafer ve galibiyet evresidir. Bu evrede galibiyet ve devleti ele geçirme süreci
yaşanır. Bu dönemde iktidar sahibi tebaasıyla birlikte hareket eder, şan elde
etme, vergi toplama, devletini muhafaza etme konusunda örnek bir davranış
sergiler. İktidar sahibi asabiyet etkisinin devam ettiği bu süreçte tebaası
olmadan tek başına bir şey yapmaz.
İkinci evre istibdat evresidir. İktidar sahibi bu
dönemde yönetim ve karar alma
süreçlerinde tebaasını devre dışı bırakıp tek başına hareket eder. Daha
önce dış düşmanlara karşı birlikte hareket ettiği, birlikte savaştığı kişi ve
gruplara karşı artık iktidar sahibi iktidar mücadelesine girişir.
Üçüncü evre ise dinlenme ve rahata erme evresidir. Bu
evrede iktidar bütün gücünü vergi toplamaya, servet edinmeye, gelir-gider
kayıtları tutmaya, toplanan servetle yüksek binalar, sanat eserleri, büyük
şehirler, yüksek anıtlar dikmeye vb. inşa etmeye başlarlar. Aynı şekilde bu
dönemde iktidar sahibi devlet görevlilerine daha geniş maddi imkânlar sunar,
milletlerin ve kabilelerin önde gelenlerine ihsanlarda bulunur.
Dördüncü evre ise kanaat ve barış dönemidir. İktidar
sahibi bu dönemde seleflerinin tesis ettiği şeyleri yeterli bulur ve diğer
iktidar sahipleriyle barış içinde yaşar. Uygulamalarında seleflerini taklit
yolunu seçer.
Beşinci evre ise israf ve savurganlık dönemidir. Bu
dönemde iktidar sahibi öncekilerin biriktirdiği serveti çevresinde yer alan
düşük karakterli kimselere harcayarak
bitirir. Büyük ve önemli konumlara ehil olmayanları tayin eder, gerçek
dostlarının gönlünü incitir ve onların kendine düşman olmasına yol açar,
gerekli yerlere sarf edilmesi gereken serveti kendi arzu ve istekleri
doğrultusunda zayi eder. Bu evrede devlet yaşlılık belirtileri gösterir.(İbn
Haldun,2007:400-1) İbn Haldun söz konusu bu evrelerle bir devletin geçirdiği
aşamaları anlatır. Bu evrelerin hepsini tecrübe eden devlet yıkılmaya yüz
tutar. Artık bu süreçte devlete sahip olma konusunda farklı bir asabiyete bir
fırsat alanı açılır ve yeni bir devlet oluşmaya başlar.(Mücahid,1995:206)
İbn Haldun’a göre iktidar üçe ayrılır: Birincisi
tabii iktidar olup temeli üstünlük ve zorlamaya dayanan bir olgudur. Bu devletin ilk şekli olarak kabul
edilir. İkincisi toplumun kabul ettiği, hükümlerine göre yargılandığı siyasi kanunların
bulunduğu siyasi iktidardır. Üçüncüsü ise kanunlarının oluşmasında dini
öğretilerin belirleyici olup bunun yöneten ve yönetilenleri kuşattığı hilafet
iktidarıdır. (Mücahid,1995:,207)
İbn Haldun hilafeti dini kurma ve dünyayı yönetme
konusunda din sahibinin yerine geçme biçiminde açıklayıp onu imamet-i kübra ile
eş anlamlı olarak görür. Uyulmasında ve takip edilmesinde namaz imamlığına
benzediği için imam kavramı kullanılmıştır. Ona göre halifenin seçimi şeran ve
aklen vaciptir. İmametin meşruiyeti kamu yararına dayanır. Yani temel görevi
ümmetin dini ve dünyevi işlerini yönetmektir. Halifenin seçilmesi seçim
kurulunun (ehlu’l-Hal ve’l-Akd) işidir. Tebaa halifeye biat eder ve kendisiyle
ve Müslümanlarla ilgili işlerin icrasını Halifeye bırakır. İbn Haldun’a göre
halifede ilim, adalet, yeterlilik ve sağlık şartları aranır. Özellikle
fakihlerin zikrettiği halifenin Kureyş’ten olması gerektiği konusunda farklı
düşünür. Buradaki Kureyşlilikten maksadın güçlü asabiyet olduğunu öne sürer.
İbn Haldun halifenin din ile ilgili görevlerinden söz eder ve onları şöyle
sıralar: namaz imamlığı, fetva, yargı, adalet, hisbe ve sikkedir(paraların
denetimi).
İbn Haldun saltanat ile hilafet arasında ayrım yapar
ve saltanatın tabiatında tek karar verici
olması ve paylaşmama özelliğini vurgular.
Saltanatında kendi içinde ikiye ayrıldığını belirtir. Hak ve adaleti
gerçekleştirmeye yönelik saltanatın övgüye layık olduğunu; işleri arzu ve
isteklerine göre yönetme anlamındaki kınanan saltanatın hilafetle bir
ilişkisinin olmadığını vurgular. Ona göre ilerleyen süreçte hilafet ile
saltanatın anlamları birbirine karışmış ve birbirlerinin yerine kullanılır
olmuşlardır. Zamanla saltanat içinde taşıdığı hilafet manasını (Dini gözetmek
ve hak yöntem üzere gitmek )yitirmiş, hilafetten ayrılmış ve baskı, arzu ve hevesler doğrultusunda saf saltanata
dönüşmüştür.(Mücahid,1995:214-215)
İbn Haldun ayrıca devletteki vezaret ve çeşitleri,
haciplik, divanlar vb. diğer birimlere yer vermiştir.
İbn Haldun yaşamı boyunca basit seviyedeki kamu
görevliliğinden vezaret makamına kadar devletin bir çok işinde görev almış,
hükümdarlarla bir takım olumlu olumsuz olaylar yaşamış, eylemlerinden dolayı
bedeller ödemiş, Fas, Tunus, Endülüs,
Mısır vb. merkezlerde bulunmuş ve bu şekilde siyaset ve devlet yönetimine dair
bizzat yaşayarak tecrübeler edinmiş bir düşünürdür. Onun hareket noktası objektif
gerçekliktir olması gerekenden değil bizzat yaşanandan hareket etmiştir. Kısaca
onun siyaset teorisi idealist olmayıp gerçekçi bir karakter taşır. O devlet
olgusuna gerçekçi yaklaşımı, devletin niteliğini öne çıkaran ekonomik ve beşeri
işleyiş üzerinde durması ve devlete yaklaşımında hiçbir şekilde metafizik bir
anlam yüklememesi vb. sebeplerde felsefi temellerden hareket etmediği
söylenebilir. (Ümit Hassan,287)
HAYRETTİN GÜL
KAYNAKÇA
Huriye Tevfik Mücahid, 1995,
Farabi’den Abduh’a Siyasi Düşünce, İz Yay.
İbn Haldun, Mukaddime I, Dergah Yay, Hazırlayan: Süleyman uludağ,
5. Baskı 2007
Ahmet Arslan, İbn Haldun’un İlim ve Fikir Dünyası, Vadi Yay.3. Basım
2002
Hasan Aydın, İslam
Siyaset Felsefesi Ve Siyaset Kuramları,
https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2016/01/01/islam-siyaset-felsefesi-ve-siyaset-kuramlari/
Ümit Hassan, İbn Haldun Ve Siyaset
Teorisi, (Yayına Hazırlayanlar:Taşkın Takış,Cansu Özge
Özmen)4. Baskı,2010
[1] ‘Gıdaların terbiye edilmesi, yemek yapılan kapların
güzelleşmesi, pişirilen yemeklerin nefaseti, ipek ve atlas gibi pahalı kumaşlardan
elbise edinilmesi, ev ve konakların yükseltilerek sağlam, süslü ve sanatkârane yapılması,
sanat imkanlarının son haddine kadar kuvveden fiile çıkması gibi hususlara daha
çok dikkat ve itina gösterilir. Bu duruma ulaşanlar köşkler ve konaklar yaparak,
buralarda sular akıttılar. Binaları mümkün olduğu kadar yükselttiler, görkemliolmaları
için aşırı derecede önem verdiler, elbise, yatak kap, kaçak ve ihtiyaç maddeleri
gibi maişetleri için edinmiş oldukları şeylerin güzelliği konusunda değişik ve
yeni yollara başvurdular. (Bunların yeni çeşitlerini ve daha iyilerini icad
ettiler).İşte bunlar artık hadaridirler. Bunun manası, yerleşik hayat süren şehirli
ve kasabalı
Demektir’.(Mukaddime,I,324)
Yorumlar
Yorum Gönder