Ana içeriğe atla

SÜNNİLİĞİN SOSYOLOJİSİ ÜZERİNE -1- HAYRETTİN GÜL

 

Bu bölümde Sünnilik başlığı altında ana dini akım olarak Sünni geleneğin doğuşu, referans çerçevesini oluşturan unsurlar üzerinde durulacaktır.

Sosyoloji, olması gerekeni değil, olanı ve yaşanan gerçekliği konu edinir. Dinin toplumsal gerçekliği bireysel ve toplumsal anlamda dini anlayış biçimini yansıtan mezhebi oluşumların toplumsal dünyadaki tezahürleri olan mezhepler, tarikatlar, dini hareketler vb. unsurlarla ortaya çıkar. Burada ele alınacak İslam din olarak ideal anlamda İslam veya oryantalistik anlamda medeniyet kategorisi olarak düşünülen İslam değildir. İdeal İslam ile kastedilen Müslümanların inanç, yaşantı ve toplumsal hayatlarında uymaları gereken kuralları içeren dindir. Bu noktada burada araştırmaya konu olacak din olarak İslam’dan maksat tarihsel İslam’dır. Tarihsel İslam ile Müslümanların 14 asırdan beri bireysel ve toplumsal olarak, inanç ve davranış bakımından uyguladıkları olgusal gerçekliğe sahip tecrübelerdir(Cabiri,2011:37) Bu açıklamanın yapılmasının sebebi ideal İslam ile tarihsel İslam’ın birbirine karıştırılması ve daha çok tarihsel İslam’ın ideal İslam’ın yerine konulup dogmalaştırılması ve eleştiriye kapalı hale getirilmesidir. Bu konuda aynayı Ehli Sünnet ile ilgili algılara tuttuğumuzda durum daha net ortaya çıkacaktır.

Geleneksel Sünni bir âlim ve Müslüman kitlelere egemen olan anlayışa göre Sünnilik tarihsel, sosyo-politik ya da kültürel bir oluşum değildir. Aksine o bizzat İslam’ın kendisidir.[1] O baştan beri var olmuş ve bu şekilde devam etmiştir. Müslümanlar, doğdukları anda Sünnî ya da Şiî olarak dünyaya geldiklerini düşünmekte ve mezheplerinin inançlarını ve değerlerini adeta Allah’tan gelen vahiy statüsünde ya da ona yakın değerde algılamaktadırlar. (Evkuran,2015:97) Kavramlar, düşünceler, inançlar, davranış biçimleri vb. tarihsel bağlamdan koparılarak teolojik hale getirildiğinde kendilerine kutsal meşruiyet kazandırılırlar ve artık sorgulanmaya kapalı tutulurlar.(Çiftçi,2015,s.162) Bu çalışmada Sünnilik, tarihsel, sosyokültürel, politik ve dinsel vb. faktörlerin etkisi altında oluşan beşeri bir oluşum şeklinde ele alınacaktır. Sünnilik kendi tarihsel oluşum ve gelişim süreci içinde, geniş ölçüde ilhad hareketlerinin ve diğer teolojik mekteplerin ortaya çıkardığı etkilerle şekillenmiştir.(Ocak,2013:21) Hangi ölçüde zaman-üstü, tarih üstü bir şekilde algılanmaya çalışılırsa çalışılsın bütün dinler gibi İslam dini de tarihin belirli bir zamanında ve belirli tarihsel, kültürel ve toplumsal ortamında ortaya çıkmıştır. Bu yönüyle toplumsal olayların temel karakteristiklerinden azade değildir.(Günay,2011:544)

İslam tarihinin ilk dönemlerinden itibaren tarihsel süreklilik içinde günümüze kadar ulaşan üç ana eğilimden üçüncüsü merkezi kuşağı temsil eden Sünniliktir. Sünnilik, Haricîlik ve Şia’nın yani çevresel ve sekteryen grupların bütünden ayrılmasından sonra geride kalan büyük çoğunluğu temsil eden ana dini akım olarak Shils’in ifadesi ile merkezi kuşak[2] veya Yücesoy ’un ifadesi ile paradigmatik bütünlük[3] ya da merkezi temsil eden referans çerçevesi olarak ifade edilebilir. Sünni gelenek Haricilik ve Şia’nın zuhurundan daha sonra ortaya çıkmış ve uçlara savrulan dini eğilimler içinde itidal ve denge unsuru olmuştur. İlk dönemlerde gittikçe büyüyen ve farklılaşan İslam toplumunun uç görüşlerden muhafaza edilmesi için mevcut oluşuma meydan okuyan ve onları eleştiren fırkaların ayrılıkçı olduklarını dini temelde göstermek  ve çoğunluğun kendini ifade edebileceği bir koordinat belirleme ihtiyacı doğmuştur. (Macit,1995,s.51)Bir taraftan İslam öncesi kabileci zihniyetin İslami form biçiminde tezahür ederek kendini  tekfir söylemi ile dışlayıcı eğilimler biçiminde göstermesi, diğer taraftan imamet gibi tamamen dünyevi olan konuyu itikadi alanda temel esaslardan biri haline getirip referans sitemini imamete göre şekillendiren yaklaşımların arasında büyük çoğunluğu temsil eden merkezi bir oluşum olarak  süreç içerisinde şekillenmeye başlamıştır. Genel dini akımı temsil eden Sünnilik referans çerçevesini temelde tekfir söylemini vahşi bir eyleme dönüştüren Haricilere; imameti dinin iman esası haline getiren Şia’ya ve aklı merkeze alan yaklaşımıyla Mutezileye  karşı orta yol  arayışı sonucunda tepkisel bir biçimde oluşturmuştur. Hemen hemen en son ortaya çıkan bir oluşum olarak Ehl-i Sünnet’in çıkış sürecinde farklılaşmaya temel olan kavramlar (hilafet/imamet, Büyük Günah, Tekfir, Kader, Allah’ın sıfatları vb.) Ehl-i Sünnet’in referans çerçevesini oluşturma konusunda ana unsurlar olarak sayılabilir.

Emeviler dönemine kadar İslam toplumu iki temel olgu etrafında gelişmiştir: Bunlardan birincisi İslam öncesi kültür mirasının İslami bir form içerisinde tezahür etmesidir. Buna kabile değerleri denir. Haricilik’teki karizmatik toplum anlayışı ile Şia’daki karizmatik lider yaklaşımı kabile zihniyetinin bir dışavurumu olduğu görülmektedir. İkincisi İslam’ın topluma yerleştirmeye çalıştığı yeni ilke, kavram ve değerlerdir Ve bu unsurlarla etkileşim halinde ama bu çerçevenin altında olan kamusal problemler yer almaktadır. Bunlar hilafet, iç çekişmeler, yapılan fetihlerle birlikte sürekli artan sosyo-ekonomik meselelerdir. Bu meseleler gelir dağılımı, servet birikimi, bedevilikten yerleşik şehir hayatına geçiş vb. şeklinde ifade edilebilir. (Yücesoy,1994,s.105). Yaşanan değişim ve dönüşüm sonucunda ortaya çıkan yeni gelişmeler  mezhebi oluşumların ortaya çıkışını hızlandırmıştır.

Sünni gelenek Şia ve Harici oluşumlarının tezahürü ile sekteryen politik bir tarafta yer almaktan kaçınmış merkezi kuşağı ve ana referans çerçevesini temsil etmektedir. Sünni geleneğin ilk temsilcileri, bölünme ve fikir ayrılıklarının başladığı Cemel vakası, Sıffin savaşı ve Hakem Olayı’nın sonucunda Hz. Ali- Muaviye kutuplaşmasında ortada bulunmayı ve tarafsızlığı tercih etmişlerdir. (Yücesoy,1994,s.105) Cemel ve Sıffin savaşları ve ikincisinin sonunda gerçekleşen Hakem Olayı İslam toplumunda mezhebi oluşumların ortaya çıkmasının temel dinamiğini oluşturur. Bütün bunlar taraflardan kimin haklı olduğu, büyük günah işleyenin durumu, iman konusu ve hilafet ve imamet mevzularını gündeme getirmiş; toplum içindeki farklılaşmalar bu mevzulara yaklaşım ve onları yorumlama tarzlarında ortaya çıkmıştır. İslam dini toplumdaki tezahürleri bakımından ağırlıklı olarak birleştirici ve bütünleştirici bir özelliğe sahipken diğer yandan ayrılıkçı ve farklılaştırıcı gelişmeler için de meşrulaştırıcı bir referans olmuştur. Hemen hemen bütün dini gruplar bir şekilde dinden kendilerine destek aramışlar ve iddialarını dinsel olarak temellendirmeye çalışmışlardır.(Günay,2011:525-528) Buradan anlaşıldığı gibi ilk önce olaylar olmuş, pratik vuku bulmuş, daha sonra pratiğe uygun teorik zeminler inşa edilmiştir. Görüldüğü üzere mezheplerin ortaya çıkışında sanıldığı gibi din değil, kültürel ve siyasal tutumlar temel dinamik olmuştur.

Laoust, Sünniliği olumsuz ve olumlu olmak üzere iki farklı biçimde tarif etmektedir: Olumsuz açıdan Sünnilik İslam tarihinde Şiilik, Haricilik, Kaderiyye, Cehmiyye, Mutezile vb. mezheplerin reddi olarak tanımlar. Olumlu açıdan ise Hz. Peygamberin çizdiği yolda yürümek, Kuran’ı kabul ettikten sonra Hz. Peygamberi taklit ederek onun sünnetine tabi olmak şeklinde ifade eder. Sünniliğin Müslümanların duygularına cevap veren bu anlayışı başarıya ulaşmasında büyük katkıda bulunmuştur. (Laoust,1999:98)

Cemel ve Sıffin savaşları boyunca Hz. Ali ve Muaviye yanında yer almayıp Emevi-Haşimi mücadelesine dönüşen bu politik çekişmenin dışında kalmayı tercih eden bir tarafsızlar grubunun varlığı söz konusudur. Farklı eğilimleri içinde barındıran bu tarafsızlar grubu giderek güçlendi. Ve yeni grupların doğmasına ve gelişmesine yol açtı. Bu tarafsızlar grubunun başını Mekke ve Medine’de büyük nüfuzu olan Abdullah İbn Ömer çekmiştir. Bunlar İslam ümmetinin dirliğini bozacak her türlü fitneden uzak durmayı dinin gereği olarak saymışlar, iktidarı ele geçiren kimseyi meşru imam olarak tanımışlar, ehli kıbleden isyan edenle savaşmayı da haram saymışlardır. Bu grupta homojen değildi, içlerinde haksız tarafla mücadele etmek gerektiğini savunanlar olduğu gibi mevcut iktidara kayıtsız şartsız uymak gerektiğini söyleyenler ve hiçbir siyasi tarafta yer almayıp bir köşeye çekilmeyi öne sürenler de vardı. Mürcie  679 yılından itibaren tarafsızlar grubu içinden doğdu. Mürcie Emevi-Haşimi çekişmesine, Hz.Ali’yi ya da Hz.Osman’ı haklı gösterme çabalarına, kendi dışındaki Müslümanları tekfir eden ve şiddet eylemleri yapan Haricilere karşı çıkmış ve bütün Müslümanların birliğini ve eşitliğini savunduğu için büyük taraftar kazanmıştır.(Kutlu,2016, s.37-40) Haricilik, Mürcie, Şia, Mutezile vb. mezheplerin oluşumu ile birlikte genel dini akım içerisinde bu gruplara karşı bir tepki oluşmaya başladı. Bu gruplar tarafından ileri sürülen görüşler, sonradan ortaya çıkmış ya da bidat kabul edilirken görüşlerin sahipleri hepsi Ehl-i Bid’a, Sahib-i Bid’a ya da Sahıb-i Rey  olarak tanımlandı. Bu grupların dışında kalan kimseler cemaat, Sevad’ul Azam, Sahıb’üs-Sünne, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat gibi kavramlarla tanımlandılar. (Kutlu, 2016:49-52). Hatib el Bağdadi’ye  göre  Sünniliğin zuhurundaki ana dinamik  İslam toplumunda ortaya çıkan fikir çatışmalarıyla birlikte Hadise karşı bir muhalefet akımının ortaya çıkmasıdır.(Hatiboğlu, 1972:21)

Ehl-i Sünnet Hz. Peygamber ile ashap cemaatinin dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler olarak tarif edilmektedir. Tanımda yer alan sünnet kavramı Hz. Peygamberin İslam’ın temel konularını anlama ve benimseme tarzını ifade eder.Cemaat kavramı ise her devirdeki Müslümanların büyük ekseriyeti (Sevad-ı Azam) ve müçtehit alimler gibi farklı biçimlerde tanımlanmıştır. Fakat tercih edilen tanım ise inanç, ibadet, hukuk ve ahlak alanlarıyla İslam’ı bir bütün olarak sonraki nesillere aktaran ashap topluluğu anlamına gelir. Tarifte yer alan dinin temel konularından maksat ise İslam’dan olduğu kesin olarak bilinen ve usulüddin diye adlandırılan esaslardır.(Yavuz,1994:525) Artık bu kavramlaştırma Hz. Peygamberi, Sahabe, Tabiin ve Tebeu’t-Tabiinin yolunu takip eden, orta yolu temsil eden büyük çoğunluğu ifade eden bir olgu haline geldi. Ehl-i Sünnet ilk önce sünnet, orta yol ve cemaati önceleyen tutumuyla meşruiyet elde etmiş ve sonraki süreçte içinde yaşadığı mevcut sosyal ve politik düzeni meşrulaştırmaya başlamıştır. Belki de tarihte Ehl-i Sünnet’in en temel katkısı ortaya çıkan tehlikeli fikir ve oluşumlara karşı mevcut dini-sosyal gerçekliği korumak ve onu meşrulaştırmak olmuştur. (Okumuş,2005:49-50)

Ehli Sünnet kavramlaştırması, Ehl-i bidate karşı sünneti, sahabe yolunu, İslam geleneğini ve dini ortodoksiyi vurgularken, Şia’nın Ehli Beyti’ne bir cevap olarak değerlendirilebilir. Çünkü Ehli Sünnet, Ehli Beyt taraftarlığını içeren daha geniş ve kuşatıcı bir yapıya sahiptir. Ehli sünnet meşruiyetini ilk önce isimlendirme de göstermeye çalışmış ve isim olarak Ehl-i Sünnet ve’l- Cemaat olarak belirlemiştir. Bu terkiple Ehl-i Sünnet, dinin en doğru ve hak temsilcisi olduğunu, merkeziliği ve orta yolu temsil ettiğini düşünmüş ve ona göre tutum almıştır. Ehli Sünnet’in tepkisel bir oluşum olarak ortaya çıkması bir taraftan geleneğe aykırı gelişmeleri bidatçilikle ve cemaate aykırı gelişmeleri ise ayrılıkçılıkla suçlayarak mahkum etmesine yol açmıştır. (Okumuş,2005:52-53)Watt’a göre İslam’daki ayrılıkçı kavramının karşılığı tam olarak bidatı ifade eder. Çünkü ortaya çıkan her yenilik eskiden kopmadır. Bu, bir kavramın  özel göçebe kültüründen geniş İslam kültürüne aktarılmasının bir örneğidir. Ayrıca bu kavram İslamın değişikliklere uyarlanmasında bir kısım zorluklar çıkarır. (Watt,2002:70) Ancak bid'at kavramı Ehli Sünnetin kendileri için  türettiği bir kavram değildir. Aksine birinci ve ikinci asırda da vardır. Sünniler bu kavramı sistemlerine dahil etmişlerdir. Hicri ikinci asrın başında kavramın anlamı bağlama göre üç şekle ayrılmıştır. Kavram, bazen genel ahlaka ve örfe aykırı, bazen dini törelere ters, bazen de Hz. Peygamber’in sünnetine zıt olan şeyi ifade eder. (Krawulsky, 1999:83)

Sünni kavramı ise Ehli Sünnet ve’l-Cemaat ifadesinin kısaltılmış halidir. Sünni ifadesi Şii’ye karşı cemaatin birliğini kabul edenler anlamında; kelamcılara karşı hadisçiler anlamında; tasavvufi olana karşı Şer’i anlamında kullanılmıştır. Sonra bu terim muhaliflerinin özel konumlarını kabullenen Hz. Ali’nin soyuna bağlı olanları; kelam ve tasavvuf ehlini içine alacak şekilde genişlemiştir.(Hodgson, 1995:229-231)

Bryan Wilson’a göre dinler her zaman nihai kurtuluş ile ilgilenmişlerdir. Mezheplerin temel karakteristiğinde de bu vardır. Dini açıdan temel soru ‘kurtuluşa ulaşmak için ne yapmalıyız?’ sorusudur. Bu soruya verilecek cevaplar dini uygulamaları haklı çıkarır. Kurtuluşun manası her kültüre göre değiştiği gibi ona ulaşma yöntemleri de kültürlere göre farklılık gösterir. (Wilson, 2004:29) Sünni gelenekte kurtuluşun kimde olduğuna adres olarak kendilerini göstermişlerdir. Ehli Sünnetin kendisini fırka-i naciye ve hakikatin tek temsilcisi görmesinin belki de en önemli gerekçesi meşhur 73 fırka ile ilgili rivayetlerdir.[4] Sünni gelenek 73 fırka rivayetine dayanarak 72 fırkanın mutlaka gerçek olacağını düşünerek bu şekilde onları meşrulaştırmış bu 73 fırkanın sadece biri hak fırka olması nedeniyle de geriye kalan 72 Ehli bidat fırkayla mücadele etmenin gerekliliğine inanmıştır.(Okumuş,2005:.51) Watt  bu yaklaşımı Hıristiyanlıktaki ‘Kilisenin dışında Kurtuluş yoktur’ anlayışına benzer bir doktrin olarak değerlendirmektedir. (Watt,2002:83)

Emevi devleti, Meşru halife Hz. Ali’ye rağmen binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan Sıffin savaşından sonra kuruldu. Devletin kuruluş biçimi, iç savaşlarda ölenlerin durumlarıyla ilgili itikadi tartışmalar ve iktidara yönelik yapılan eleştiriler, devletin dayandığı dini-siyasi felsefeyi ve uygulamalarını savunmaya zorladı. Emevi iktidarı mezkûr nedenlerle yaşadığı meşruiyet sorununu aşmak için dini devreye sokma ihtiyacı duymuştur. İktidar bu amaç doğrultusunda cebri kader anlayışını canlandırmaya ve yaymaya çalışmıştır.[5] Emeviler, devlet yönetiminin kendilerine ilahi kader tarafından emanet edildiğini iddia etmişler ve buradan hareketle  otoriteye karşı gelmeyi ilahi iradeye karşı koymakla bir tuttular. (Radtke, 2005, s.55)

 

Cebir düşüncesi şiddet kullanarak iktidarı ele geçiren ve kendilerine meşruiyet arayan Emevilerin İslam öncesi Arap fatalizminden ilhamla geliştirdiği bir ideolojik savunma aracıdır. Bu yaklaşımın karşısında insan  sorumluluğunu öne çıkaran bir muhalefet cephesinin varlığı söz konusu olmuştur. İşte bu muhalefet cephesinin insan sorumluluğuna vurgu yapan dini düşünceyi seslendirmeleri irade hürriyeti meselesini gündeme getirmiştir. İşte bu süreçte barışçı ve mutedil çizginin öne çıkan figürü olan Hasan-ı Basri  irade hürriyetini vurgulayan bir risale kaleme almıştır. Ana dini akım içerisinde yaygın görüşün irade hürriyetini vurgulama noktasında olduğu görülmektedir. (Yücesoy,1994:106)

Emeviler döneminde  toplum, din ve siyaset ilişkilerinin ciddi değişim ve dönüşüm geçirdiği görülmektedir. Bu dönemde Emevi sultanları daha çok siyasi yetkilerini kullanan dünyevi iktidarlar olarak değerlendirilmiştir. Emeviler döneminde siyasi alanda şura gibi önemli uzlaşı aracı ortadan kaldırılmıştır. Bu dönemde cahiliye dönemine göndermede bulunan kabileci zihniyet tekrar tezahür etmiştir. Sadece kendi soylarına değil iktidar aygıtını ellerinde tutabilmek için müttefikleri olan kabilelere dayanmaları bunu göstermektedir. Toplumu oluşturan Arap ve Arap olmayan Müslüman halk(mevali) arasında hiyerarşiyi yansıtan bir uygulama olarak Arapları merkeze alan mevaliyi ikinci sınıf gören bir takım uygulamalar baş göstermiştir.[6] Bu yanlı politikanın sonucunda Mevali, Arap unsurundan daha kalabalık hale gelerek Abbasilerin kurulmasında önemli rol oynamışlardır.(Aydın, 2013:146-148)

Sünniliğin doktrinel edebiyatının ortaya çıkışı Emevi iktidarının son demleri ile (105/724) Abbasilerin iktidara gelip Memun’un  tahta çıkışına (198/813) kadar  olan zaman dilimine rastlar. Bu dönem içinde teşekkül eden Sünni akide günümüze kadar devam etmiştir. Sünniliğin dört büyük kurucusundan ikisi Ebu Hanife ve Malik bu yaşamlarının çoğunluğunu Emeviler döneminde geçirmişlerdir. Laoust,1999:97) Emeviler döneminde dini disiplinler geniş ölçüde devletin dışında ve bir dereceye kadar da onunla ahenksiz bir şekilde gelişme göstermiştir. Hatta dini merkez sünnetin anayurdu Medine’de kalmıştır. Devlet dışında teşri sağlayan merciler aynı zamanda mahalli bir nitelik taşıyorlardı. Fıkıh ekolleri başlangıçta bulundukları bölgenin yaşayan hadis ve geleneklerine bağlı kaldılar ve kufi, basri ve medeni gibi yerel kimlikleriyle tanındılar. Her yerleşim biriminin kadısı kendi görüşleri doğrultusunda bu kaynaklardan yaralanarak hüküm veriyordu. Daha sonra bu mahalli uygulamalar genelleştirildi. (Fazlurrahman, 2000:15; Aydın, 2013:148; Zubaıda,2008:30)

Dini bir anlama ve yaşama biçimi olarak mezhebi oluşumlar dinin kurucusunun ölümünden sonra  bir gelenek oluşturması ve bu geleneği her devirin kendi şartları çerçevesinde yeniden yorumlayıp üreterek sürekliliğin bir halkası konumunda olan alimleri ve bu alimlerin içinde yaşadığı sosyal çevreyi izleyerek daha iyi ortaya konabilir.Her ne kadar din ilahi vahye dayalı olsa da peygamberliğin sona ermesinin neticesi olarak şeriat, Hz. Muhammed’in varisleri olarak etkinlik gösteren O'nun mesajını, bilgisini ve yaşayış tarzını benimseyen, koruyan ve başkalarına aktaran alimlerin ortaya koydukları  yorum ve anlayışlarla icra edilmektedir. Fakat alimler yerine getirdikleri bu önemi büyük göreve rağmen dini ya da siyasi ayrıcalıklara sahip ruhani bir sınıfa dönüşmemektedirler. (Krawulsky, 1999:71) Alimler sınıfı dini metin ve kaynakları anlama ve yorumlama konusunda toplumsal çevrelerini bilgilendirip yönlendiren etkin figürlerdir. Tarihsel sürece bakıldığında siyasi, ekonomik, sosyokültürel, tarihsel ve dinsel faktörlerin bileşimiyle ortaya çıkan farklı referans çerçevelerinin teorik zemininin bilginler sınıfı tarafından inşa edildiği görülmektedir. Her mezhebi oluşumun referans çerçevesini oluşturan ilkeleri sözlü ve yazılı olarak formüle eden öne çıkan etkin entelektüel sınıftan bahsedilebilir. Sünni geleneğin bu anlamda etkin aktörleri Hasan el-Basri, Ebu Hanife, İmam Şafii, İmam Malik, Ahmed b. Hanbel, Eşari, Maturidi, Gazzali vb. sayılabilir. Bu bilginler, bunların yetişmesinde etkili olan merkezi şahsiyetler ve söz konusu âlimlerin öne çıkan talebeleri aracılığı ile Sünni düşünce şekillenip günümüze kadar gelmiştir. İslam toplumunda merkezi şehirleri (Medine, Kufe, Basra, Bağdat, Şam vb. ) ve bu şehirlerin düşünce dünyasını inşa eden merkezi şahsiyetler söz konusudur. İşte söz konusu merkezi şahsiyetler gibi İslam’ı her devirde değişim ve gelişim şartları çerçevesinde farklı anlayış ve yorum biçimleriyle üreten epistemik cemaatlerin başka bir ifade ile referans çerçevelerinin varlığı vakıadır.

 

 

KAYNAKÇA

Arslan, Hüsamettin,1992 Epistemik Cemaat, Paradigma Yay.

Aydın, Mustafa  2013  İslam’ın Tarih Sosyolojisi,   Pınar Yayınları, Ankara 3. Baskı

Cabiri, Muhammed Abid (2011) Çağdaş Arap İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma, Düşün Yay.,(çev: Ali İhsan Pala, Mehmet Şirin Çıkar),2. Baskı, İstanbul

Çiftçi, Adil, 2015 Bilgi Sosyolojisi Ve İslam Araştırmaları, Ankara Okulu,2015,2. Basım

Evkuran,Mehmet 2015-Sünni Paradigmayı Anlamak, Ankara Okulu,3.Baskı, Ankara

Günay, Ünver .(2011). Din Sosyolojisi 13.Basım İstanbul: İnsan Yayınları

Hatib el Bağdadi, Şeref’ul Ashab-il Hadis, (Haz: M. S. Hatiboğlu, Ank. Üni. İlahiyat Fak. Yay.,1972)

Hodgson Marshall, 1995 İslam’ın Serüveni, I, İz Yayıncılık, İstanbul

Kutlu, Sönmez 2016  Selefiliğin Arka Planı-İslam Düşüncesinde İlk Gelenekçiler, 3. Basım, Otto Yay.Ankara

Laoust, Henry1999 İslam’da Ayrılıkçı Görüşler, Pınar Yay.,(Çev: Ethem Ruhi Fığlalı, Sabri Hizmetli),İstanbul

Macit, Nadim  1995 Ehli Sünnet Ekolünün Doğuşu, İhtar Yay. Erzurum

Ocak, Ahmet Yaşar, 2013 Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler  4. Basım İstanbul

Okumuş, Ejder, Ehl-İ Sünnet Ve’l-Cemaat”İn Bir Meşrûiyet Aracı Olarak İcat Ve İstihdamı Marife, Yıl. 5, Sayı. 3, Kış 2005, S. 47 - 59

Krawulsky,  Dorothoa, 1999, Ehl-İ Sünnet Ve'l-Cemaat Örnegi:Temel Kaynaklara Göre Sünni Ögreti, (Çev: Şule Şeker), Makalat 1999/1

Keleş, Ahmet,  73 Fırka Hadisi Üzerine Bir İnceleme, Marife,2005, sayı,:3,s.25-45.

Özkan, Mustafa 2008  Emeviler Döneminde Ulema-İktidar İlişkisi, Ankara Okulu Yayınları

Radke, Bernd, 2005 Der Sünnitische İslam, Der Islam in der Gegenwart,  5. Baskı  C. H. Beck Verlag

TDV, İslam Ansiklopedisi

W. Montgomery Watt,2002 Dinlerde Hakikat,İz Yay.,(Çev: A. Vahap Taştan, Ali Kuşat) İstanbul

Wilson, Bryan 2004 Dini Mezhepler, İz Yay.(Çev: Ali İhsan Yitik, A. Bülent Ünal)

Yavuz, Yusuf Şevki  DİA Ehli Sünnet Mad.yıl: 1994, cilt: 10,  sayfa: 525-530

Yücesoy, Hayrettin 1994  İslamın İlk Dönemlerinde Siyasi Kelam Okullarının Gelişimi, Bilgi Ve Hikmet Dergisi, Sayı:7

Zubaıda Sami, 2008 ,İslam Dünyasında Hukuk Ve İktidar, Bilgi Üniversitesi Yay.

 



[1] Günümüz Türkiye’sinde dini alanda öne çıkan aktörlerden bazıları (Cübbeli Ahmet Hoca, EBUBEKİR Sifil, İhsan Şenocak, Bedri Gencer vb.) Sünniliğin İslam’ın kendisi olduğunu savunmaktadırlar.

[2] E. Shils entelektüel cemaati açıklayabilmek için merkez-çevre teorisine başvurur:

Her toplumun bir merkezi vardır, toplumun yapısında bir merkezi kuşak vardır,Bu merkezi kuşak toplumun üzerinde yer aldığı ekolojik bölgede yaşayanları etkiler………Merkezi kuşak mekan bakımından yeri belirli bir şey değildir……………Merkez ya da merkezi kuşak değer ve inanç alanlarından oluşan bir fenomendir. O, toplumu yöneten inançlar, semboller ve değerler düzeninin merkezidir; merkezdir, çünkü daha fazla küçültülemeyen ve nihai birim olma özelliğine sahip bir ünitedir. Merkezi kuşak kutsalın doğasına sahiptir. Bir anlamda her toplumun resmi bir dini vardır; toplum veya toplumun temsilcileri ve yorumcuları onu üç aşağı beş yukarı seküler, plüralistik ve hoşgörüye dayalı bir toplum olarak algıladıklarında bile bir resmi dini vardır. Hâkimiyet kimin hakimiyeti ise din de onun dinidir ilkesinin katılığı yumuşasa ve haşinliği dinse bile genel-geçer hakikatin çekirdeği olarak kalır. Merkez aynı zamanda bir eylem fenomenidir. Merkez kurumlar içinde bir faaliyetler, roller ve şahsiyetler  yapısıdır. Değerlerin ve inançların merkeziliği bu rollerle cisimleşerek doğar (akt. Arslan,1992:117).

[3] Mezhebi eğilimlerde ilahi hakikatin tek yorumu olduğu, bununda kendileri tarafından temsil edildiği ve diğer fırkaların hakikatten ayrıldıkları düşüncesini içeren teolojik bir tezin varlığı söz konusu olmuştur. Kendileri dini hakikati temellük ettiklerine göre artık sorun diğer fırkaların hangi noktalarda sapıklığa düştükleri konusundadır. Bu sorunu çözümleme noktasında her bir grup paradigmatik bütünlüklerini, referans çerçevelerini kazanamadıkları ilk iki yüzyıllık dönem içinde birbiri ile çelişkili kavramsal çerçeveler oluşturarak cevap verme çabası içinde olmuşlardır. Fırkalar paradigmatik bütünlüklerini ve referans çerçevelerini şekillendirdikten sonra önceki çerçeveler yedek kavramsal çerçeveler olarak kalmışlardır. Merkezi referans çerçevesi ile merkezin dışındaki kavramsal çerçeveler yan yana olmaları sebebiyle epistemolojik bölünmenin gerçekleştiği görülmektedir (Yücesoy,1994,s.103-104).

 

[4] Bu konuda birbirinden farklılık arzeden bir çok rivayet vardır.Bunlardan bir tanesi şu şekildedir:’…….İsrailoğulları 72 fırkaya bölündü. Benim ümmetim 73 fırkaya bölünecektir.Onlardan biri hariç hepsi ateştedir.Dediler ki: O tek kurtulan millet kimdir? Ben ve ashabımın bulundukları şey üzerine olanlardır.’Ebu Davud,Sünne,1;Hakim, Müstedrek, ilim, 154.Bu konudaki rivayetlerin genel bir değerlendirmesi için Bkz. Ahmet Keleş, 73 Fırka Hadisi Üzerine Bir İnceleme, Marife,2005, sayı,:3,s.25-45.

[5] Cebri öğretiye göre iktidarın kuruluşu, bu dönemde meydana gelen vakıalar ve idarenin diğer tüm icraatları Allah’ın ezeli ilminin zorunlu sonucudur. Devleti yöneten aktörlerin bu öğretiyi benimsemeleri, bu anlayışı eleştirenleri öldürtmeleri ya da onlara karşı tavizsiz ve totaliter bir yönetim biçimini tercih etmeleri, icraatlarını meşrulaştırma ve yönetime karşı yapılan eleştirilerin önüne geçmeye dönüktür. Emevi iktidarı kendisinin sebep olduğu olaylar ve bu olaylara yaklaşım biçimi veya bu yaklaşım biçimine tepki olarak ortaya çıkan dini-siyasi mezhep, doktrin ve mezhep mensuplarına karşı kendi maslahatları açısından yaklaşmaya çalışıyorlardı. Bu çerçevede yöneticiler iktidarın temel dini ve siyasi görüşleriyle uyumlu cebriye öğretisini desteklemişlerdir. Devlet yönetimi cebri kader anlayışını reddedip insanı fiillerinin faili ve sorumlusu olarak gören Kaderiyye ve Mutezile mensuplarına karşı baskıcı ve tavizsiz bir politika izliyorlardı. İnsanı fiillerinin faili ve sorumlusu olarak gören teori iktidarın icraatlarının Allah’ın iradesinin sonucu olduğu şeklindekini din anlayışını, iktidarın dini olduğu tezini ve halifelerin yaptıklarından hesaba çekilmeyeceklerini içeren düşünceyi çürütüyordu. Bkz. Mustafa  Özkan, Emeviler Döneminde Ulema-İktidar İlişkisi, Ankara Okulu Yayınları, 2008, s.256-258)

[5] Ayrıca irade hürriyetini vurgulama ve cebir düşüncesini eleştirme noktasında  öne çıkan aktörler arasında Mabed el-Cüheni ve Gaylan el-Dimeşki’de vardır.

 

[6] Fethedilen topraklardaki insanlardan kendi arzularıyla İslamiyet'i kabul edenler hukuken Arap müslümanlar gibi bütün haklara sahip oluyorlardı; çünkü İslam dini ırklar arasında hiçbir fark gözetmiyordu. Ancak Emeviler zamanında mevalinin bazı haklardan Araplar kadar faydalanamadığı görülmektedir. Emeviler'in ırkçılık yaptıklarına ve Arap olmayan müslümanları tahkir ettiklerine dair çeşitli rivayetler vardır. Bununla beraber Emeviler'in mevaliye karşı bu yaklaşımını, devletin resmi politikası olmaktan ziyade hakim sınıf ile diğer güç odakları arasındaki rekabetin bir yansıması şeklinde değerlendirmek de mümkündür.(TDV, İslam Ansiklopedisi dEmeviler Maddesi)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ANTONY FLEW'İN YANILMIŞIM TANRI VARMIŞ KİTABININ ÖZETİ-1-

                Flew, bu kitabında çocukluğundan itibaren inanç  bakımından yaşadığı tecrübelere yer vererek kısaca ateizmden teizme geçişini anlatıyor. İçinde doğduğu ailenin  Hıristiyanlığa bağlı olduğunu,  babasının vaizlik yaptığını, ayin ve toplantılara katıldıklarını bununla birlikte kendisinin dini bir feyz ve zevke almadığını ifade ediyor. Kitapta ilk önce ateizmi savunan kendi yazdığı eserlere ve onların  temel görüşleriyle bunlara verilen cevaplara  yer veriyor. Yazar, kısaca okumaları ve çalışmalarının kendisini bilimsel olarak benimsediği (öne sürülen iddianın götürdüğü yere gitmek) ilkeyle tutarlı bir biçimde yaşadığı değişimi samimiyetle anlatıyor. Kitap ayrıca ateizm konusundaki temel yaklaşımlara ana hatları ile yer veriyor. Çocukluk ve gençlik yıllarındaki Hıristiyan temelli inançlardan ateizme evirilişinin ilk adımını kötülük probleminin oluşturduğunu söylüyor. O zamanlar ailes...

Şerif Mardin’in ‘Din ve İdeoloji’ Eseri Üzerine

     Din ve İdeoloji kitabı, çapı küçük fakat içerik olarak oldukça geniş ve derin olduğu rahatlıkla söylenebilir. Efradını cami ağyarını mani bir ifade ile alanında tam bir başvuru kaynağıdır.      Yazar, ilk önce ideoloji kavramını  iki ayrı kategoride ele alıyor: Sert ideoloji ve yumuşak ideoloji. “Sert” ideolojiyle, sistematik bir şekilde işlenmiş, temel teorik eserlere dayanan, seçkinlerin kültürüyle sınırlandırılmış, muhtevası kuvvetli bir yapı kastedilirken,  “yumuşak” ideoloji ile de, kitlelerin, çok daha şekilsiz inanç ve bilişsel (cognitive) sistemleri ifade ediliyor. Yazar, ideolojiyi ise kitle toplumunun belirmesiyle beraber önem kazanan inançlar ve idare edilen”lerin arasında yaygın, yönlü, fakat sınırlı, belirsiz fikir kümeleri olarak tanımlıyor. İdeolojiler, siyasi fikir tarihi açısından  uzun zaman, insanların aklını çelen kuraldışı etkenler olarak tanımlanmıştır. [1] Yazar, bilimsellik niteliğinin üç ana...

MEHMET EVKURAN’IN SÜNNİ PARADİGMAYI ANLAMAK ADLI ESERİNDEN

     (Mehmet Evkuran,Sünni Paradigmayı Anlamak, Ankara Okulu Yayınları,2015,3.Baskı) Evkuran, Sünni paradigmayı anlamak adlı çalışmasında Ehli sünnetin siyaset düşüncesinin yapısı ve sorunlarını konu edinmektedir. Bu yazıda daha çok kitaptan alıntılara yer verilecektir. Eser, son yüz elli iki yüz yıl içinde geri kalışımız bağlamında yapılan tartışmaların merkezinde yer alan Sünni düşünceyi konu edinmektedir. Daha önceki yapılan çalışmalarda geleneksel din anlayışı, geleneksel dini düşünce şeklinde eleştirilerin hedefinde olduysa da bu çalışmada zihniyet ve dünya görüşü oluşturucu yanıyla Sünni gelenek, Türkiye’de bir bütün olarak ilk defa derli toplu, eleştirel olarak bir çalışmaya konu edilmiştir. Yazara göre kendini bir hakikat ve dinin en doğru yorumu olarak temellendiren Ehl-i Sünnet söylemi, varlığını tehdit ettiğini düşündüğü yaklaşımlara karşı koyduğu gibi, onu bilimsel/ideolojik bir okumanın nesnesi/konusu yapan yaklaşımlara karşı da kendini savunmaktadır...