Dini
alan kısaca toplumsal kesimleri peşlerinden sürükleyen öne çıkan aktörler, bu
aktörlerin görüşlerini benimseyen kitleler; aktörler arasında ortaya çıkan yorum farklılıkları nedeniyle
oluşan polemikler, tartışma ve çatışmalar tarihten günümüze boyut ve derecesi
farklılık gösteren bir biçimde hep var ola gelmiştir. Dini alan aktörler ve
yorumları ile taraftarlar sosyolojik olarak dinin pazar modeli ile daha net anlaşılabilir.
Pazarda satıcılar, müşteriler ve ürünler vardır. Dini alan pazarında satıcı
konumda olan dini uzman olarak arzı endam eden öne çıkan dini aktörler; ürünler
ise söz konusu bu aktörlerin dini metin ve eserlere atıfla ürettikleri anlam
yorum stokları; müşteriler üretilen bu yorumların benimseyenlerini ifade etmektedir.
Nasıl ki pazarda her ürünün az veya çok alıcısı olduğu gibi din alanda da
sunumu yapılan yorum ve anlayışların her birinin az ya da çok bir hedef kitlesi ortaya çıkmaktadır.
Dini
metin ve başvuru kaynağı olarak kabul edilen eserleri anlama ile ortaya çıkan
problem, olay ve olguları söz konusu referanslar çerçevesinde dini anlamda bir
bağlama yerleştirme konusu alabildiğine farklı renk ve desenlerde tezahür
etmiştir. Bu nedenle itikadi ve fıkhi
yorum farklılıkları olarak ortaya çıkan mezhepler ve farklı yaklaşımlar toplumsal yaşamın bir zorunluluğu olarak var
olmuş ve var olmaya devam edecektir.
Mezhep,
meşrep ve yorum farklılıklarının renk ve desenlerini özne olan insanların dini
metinlere yaklaşım biçimleri, insan, akıl, bilim, olay, olgu ve dünyaya
karşı bakış açılarının belirlediği
söylenebilir.
Dünyayı,
olay ve olguları dini metinler ve kozmolojik metin olarak dünya ve kâinattaki
bilimsel verilerle birlikte anlamaya yorumlamaya çalışanlar olduğu gibi olay ve
olguları sadece dini metinlerden hareketle anlamlandıran ve yorumlayan
insanlarda az değil yaşadığımız gezegende. Aslında temel dini metinlere
Allah’ın bir mesajı, mektubu veya kitabı gibi bakıldığı gibi kainata matematik,
astronomi, fizik, kimya vb. alanların spesifik yaklaşımlarıyla Allah’ın bir
diğer kitabı, mesajı olarak bakanlarda vardır.
Dünyayı
tecrübe edilen gerçeklerden uzak bir biçimde sadece dini metinlerin kavramlaştırmalarıyla
anlama ve yorumlamaya çalışanlar açısından Kuran ve hadisler ile ilk dönem başvuru
kaynakları ve onları referans alan ulemanın görüşleri kıyamete kadar ortaya
çıkacak olay ve olguları anlama ve yorumlama için yeterlidir. Bu tipolojiyi
yansıtan bazı kişi ve gruplar yegane doğru yaklaşımın kendilerinin ki olduğunu
öne sürmekle kalmayıp diğer grup ve kişilere hakikat ve yorumlama tekeli
konusundaki görüşleri doğrultusunda sözlü ve fiili saldırılara varan tutum ve
davranışlar sergilemeye başlarlar. Ve
onlara göre akıl, pozitif ve sosyal
bilimler nerdeyse fuzulidir.
Günümüz
Türkiye’sinde de bir dini alan, alandaki aktörler, aktörler arasındaki
ilişkiler, polemikler, çatışma ve gerilimlerin varlığı bir vakıadır. Söz konusu
dini alanda ortaya çıkan farklılaşmaları ifade etmek için çok çeşitli sınıflandırmalar
yapılabilir. Fakat bu arada aktörler ve
hedef kitleleri göz önünde bulundurarak kamusal alanda öne çıkan
farklılaşmalar bağlamında bir kategorik ayrım yapılabileceğini düşünüyorum. Ülkemizde dini alanda ilk olarak olay ve olguları geleneksel ve rivayet ağırlıklı
dini mirasla anlama ve yorumlamaya çalışan
geleneksel dini yaklaşımın aktörlerinden söz edilebilir. Geleneksel dini
anlayış derken geleneksel Sünni yaklaşımı ifade ettiğimi belirtmeliyim.
Geleneksel Sünni yaklaşım ise ait olduğumuz coğrafya bağlamında ana hatlarını fıkıhta
Hanefilik, itikatta Eşari ve Maturidilik, tasavvufta Nakşibendiliğin
şekillendirdiği dini yaklaşım olarak açıklanabilir. Geleneksel sünni yaklaşımın
içerik dünyasına itikadi, fıkhi ve tasavvufi bileşenlerin haricinde bir takım
halk dindarlık pratiklerinin de eklemlendiği söylenmelidir.
Başka
bir tarafta bu geleneksel dini yaklaşımın olay ve olgulara bakış açısını
yansıtan ve onların temel kabullerine
karşı çıkan gelenek ve rivayet ağırlıklı dini anlayışa oldukça mesafeli olan;
ayrıca günümüz İslam dünyasının içinde bulunduğu durumdan bu geleneksel
yaklaşımı sorumlu tutan, olay ve olguları anlama ve yorumlamada aradan geleneği
çıkarıp Kuran’daki İslam yaklaşımını ortaya koyma iddiasında olan ve bilgi stoklarını
buna göre şekillendiren Kuran İslam’ı yaklaşımının öne çıkan aktörleri arzı
endam etmektedir. Kur’an İslam’ını savunanlar kendi içlerinde homojen olmayıp
derece ve boyutları değişen oranda bir
farklılık göstermektedirler. Bununla birlikte Kur’an’ı merkeze alma, rivayetler
ve geleneksel dini yaklaşıma karşı oldukça sert eleştiriler yöneltme vb. konularda
ortak düşüncelere sahiptirler Gelenek-modern çatışmasında öne çıkan tartışma
konuları Kuran ve hadislere yaklaşım, nesih, kürtaj, mürtedin hükmü, kadının
durum ve konumu, ölülere Kur’an okuma, mevlid, kandiller, türbe ziyaretleri,
lgbt, evrim, tarihselcilik, şefaat, tasavvuf ve tarikat vb.
Dini
alanda öne çıka üçüncü bir farklılaşma olarak Kuran’ı anlama konusunda tarihselciliği bir yöntem
olarak benimseyen, geleneği kategorik olarak reddetmeyen akıl ve bilimi de
dışlamayan olay ve olguları anlama ve yorumlamada bizatihi realiteyi anlamaya
da önem veren aktörlerin varlığı da söz
konusudur. Dini alan elbette sözü edilen aktörler ve gruplardan ibaret
değildir, bunların dışında çok sayıda oluşumdan bahsedilebilir ve başka bağlamlarda
kategorik ayrımlar yapılabilir.
Günümüz
Türkiye’sindeki dini alanı ve aktörlerinin ilişkilerini anlamada bize yardımcı
olması için tarihte yerini almış Birgivi
ve Kadızadeliler hareketi üzerinde durmanın faydalı olacağını düşünüyorum. Dini
alan, tarihten günümüze sürekli yorumlar savaşı mı yoksa mücadelesi mi demeliyim bilmiyorum ama hep tartışma, çatışma,
polemikler arenası olmuştur adeta. Bu yazıda kısaca Kadızadeliler ve onların
referansını teşkil eden Birgivi Mehmet Efendi’nin görüşleri üzerinde ana
hatları ile durulacaktır.
Osmanlı
Devleti’nin yükseliş döneminde yetişen
Birgivi Mehmet Efendi[1]
her türlü yeniliği bidat[2]
kabul eden gerek yazdığı eserlerde gerekse vaazlarında fikirlerini yaymaya
çalışmıştır. Birgivi Mehmed Efendi’nin dini yaklaşımı Hanbeli geleneğinden gelen İbn Teymiye’nin
selefi düşüncelerine dayanmaktadır. M. Efendi’nin yaşadığı dönemde dini klasik ulemadan farklı yorumlamasının
siyasi ve toplumsal nedenleri vardır. Osmanlı siyaset ve yönetiminde
gördüğü birtakım yolsuzluklar ve toplum
hayatında müşahede ettiği veya onun böyle nitelendirdiği bozulmalar, kendisini
derinden etkilemiş görünmektedir. Birgivi’nin yaşadığı devrin, Kanuni’nin
şehzadelerinin mücadeleye giriştikleri; çeşitli idari kademelerdeki çoğu
devşirme menşeli devlet adamlarının suiistimallerde bulundukları; Anadolu’da
birbiri peşine isyanların patlak verdiği bir dönem olduğu dikkate alınmalıdır.[3]
“Tanrının
haram kıldıklarından halkı kalemim ve dilimle korumak benim üzerime farz,
susmam ise günahtır’, diyerek bir yandan mutasavvıflara, diğer yandan da devlet
hizmetindeki yüksek ulemâya saldırıyordu. Hanbeli mezhebini izleyen Birgivî,
ölüleri anmak için yapılan ayinleri, şefaat istemek için mezar ve türbeleri
ziyaret etme gibi âdetleri İslâm'ın ruhuna aykırı buluyordu. El sıkma,
selâmlaşırken eğilme, el ya da gömlek öpme gibi yerleşmiş alışkanlıkları
Peygamber zamanında olmadıklarından sünnete aykırı diye reddederdi. Din
hizmetinde çalışanlara para verilmesi, para ve taşınır malların vakıf[4] olarak vasiyet edilmeleri
gibi Osmanlı toplumunun bazı temel kurumlarına saldırması kurulmuş düzen için
bir tehdit oluşturuyordu. Bu yüzden Şeyhülislâm Ebussuûd bu tür vakıfların meşru olduğunu bildiren bir fetvâ çıkarmak
gereği duymuştur. Mehmet Birgivî, fetvâların hatalı olduğunu iddia ederek, şeyhülislâma
doğrudan doğruya saldırmakta tereddüt etmemiş, onu küfürle
suçlamıştır.Birgivi’nin aksine, şeriatla çatışmayan bidatları (îslami geleneğe
mal olmuş örf ve âdetler) tecviz eden Ebussuud Efendinin ona katıldığı tek
nokta, tarikatların raks ve semainin caiz olmadığı idi. Hatta gerek Kemal
Paşazade ve gerekse Ebussuud bir çok tarikatların ayinleri arasında bulunan devir ve raksın haram olduğuna dair verdikleri fetvaları da zikredilebilir. Gencer’e
göre bir şeyhülislam olarak Ebussuud, yüklendiği sorumluluk gereği hikmeti
hükümeti gözetmek durumundayken Birgivi ise resmi değil, sivil bir alim olarak dünyaya
idealist baktığı için hikmeti hükümet gerekçesiyle şeriatın zorlanmasına karşı
çıkıyordu.[5] Bu fetvalara karşı zamanın ileri gelen mutasavvıfları, bir takım risaleler yazmak suretiyle,
devran suretiyle zikrullahın
meşru
olduğunu ileri sürmüşler; bazı Mevlevi ileri gelenleri de
sema'ın haram olmadığına dair
risaleler yazmışlar ve
böylece karşı tarafa cevaplar
vermişlerdir. Birgivi Mehmed Efendi şiddetle tarikatlara karşı çıkıyor,
İslamiyet’i zedeleyen bidatların çoğunun onlar tarafından ihdas edildiğine
inanıyordu. Bu sebeple toplumun şeriatın gerçek çehresinden uzaklaşmasından
onları sorumlu tutuyordu. Kendisinin bu tutumunun altında, tasavvufa yatkın
olmayan mizacının da etkisini görmek zor değildir. Nitekim Kâtip Çelebi,
Birgivi’nin şeriat ilimlerinde muhakkik biri olmasına karşılık, felsefi
ilimleri sevmeyip eserlerinde bunları inkâr ettiğini belirtmekle bu gerçeği
dile getirmektedir. Ayrıca o, Birgivi’nin, tarih okumadığı için, tanımadığı örf
ve âdetlere boşu boşuna karşı çıktığını bildirerek Birgivi’nin olgu ve olaylara
yaklaşım tarzını ortaya koymaktadır.[6]
XVII.
yüzyıla gelindiğinde dini ve fikri müsamahanın çok azaldığı ve tasavvuf ve tarikat ehline aşırı derecede
düşmanlık gösteren bir vaizler sınıfının ortaya çıktığı görülmektedir. Bu
vaizler devletin o dönemde farklı alanlarda geri kalışını bir çok bidatla
ilişkilendirdikleri görülmektedir. Söz konusu vaizler avam halkı okşayan
konuşmaları ile kendi taraflarına çekmeye çalışmışlar ve mutasavvıflara karşı
düşmanca tutum takınmışlardır. Bir zamanlar karşılıklı
kitap
veya risalelerle yapılan
münakasalar,
bu yüzyılın ortalarına doğru İstanbul'da fiili
bir mücadele şeklini almıştır.
Bu
mücadelenin, bu şekilde
şiddetli
bir hale gelmesine, hükümetin
aczi,
bazı saray ağalarının bu
mutaassıp vaizlerle işbirliği yapması sebep
olmuştur. XVII. yüzyılda
ortaya çıkan bu vaizlere Kadızadeliler veya
Fakılar(Fakih) denir.
Bunların faaliyetleri
neticesinde, Halveti,
Mevlevi tekkelerin de serbest bir şekilde ayin yapılması güçleşmiş, bu yüzden İstanbul halkı adeta iki kısma ayrılmıştır. Bazı saray
adamları da vaizleri tuttuğu için, tekkelerin
basılması ve bazı şeyhleri ölümle tehdit etmek
gibi çirkin hadiseler olmuştur.
Bu
vaizler esas itibariyle zahiren de olsa, Birgivi'nin özellikle Müslümanların
hayatına giren bidatlerle mücadele amacıyla yazdığı Tarikat-ı Muhammediye adlı eserini
kendilerine başvuru kaynağı yapmışlardır.Söz konusu eser Kadızadelier
tarafından kusursuz addedilmiş; onlar bu eseri eleştirenlerle bizzat mücadele
etmişlerdir. Bu vaizlerin başında Küçük Kadızade denen Balıkesirli Mehmed
Efendi bulunmakta idi. Onun mahlası
durumunda
bulunan Kadızade ünvanını diğer taraftarları da
kullanmışlardır: Küçük
Kadızade H. I04I/M.1631 yılında Ayasofya vaizi idi.
Bu sırada devletin umumiyetle sıkışık olan durumundan
istifade ederek, şeriatın müdafii olarak ortaya çıkmış, mevcut bütün hataların şeriata aykırı eylemlerden ileri geldiğini ilan etmiş, halkı şeriata
aykırı addettiği tarikatlara
karşı cephe almaya davet etmiştir. Bu sırada memlekette tütün yasağı ilan etmiş olan IV. Murad'a tütünün haram olduğunu beyan ederek, Murad'ın bu yasağını desteklemiştir.
Kendisine, tütün ve kahvenin Allah tarafından menedilmemiş olduğu söylenince,"ulu'
l-emrin menetmesiyle terki lazım
gelir,
bunu dinlemiyenler katlolonur" demekten çekinmemiştir. Bu
yüzden haklı haksız birçok
insan öldürülmüştür. Kadızade,
aynı zamanda
mutasavvıflarla da uğraşmıştır.[7]
Devran
ve sema'ın haram olduğunu iddia etmiştir. Diğer taraftan
onlar matematik ve aklî ilimlerin medrese eğitiminden kaldırılmasını
istemişlerdir. Fakılar yalnız yaygın
dinî bağnazlığı körüklemekle kalmamış, aynı zamanda da lükse ve yönetici
sınıfların savurganlığına da hücum ediyor, haksızlıklardan ve çağın gevşek
ahlâkından da şikâyet ediyorlardı. 1656’da, İstanbul tekkelerine bir saldın
düzenleyip genel bir kıyımla dinî sapkınlığın köküne darbe vurmayı
planladıklarında, destekçilerinin çoğu yoksul medrese öğrencileri ve sıradan
esnaf idi. Bunların halk kitleleri üzerindeki güçlü etkisinin bilincinde olan
bazı saray görevlileri fakılardan yana olarak onları kendi iktidar oyunları
için kullanmışlardır. Fakıların devlet otoritesini ve toplum ahlakını
zayıflattıklarını ve halk arasına fitne soktuklarını iddia eden yüksek
makamlardaki ulemâ ve genelde tüm bürokrat sınıf fakılara karşıydı. İşbaşına
gelen Köprülü Mehmet Paşa (ö. 1661) vezir-i âzam olduğunda, kışkırtıcı fakıları
İstanbul’dan sürerek durumu sakinleştirmiş ve iç savaşın önleyebilmiştir.[8](Yurdaydın,116-118;İnalcık,191-192;Ocak,208-225)
İnalcık’a
göre Birgivi ve fakıların ortaya koydukları muhalefetin kuramsal temeli, tüm Osmanlı kültür ve
toplumunu etkileyen bir sorun olan İslam’daki “bid’at" sorunudur. Resmî
Osmanlı çevrelerinin bid’at hakkındaki genel görüşü, hoşgörülü Hanefiliğin
icmâ’ kavramının dinî ve hukukî kanaatlere kaynak olması yönündeydi.
Karşılarındaki Mehmet Birgivî ve fakılar ise, Hanbelîlerin gelenekçiliğini
benimsemişlerdi. Bunlar, yüzeysel bir Kur'an ve sünnet yorumunun kabul
edemeyeceği her yeniliği İslâm’a aykırı görmüşlerdir. Tasavvufa ve din
ilkelerinin her türlü bâtınî yorumuna karşıydılar. Kâtip Çelebi’ye göre, İslam
toplumunun büyük bir bölümünün benimsediği örfi alışkanlıklarla bid'atlar güç
kullanılarak kaldırılamaz. Ona göre dini düzlemdeki tutuculuk ve katılığın gerçek tedavisi, II. Mehmet zamanında olduğu
gibi, dini ilimlerle aklî ilimlerin birlikte okutulmasındadır.[9]
Bir
kişi veya grup sadece dini metin ve dini eserlere ağırlık verip fizik, kimya
biyoloji, matematik ve felsefe vb. pozitif ilimlere bigane olursa bu tipolojiye sahip kişi ve
gruplarda kendi yorumları konusunda dinde kesinlik ve hakikatin yegane sahibi
oldukları iddiasının daha fazla olduğu söylenebilir. Diğer taraftan dışardaki gerçeklikle temas etmeden kitap
sayfalarından olay ve olguları dini metinler çerçevesinde bir yere
konumlandırmaya çalışanlarında aynı zihin dünyasına sahip olduğu söylenebilir.Böyle
bir durumda kendileri hakikatin yegane sahibi olduklarına göre diğer grupları
bu hakikate çağırma kalmaktadır geriye. Dinde kesinlik iddiası derken imanın
esasları, Kuran‘ın farz, haram vb. kavramsallaştırmalarını kastetmiyorum.
Dinde kesinlik iddiası derken dini metin
ve eserleri anlama-yorumlamaya çalışan kişi ve grupların kendi ürettikleri
anlam ve yorum stoklarının yegane doğru
olduğunu ve diğerlerinin yanlış olduğunu iddia etmeleri olarak ifade
etmek istiyorum. Yukarıda örneği verilen dini konuların dinin asıl ve
temellerine ait bir konu olmayıp içtihat ve yorum farklılıklarının doğal olan
meseleler olduğu dikkate alınacak olursa durumun ne kadar vahim boyutlara
ulaştığı görülecektir.Bu noktada Bardakoğlu’nun vurgularına kulak vermek
gerektiğini düşünüyorum:
‘İnsanların
belli bir kesiminin dinî bilgi ile ilgilenir olması, dindarlığı kendi tekeline
alması gibi bir sonuç üretmemelidir. Ama İslam dünyasında farkında olmadan dini
bilgiyi hatta dindarlığı kendi tekelinde tutma eğilimleri başlamıştır. Hem din
uleması kesiminin gidişatı hem merdiven altı dini bilgiler üreten oluşumların
hepsi giderek dini bilgiyi ve dindarlığı belli sınırlar ve kalıplar içerisinde
tutmak için uğraşmaktadır. Bu İslam dünyası için dinin ortak payda olduğu İslam
dünyası için son derece riskli bir konudur. Din 1,5 milyarlık İslam dünyasını
ortak malıdır, hepsi Allah’a ve peygambere eşit derece yakındır. Dini bilgi
sahibi olmak daha dindar olmak manasına gelmemelidir. Aramızda doktorlar
vardır. Bir insanın Tıp ilmi ile uğraşması daha sağlıklı olması anlamına
gelmez. O doktor alanın bilgisini aktarır ve insanların sağlıklı olmasına
hizmet eder. Aynı bunun gibi din bütün o dine inananların ortak malıdır ve
herkes eşit derece de Allah’a ve peygambere yakındır. Bu konudaki tekelleşmeler
İslam dünyasını parçalayabilir, İslam dünyasının adeta sonu olabilir…..
Dini bilgi ile dini bilgiye dair
bilgiyi birbirinden ayırmak gerekir… Dini bilgi Allah’ın gönderip, peygamberin
öğrettikleridir. İnsanların yaptıkları ise dini bilgiye dair yorumlardır. Çünkü
bunlar bireysel insiyatif ve yorumlardan ibarettir. Biz bu ayrımı yapmaz ve
Allah ve peygamberin dedikleri ile insanların dediklerini birbirine
karıştırırsak ve eşit derece dini bilgi olarak görürsek dini tekelleşme ve
hegamonya oluşur. Din üzerinden tansiyon yükselir. Bu bakımdan da dini bilgi
deyince Allah’ın Kuran’ında anlattığı, Peygamber efendimizin sünnetinde
anlattığı bilginin hasılasını anlarız. Tarih boyunca, 14 asır boyunca bizlerin
ürettiklerimiz ise dini bilgiye getirdiğimiz yorumlamalardır.’[10]
Tarihten günümüze İslam alimlerinin
yorumlama ve yaklaşım farklarına değinen Bauer zaman içinde ortaya çıkan paradoksu
çarpıcı bir biçimde şöyle ifade etmektedir:
‘14.
yüzyıl âlimleri Kur’an’ın değişik tefsirlerini bir zenginleşme sayarken,
günümüz Müslümanları için Kur’an’ı farklı okuma tarzlarının varlığı bile
katmerli bir rezalettir. Geleneksel İslâm’ın âlimleri Kur’an’ın mütalaa
olanaklarının çoğulluğunu methederken, günümüz Kur’an yorumcuları, ister
Batı’da olsunlar ister Doğu’da, ister fundamentalist olsunlar ister reformcu,
Kur’an metnindeki bir parçanın yegâne hakiki anlamını kesin olarak bildiklerine
inanıyorlar. Klasik çağın âlimleri için görüş farklılığı, peygamberin bilinen
bir sözü uyarınca, cemaat için bir nimet sayılırken, bugün birçoklarınca kökü
kurutulması gereken bir hastalık addediliyor...’[11]
KAYNAKÇA
Ali Bardakoğlu, Günümüz İslâm Dünyasında Meseleler ve
Çözüm Yolları, Uluslararası Sempozyum 10-12 Ekim 2016
Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu:Klasik Çağ
(1300-1600),(Çev:Ruşen Sezer), YKY Yayınları, İstanbul,1995,s.191-192
Huriye Martı, ET-Tarikat-ı Muhammediyye, DİA
Maddesi
Thomas
Bauer, Müphemlik kültürü ve İslam Thomas Bauer, iletişim yay 2019 çev: Tanıl Bora
İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, Türk Tarih
Kurumu,3.cilt,308;
Hüseyin G. Yurdaydın, İslam Tarihi Dersleri, Ankara İlahiyat FAK
Yayınları, Ankara Üniv. Basımevi, 1971, s.117;
Ahmet Yaşar Ocak, XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda
Dinde Tasfiye (Puritanizm) Teşebbüslerine Bir Bakış: Kadızadeliler Hareketi,
Türk Kültürü Araştırmaları, 1979-1983, Ankara,s.208-225
Kâtib Çelebi, Mîzânü’l-Hak fî İhtiyâri’l-Ehak,
İstanbul
Kaşif
Hamdi Okur, Para Vakıfları Bağlamında Osmanlı Hukuk Düzeni Ve Ebussuud Efendinin
Hukuk Anlayışı Üzerine Bazı Değerlendirmeler, Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 2005/1-2, cilt: IV, sayı: 7-8, ss. 33-58.
Bedri
Gencer, İslam’da Modernleşme,Doğu-Batı Yay.3.Baskı
Fahri Unan, "Dinde Tasfiyecilik Yahut Osmanlı Sünnîliğine Sünnî Muhâlefet: Birgivî Mehmed Efendi",
Türk Yurdu, X/36 (Ankara, Ağustos 1990),
s. 33-42.Türk Yurdu, X/36 (Ankara, Ağustos 1990), s. 33-42.
[1] Birgivi Mehmed Efendi
1522 de Balıkesir’de doğmuş ve ilk tahsilini bir müderris olan babasından
görmüştür. Sonra kabiliyetinin görülmesiyle babası Ali Efendi tarafından
İstanbul’a gönderilmiş ve tahsilini burada tamamlamıştır. Bir ara tasavvuf
mesleğine geçmek niyetiyle Bayrami tarikatından Karamanlı Şeyh Abdurrahman
Efendi’ye intisap etmiş, fakat rivayete göre riyazata tahammül ve Vahdet-i
Vücud meselesini tasvip edemediği için vazgeçmiştir. Bir müddet İstanbul’da
tedris faaliyetinde bulunan ve giderek tasavvufa karşı eleştirel yaklaşan
Mehmed Efendi, II. Selim zamanında, muhtemelen, İstanbul’da ve saray
çevrelerinde gördüğü ve tasvip etmediği bazı durumlar sebebiyle memleketine
dönmek istemiştir. Hemşehrisi ve padişahın hocası Atâullah Efendi’nin Birgi’de
yaptırdığı medreseye kendi arzusuyla müderris tayin edilmiş, 1573’te ölünceye
kadar burada dersler ve vaazlar vermiş, fikirlerini yaymaya çalışmıştır. Bu
sebeple kendisi Birgivi yahut İmam Birgivi diye anılır. Vasiyetnamesi ile El-
Tarikat el-Muhammediye) adlı Arapça eseri
vardır. (Kâtib Çelebi, Mîzânü’l-hak fî
ihtiyâri’l-ehak, İstanbul s.107-108; Hüseyin G. Yurdaydın, İslam Tarihi
Dersleri, Ankara İlahiyat FAK Yayınları, Ankara Üniv. Basımevi, 1971, s.117;Ahmet
Yaşar Ocak, XVII. Yüzyılda
Osmanlı İmparatorluğu'nda Dinde Tasfiye (Puritanizm) Teşebbüslerine Bir Bakış:
Kadızadeliler Hareketi,Türk Kültürü Araştırmaları, 1979-1983, Ankara,s.208-225)
[2] Mehmed Efendi’nin, halkın bazı tavır ve davranışlarını, örf
ve âdetlerden gelen muhtelif alışkanlıklarını; her kültürün kendi yapısının
tezahürü olan bazı eylem ve davranışlarıda bid’at ve küfür kategorisine
soktuğunu görülmektedir. Bunları kısaca şöyle sıralanabilir:Çıplak ayağa mesh
etmek, yolculuk esnasında namazı seferî kılmamak, tüccarın
malını satmak için müşteri karşısında tesbih çekmesi, salavât getirmesi,
ücret karşılığında Kur’ân okumak veyâ öğretmek; hokkabaz, hayalbaz ve canbaz
oyunları esnâsında Fâtiha okumak veyâ salavât getirmek, cenâze
götürürken veya gelin getirirken önde açıktan zikretmek;
Kur’ân okurken veya zikrederken lahn ve tegannî etmek; kabirlerde çerağ ve kandil yakma; türü ne olursa olsun zarûretsiz tegannî dinlemek; kadının tegannîsini dinlemek; onlarla müşâvere etmek; kabir üzerine kurban
kesmek, çadır kurup beklemek, kubbe binâ etmek; gazâlarda
çalınan çalgı dışında çalgı dinlemek; ölü için ölümünün yedinci veya kırkıncı
günü yemek pişirip dağıtmak; ölüm vukû’unda ziyâfet vermek; Hacerü’l-Esved dışındaki
taşları ta’zîmen öpmek; üstatların peştemâl kuşanmaları esnasında salavât
getirmek; ölünün fazîlet ve meziyetlerini sayarak ağlamak; rüyâ ve kulak
çınlaması için yemek pişirip dağıtmak; kadınların toplanıp erkeklerin
duyacakları şekilde zikretmeleri, mevlit okumaları, yabancı kimselerin ‘hoş
geldin’lerine, hastalıkları veyâ musîbetleri hâlinde ‘geçmiş olsun’larına
gitmeleri, kabir ziyâretinde bulunmaları; hayvan resmi yapmak; tavla, satranç
ve benzeri oyunlar oynamak;erkeğin perçem bırakması, sakalını kesmesi, bir tutamdan az
sakal bırakması; kadının saçını tıraş ettirmesi; zarûret yokken eti ve ekmeği
bıçakla kesmek;sihir, büyü ve benzeri şeyler yapmak; belâdan korunmak
maksadıyla kişinin boncuk veya benzeri şeyleri efsûnlatıp boynuna
asması; sakal boyamak, bıyığı dudakları örtecek kadar uzatmak; bir şeyin
hareketlerini hayra veyâ şerre alâmet saymak,
meselâ fal tutmak, tavşanın yol üzerinden geçmesini, baykuşun ötmesini şerre yormak;
kuş ürkütüp sağa veya sola uçuşuna göre mana çıkarmak.(Geniş bilgi için bkz.
Fahri Unan, Türk Yurdu, X/36 (Ankara, Ağustos 1990), s. 33-42.
[3] Ahmet Yaşar Ocak, XVII. Yüzyılda Osmanlı
İmparatorluğu'nda Dinde Tasfiye (Puritanizm) Teşebbüslerine Bir Bakış:
Kadızadeliler Hareketi,Türk Kültürü Araştırmaları, 1979-1983, Ankara,s.208-225)
[4] Geniş bilgi için
bkz:Kaşif Hamdi Okur, Para Vakıfları Bağlamında Osmanlı Hukuk Düzeni Ve
Ebussuud Efendinin Hukuk Anlayışı Üzerine Bazı Değerlendirmeler, Gazi
Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2005/1-2, cilt: IV, sayı: 7-8,
ss. 33-58.
[5] Bedri Gencer,
İslam’da Modernleşme,Doğu-Batı Yay.3.Baskı,s.228.
[6] Kâtib Çelebi, Mîzânü’l-Hak fî
İhtiyâri’l-Ehak, İstanbul s.107-108;Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu:Klasik
Çağ (1300-1600),(Çev:Ruşen Sezer), Yky Yayınları, İstanbul,1995,s.191-192;Hüseyin
G. Yurdaydın, İslam Tarihi Dersleri, Ankara
İlahiyat FAK Yayınları, Ankara Üniv.
Basımevi, 1971, s.117;Ahmet Yaşar Ocak, XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda Dinde Tasfiye
(Puritanizm) Teşebbüslerine Bir Bakış: Kadızadeliler Hareketi,Türk Kültürü
Araştırmaları, 1979-1983, Ankara,s.208-225
[7] Kendisiyle o zaman
Sivasi Efendi diye meşhur Halveti şeyhi mutasavvıf
Abdülmecit
Efendi arasında tartışmalar çıkmıştır. Bu tartışmaların
konusunu,
esas itibariyle şu meseleler teşkil etmektedir :
I - Müspet ilimlerin,
riyaziyenin, matematiğin tahsili meşru mudur, değil midir?
2 - Hızır sağ mıdır, değil midir?
3 - Ezan, Nat-ı Nebevi,
Mevlid gibi şeylerin makamla ve güzel sesle okunması
caiz
midir, değil midir?
4 - Tarikat erbabının devran
ve sema'ları meşru mudur, değil midir?
5 - Bir hürmet ifadesi
olarak Peygambere Sallalahu 'aleyhi ve sellem ve Ashaba
Radiallahu 'anhu demek lazım
mıdır değil midir?
6 - Sigaranın, kahvenin
haram olup olmadığı?
7 - Hz. Peygamberin
baba ve annelerinin imanının ne durumda olduğü·
8 - Firavun'un imanla
ölüp ölmediği?
9 - Muhyiddin Arabi hakkında ne
düşünüldüğü?
10-
Hüseyin'in şehadetine sebep olan, Yezid'e lanet edilip edilmemesi meselesi.
II - Bidatlar hakkında ne
düşünüldüğü?
I 2 - Kabirleri
ziyaret meselesi.
I3 - Cemaatla nafile,
berat, kadir ve regaib namazları kılınıp kılınmaması meselesi.
I4 - Büyüklerin elini eteğini öpmek
ve selam almakta eğilrnek meselesi.
İlk defa Kadızade
Mehmed Efendi tarafından ortaya atılan bu meselelere mutasavvıfların tam aksine
bizzat kendisi şöyle cevaplar veriyordu: Akli ilimlerin tahsili caiz değildir;
Hızır hayatta olamaz; Ezan, mevlit, Kuran vs’yi makamla okumak haramdır; Sema
ve deveran haramdır; Hz. Muhammed’in ebeveyni kâfirdir; Firavun’un imanı makbul
değildir; Muhyiddin-i Arabi kâfirdir: Yezid’e lanet vaciptir; Bütün bidatlar
istisnasız haramdır; Kabir ve türbe ziyareti caiz değildir; Cemaatle nafile
ibâdet yapılamaz vs.
Kadızade’nin
bu fetvalarına Şeyh Sivasi de tam tersi istikamette karşılık veriyordu:Müspet
ilimler tahsil edilir. Hızır hayattadır. Ezan ve mevlidin güzel
sesle okunması mümkündür. Sema' ve devran caizdir.
Peygambere ve Ashabına gereken saygının
gösterilmesi
lazımdır. Sigara ve kahve haram değildir. Peygamberin
babası ve annesi
imanlı olarak
ölmüşlerdir. Muhyiddin-i Arabi, Şeyh-i Ekber diye bilinen büyük
bir İslam mutasavvıfıdır. Peygamber zamanından sonraki
iyi ve güzel adetler kabul edilebilir ve böyle meselelerde her
şeyin akli ve mantıki olanlarını yapmak lazımdır.(İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu,3.cilt,308;
Hüseyin G. Yurdaydın, İslam Tarihi Dersleri, Ankara İlahiyat FAK
Yayınları, Ankara Üniv. Basımevi, 1971, s.117;Ahmet Yaşar Ocak, XVII.
Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda Dinde Tasfiye (Puritanizm) Teşebbüslerine
Bir Bakış: Kadızadeliler Hareketi,Türk Kültürü Araştırmaları, 1979-1983,
Ankara,s.208-225
[8]
Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu:Klasik Çağ
(1300-1600),(Çev:Ruşen Sezer), Yky Yayınları, İstanbul,1995,s.191-192;Hüseyin
G. Yurdaydın, İslam Tarihi Dersleri, Ankara
İlahiyat FAK Yayınları, Ankara
Üniv. Basımevi, 1971, s.117;Ahmet Yaşar Ocak, XVII.
Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda Dinde Tasfiye (Puritanizm) Teşebbüslerine
Bir Bakış: Kadızadeliler Hareketi,Türk Kültürü Araştırmaları, 1979-1983,
Ankara,s.208-225;Huriye Martı, ET-Tarikat-ı Muhammediyye, DİA Maddesi
[9] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu:Klasik Çağ (1300-1600),(Çev:Ruşen
Sezer), YKY Yayınları, İstanbul,1995,s.191-192
[10] Ali Bardakoğlu,
Günümüz İslâm Dünyasında Meseleler ve Çözüm Yolları, Uluslararası
Sempozyum 10-12 Ekim 2016, s.33-38.
[11]
Müphemlik kültürü ve İslam Thomas Bauer, iletişim yay 2019 çev: Tanıl Bora
Yorumlar
Yorum Gönder