Ana içeriğe atla

Birgivi ve Kadızadeliler'den Günümüze Dini Alandaki Tartışmalar Üzerine/Hayrettin GÜL

 

Dini alan kısaca toplumsal kesimleri peşlerinden sürükleyen öne çıkan aktörler, bu aktörlerin görüşlerini benimseyen kitleler; aktörler arasında  ortaya çıkan yorum farklılıkları nedeniyle oluşan polemikler, tartışma ve çatışmalar tarihten günümüze boyut ve derecesi farklılık gösteren bir biçimde hep var ola gelmiştir. Dini alan aktörler ve yorumları ile taraftarlar sosyolojik olarak dinin pazar modeli ile daha net anlaşılabilir. Pazarda satıcılar, müşteriler ve ürünler vardır. Dini alan pazarında satıcı konumda olan dini uzman olarak arzı endam eden öne çıkan dini aktörler; ürünler ise söz konusu bu aktörlerin dini metin ve eserlere atıfla ürettikleri anlam yorum stokları; müşteriler üretilen bu yorumların benimseyenlerini ifade etmektedir. Nasıl ki pazarda her ürünün az veya çok alıcısı olduğu gibi din alanda da sunumu yapılan yorum ve anlayışların her birinin az ya da çok bir  hedef kitlesi ortaya çıkmaktadır.

 

 Dini metin ve başvuru kaynağı olarak kabul edilen eserleri anlama ile ortaya çıkan problem, olay ve olguları söz konusu referanslar çerçevesinde dini anlamda bir bağlama yerleştirme konusu alabildiğine farklı renk ve desenlerde tezahür etmiştir. Bu nedenle itikadi  ve fıkhi yorum farklılıkları olarak ortaya çıkan mezhepler ve farklı yaklaşımlar  toplumsal yaşamın bir zorunluluğu olarak var olmuş ve var olmaya devam edecektir.

Mezhep, meşrep ve yorum farklılıklarının renk ve desenlerini özne olan insanların dini metinlere yaklaşım biçimleri, insan, akıl, bilim, olay, olgu ve dünyaya karşı  bakış açılarının belirlediği söylenebilir.

Dünyayı, olay ve olguları dini metinler ve kozmolojik metin olarak dünya ve kâinattaki bilimsel verilerle birlikte anlamaya yorumlamaya çalışanlar olduğu gibi olay ve olguları sadece dini metinlerden hareketle anlamlandıran ve yorumlayan insanlarda az değil yaşadığımız gezegende. Aslında temel dini metinlere Allah’ın bir mesajı, mektubu veya kitabı gibi bakıldığı gibi kainata matematik, astronomi, fizik, kimya vb. alanların spesifik yaklaşımlarıyla Allah’ın bir diğer kitabı, mesajı olarak bakanlarda vardır.

Dünyayı tecrübe edilen gerçeklerden uzak bir biçimde sadece dini metinlerin kavramlaştırmalarıyla anlama ve yorumlamaya çalışanlar açısından Kuran ve hadisler ile ilk dönem başvuru kaynakları ve onları referans alan ulemanın görüşleri kıyamete kadar ortaya çıkacak olay ve olguları anlama ve yorumlama için yeterlidir. Bu tipolojiyi yansıtan bazı kişi ve gruplar yegane doğru yaklaşımın kendilerinin ki olduğunu öne sürmekle kalmayıp diğer grup ve kişilere hakikat ve yorumlama tekeli konusundaki görüşleri doğrultusunda sözlü ve fiili saldırılara varan tutum ve davranışlar sergilemeye başlarlar.  Ve onlara göre  akıl, pozitif ve sosyal bilimler nerdeyse fuzulidir.

Günümüz Türkiye’sinde de bir dini alan, alandaki aktörler, aktörler arasındaki ilişkiler, polemikler, çatışma ve gerilimlerin varlığı bir vakıadır. Söz konusu dini alanda ortaya çıkan farklılaşmaları ifade etmek için çok çeşitli sınıflandırmalar yapılabilir. Fakat bu arada aktörler ve  hedef kitleleri göz önünde bulundurarak kamusal alanda öne çıkan farklılaşmalar bağlamında bir kategorik ayrım yapılabileceğini düşünüyorum.  Ülkemizde dini alanda  ilk olarak olay  ve olguları geleneksel ve rivayet ağırlıklı dini mirasla anlama ve yorumlamaya çalışan  geleneksel dini yaklaşımın aktörlerinden söz edilebilir. Geleneksel dini anlayış derken geleneksel Sünni yaklaşımı ifade ettiğimi belirtmeliyim. Geleneksel Sünni yaklaşım ise ait olduğumuz coğrafya bağlamında ana hatlarını fıkıhta Hanefilik, itikatta Eşari ve Maturidilik, tasavvufta Nakşibendiliğin şekillendirdiği dini yaklaşım olarak açıklanabilir. Geleneksel sünni yaklaşımın içerik dünyasına itikadi, fıkhi ve tasavvufi bileşenlerin haricinde bir takım halk dindarlık pratiklerinin de eklemlendiği söylenmelidir.

Başka bir tarafta bu geleneksel dini yaklaşımın olay ve olgulara bakış açısını yansıtan ve onların  temel kabullerine karşı çıkan gelenek ve rivayet ağırlıklı dini anlayışa oldukça mesafeli olan; ayrıca günümüz İslam dünyasının içinde bulunduğu durumdan bu geleneksel yaklaşımı sorumlu tutan, olay ve olguları anlama ve yorumlamada aradan geleneği çıkarıp Kuran’daki İslam yaklaşımını ortaya koyma iddiasında olan ve bilgi stoklarını buna göre şekillendiren Kuran İslam’ı yaklaşımının öne çıkan aktörleri arzı endam etmektedir. Kur’an İslam’ını savunanlar kendi içlerinde homojen olmayıp derece ve boyutları değişen  oranda bir farklılık göstermektedirler. Bununla birlikte Kur’an’ı merkeze alma, rivayetler ve geleneksel dini yaklaşıma karşı oldukça sert eleştiriler yöneltme vb. konularda ortak düşüncelere sahiptirler Gelenek-modern çatışmasında öne çıkan tartışma konuları Kuran ve hadislere yaklaşım, nesih, kürtaj, mürtedin hükmü, kadının durum ve konumu, ölülere Kur’an okuma, mevlid, kandiller, türbe ziyaretleri, lgbt, evrim, tarihselcilik, şefaat, tasavvuf ve tarikat vb.

 

Dini alanda öne çıka üçüncü bir farklılaşma olarak  Kuran’ı anlama konusunda tarihselciliği bir yöntem olarak benimseyen, geleneği kategorik olarak reddetmeyen akıl ve bilimi de dışlamayan olay ve olguları anlama ve yorumlamada bizatihi realiteyi anlamaya da önem veren aktörlerin varlığı da  söz konusudur. Dini alan elbette sözü edilen aktörler ve gruplardan ibaret değildir, bunların dışında çok sayıda oluşumdan bahsedilebilir ve başka bağlamlarda kategorik ayrımlar yapılabilir.

Günümüz Türkiye’sindeki dini alanı ve aktörlerinin ilişkilerini anlamada bize yardımcı olması için  tarihte yerini almış Birgivi ve Kadızadeliler hareketi üzerinde durmanın faydalı olacağını düşünüyorum. Dini alan, tarihten günümüze sürekli yorumlar savaşı mı yoksa mücadelesi mi demeliyim  bilmiyorum ama hep tartışma, çatışma, polemikler arenası olmuştur adeta. Bu yazıda kısaca Kadızadeliler ve onların referansını teşkil eden Birgivi Mehmet Efendi’nin görüşleri üzerinde ana hatları ile durulacaktır.

Osmanlı Devleti’nin yükseliş döneminde  yetişen Birgivi Mehmet Efendi[1]  her türlü yeniliği bidat[2] kabul eden gerek yazdığı eserlerde gerekse vaazlarında fikirlerini yaymaya çalışmıştır. Birgivi Mehmed Efendi’nin dini yaklaşımı  Hanbeli geleneğinden gelen İbn Teymiye’nin selefi düşüncelerine dayanmaktadır. M. Efendi’nin yaşadığı dönemde  dini klasik ulemadan farklı yorumlamasının siyasi ve toplumsal nedenleri vardır. Osmanlı siyaset ve yönetiminde gördüğü  birtakım yolsuzluklar ve toplum hayatında müşahede ettiği veya onun böyle nitelendirdiği bozulmalar, kendisini derinden etkilemiş görünmektedir. Birgivi’nin yaşadığı devrin, Kanuni’nin şehzadelerinin mücadeleye giriştikleri; çeşitli idari kademelerdeki çoğu devşirme menşeli devlet adamlarının suiistimallerde bulundukları; Anadolu’da birbiri peşine isyanların patlak verdiği bir dönem olduğu dikkate alınmalıdır.[3]

“Tanrının haram kıldıklarından halkı kalemim ve dilimle korumak benim üzerime farz, susmam ise günahtır’, diyerek bir yandan mutasavvıflara, diğer yandan da devlet hizmetindeki yüksek ulemâya saldırıyordu. Hanbeli mezhebini izleyen Birgivî, ölüleri anmak için yapılan ayinleri, şefaat istemek için mezar ve türbeleri ziyaret etme gibi âdetleri İslâm'ın ruhuna aykırı buluyordu. El sıkma, selâmlaşırken eğilme, el ya da gömlek öpme gibi yerleşmiş alışkanlıkları Peygamber zamanında olmadıklarından sünnete aykırı diye reddederdi. Din hizmetinde çalışanlara para verilmesi, para ve taşınır malların vakıf[4] olarak vasiyet edilmeleri gibi Osmanlı toplumunun bazı temel kurumlarına saldırması kurulmuş düzen için bir tehdit oluşturuyordu. Bu yüzden Şeyhülislâm Ebussuûd bu tür vakıfların  meşru olduğunu bildiren bir fetvâ çıkarmak gereği duymuştur. Mehmet Birgivî, fetvâların hatalı olduğunu iddia ederek, şeyhülislâma doğrudan doğruya saldırmakta tereddüt etmemiş, onu küfürle suçlamıştır.Birgivi’nin aksine, şeriatla çatışmayan bidatları (îslami geleneğe mal olmuş örf ve âdetler) tecviz eden Ebussuud Efendinin ona katıldığı tek nokta, tarikatların raks ve semainin caiz olmadığı idi. Hatta gerek Kemal Paşazade ve gerekse Ebussuud bir çok tarikatların ayinleri arasında bulunan devir ve raksın haram olduğuna dair verdikleri fetvaları da zikredilebilir. Gencer’e göre bir şeyhülislam olarak Ebussuud, yüklendiği sorumluluk gereği hikmeti hükümeti gözetmek durumundayken Birgivi ise resmi değil, sivil bir alim olarak dünyaya idealist baktığı için hikmeti hükümet gerekçesiyle şeriatın zorlanmasına karşı çıkıyordu.[5] Bu fetvalara karşı zamanın ileri gelen mutasavvıfları, bir takım risaleler yazmak suretiyle, devran suretiyle zikrullahın meşru olduğunu ileri sürmüşler; bazı Mevlevi ileri gelenleri de sema'ın haram olmadığına dair risaleler yazmışlar ve böylece karşı tarafa cevaplar vermişlerdir. Birgivi Mehmed Efendi şiddetle tarikatlara karşı çıkıyor, İslamiyet’i zedeleyen bidatların çoğunun onlar tarafından ihdas edildiğine inanıyordu. Bu sebeple toplumun şeriatın gerçek çehresinden uzaklaşmasından onları sorumlu tutuyordu. Kendisinin bu tutumunun altında, tasavvufa yatkın olmayan mizacının da etkisini görmek zor değildir. Nitekim Kâtip Çelebi, Birgivi’nin şeriat ilimlerinde muhakkik biri olmasına karşılık, felsefi ilimleri sevmeyip eserlerinde bunları inkâr ettiğini belirtmekle bu gerçeği dile getirmektedir. Ayrıca o, Birgivi’nin, tarih okumadığı için, tanımadığı örf ve âdetlere boşu boşuna karşı çıktığını bildirerek Birgivi’nin olgu ve olaylara yaklaşım tarzını ortaya koymaktadır.[6]

XVII. yüzyıla gelindiğinde dini ve fikri müsamahanın çok azaldığı ve  tasavvuf ve tarikat ehline aşırı derecede düşmanlık gösteren bir vaizler sınıfının ortaya çıktığı görülmektedir. Bu vaizler devletin o dönemde farklı alanlarda geri kalışını bir çok bidatla ilişkilendirdikleri görülmektedir. Söz konusu vaizler avam halkı okşayan konuşmaları ile kendi taraflarına çekmeye çalışmışlar ve mutasavvıflara karşı düşmanca tutum takınmışlardır. Bir zamanlar karşılıklı kitap veya risalelerle yapılan münakasalar, bu yüzyılın ortalarına doğru İstanbul'da fiili bir mücadele şeklini almıştır. Bu mücadelenin, bu şekilde şiddetli bir hale gelmesine, hükümetin aczi, bazı saray ağalarının bu mutaassıp vaizlerle işbirliği yapması sebep olmuştur. XVII. yüzyılda ortaya çıkan  bu vaizlere Kadızadeliler veya Fakılar(Fakih) denir. Bunların faaliyetleri neticesinde, Halveti, Mevlevi tekkelerin de serbest bir şekilde ayin yapılması güçleşmiş, bu yüzden İstanbul  halkı adeta iki kısma ayrılmıştır. Bazı saray adamları da vaizleri tuttuğu için, tekkelerin basılması ve  bazı şeyhleri ölümle tehdit etmek gibi çirkin hadiseler olmuştur. Bu vaizler esas itibariyle zahiren de olsa, Birgivi'nin özellikle Müslümanların hayatına giren bidatlerle mücadele amacıyla yazdığı Tarikat-ı Muhammediye adlı eserini kendilerine başvuru kaynağı yapmışlardır.Söz konusu eser Kadızadelier tarafından kusursuz addedilmiş; onlar bu eseri eleştirenlerle bizzat mücadele etmişlerdir. Bu vaizlerin başında Küçük Kadızade denen Balıkesirli Mehmed Efendi bulunmakta idi. Onun mahlası durumunda bulunan Kadızade ünvanını diğer taraftarları da kullanmışlardır: Küçük Kadızade H. I04I/M.1631 yılında Ayasofya vaizi idi. Bu sırada devletin umumiyetle sıkışık olan durumundan istifade ederek, şeriatın müdafii olarak ortaya çıkmış, mevcut bütün hataların şeriata aykırı eylemlerden ileri geldiğini ilan etmiş, halkı şeriata aykırı addettiği tarikatlara karşı cephe almaya davet etmiştir. Bu sırada memlekette tütün yasağı ilan etmiş olan IV. Murad'a tütünün haram olduğunu beyan ederek, Murad'ın bu yasağını desteklemiştir. Kendisine, tütün ve kahvenin Allah tarafından menedilmemiş olduğu söylenince,"ulu' l-emrin menetmesiyle terki lazım gelir, bunu dinlemiyenler katlolonur" demekten çekinmemiştir. Bu yüzden haklı haksız birçok insan öldürülmüştür. Kadızade, aynı zamanda mutasavvıflarla da uğraşmıştır.[7] Devran ve sema'ın haram olduğunu iddia etmiştir. Diğer taraftan onlar matematik ve aklî ilimlerin medrese eğitiminden kaldırılmasını istemişlerdir. Fakılar  yalnız yaygın dinî bağnazlığı körüklemekle kalmamış, aynı zamanda da lükse ve yönetici sınıfların savurganlığına da hücum ediyor, haksızlıklardan ve çağın gevşek ahlâkından da şikâyet ediyorlardı. 1656’da, İstanbul tekkelerine bir saldın düzenleyip genel bir kıyımla dinî sapkınlığın köküne darbe vurmayı planladıklarında, destekçilerinin çoğu yoksul medrese öğrencileri ve sıradan esnaf idi. Bunların halk kitleleri üzerindeki güçlü etkisinin bilincinde olan bazı saray görevlileri fakılardan yana olarak onları kendi iktidar oyunları için kullanmışlardır. Fakıların devlet otoritesini ve toplum ahlakını zayıflattıklarını ve halk arasına fitne soktuklarını iddia eden yüksek makamlardaki ulemâ ve genelde tüm bürokrat sınıf fakılara karşıydı. İşbaşına gelen Köprülü Mehmet Paşa (ö. 1661) vezir-i âzam olduğunda, kışkırtıcı fakıları İstanbul’dan sürerek durumu sakinleştirmiş ve iç savaşın önleyebilmiştir.[8](Yurdaydın,116-118;İnalcık,191-192;Ocak,208-225)

İnalcık’a göre Birgivi ve fakıların ortaya koydukları muhalefetin  kuramsal temeli, tüm Osmanlı kültür ve toplumunu etkileyen bir sorun olan İslam’daki “bid’at" sorunudur. Resmî Osmanlı çevrelerinin bid’at hakkındaki genel görüşü, hoşgörülü Hanefiliğin icmâ’ kavramının dinî ve hukukî kanaatlere kaynak olması yönündeydi. Karşılarındaki Mehmet Birgivî ve fakılar ise, Hanbelîlerin gelenekçiliğini benimsemişlerdi. Bunlar, yüzeysel bir Kur'an ve sünnet yorumunun kabul edemeyeceği her yeniliği İslâm’a aykırı görmüşlerdir. Tasavvufa ve din ilkelerinin her türlü bâtınî yorumuna karşıydılar. Kâtip Çelebi’ye göre, İslam toplumunun büyük bir bölümünün benimsediği örfi alışkanlıklarla bid'atlar güç kullanılarak kaldırılamaz. Ona göre dini düzlemdeki tutuculuk ve katılığın  gerçek tedavisi, II. Mehmet zamanında olduğu gibi, dini ilimlerle aklî ilimlerin birlikte okutulmasındadır.[9]

Bir kişi veya grup sadece dini metin ve dini eserlere ağırlık verip fizik, kimya biyoloji, matematik ve felsefe vb. pozitif ilimlere  bigane olursa bu tipolojiye sahip kişi ve gruplarda kendi yorumları konusunda dinde kesinlik ve hakikatin yegane sahibi oldukları iddiasının daha fazla olduğu söylenebilir. Diğer taraftan   dışardaki gerçeklikle temas etmeden kitap sayfalarından olay ve olguları dini metinler çerçevesinde bir yere konumlandırmaya çalışanlarında aynı zihin dünyasına sahip olduğu söylenebilir.Böyle bir durumda kendileri hakikatin yegane sahibi olduklarına göre diğer grupları bu hakikate çağırma kalmaktadır geriye. Dinde kesinlik iddiası derken imanın esasları, Kuran‘ın farz, haram vb. kavramsallaştırmalarını kastetmiyorum. Dinde  kesinlik iddiası derken dini metin ve eserleri anlama-yorumlamaya çalışan kişi ve grupların kendi ürettikleri anlam ve yorum stoklarının yegane doğru  olduğunu ve diğerlerinin yanlış olduğunu iddia etmeleri olarak ifade etmek istiyorum. Yukarıda örneği verilen dini konuların dinin asıl ve temellerine ait bir konu olmayıp içtihat ve yorum farklılıklarının doğal olan meseleler olduğu dikkate alınacak olursa durumun ne kadar vahim boyutlara ulaştığı görülecektir.Bu noktada Bardakoğlu’nun vurgularına kulak vermek gerektiğini düşünüyorum:

‘İnsanların belli bir kesiminin dinî bilgi ile ilgilenir olması, dindarlığı kendi tekeline alması gibi bir sonuç üretmemelidir. Ama İslam dünyasında farkında olmadan dini bilgiyi hatta dindarlığı kendi tekelinde tutma eğilimleri başlamıştır. Hem din uleması kesiminin gidişatı hem merdiven altı dini bilgiler üreten oluşumların hepsi giderek dini bilgiyi ve dindarlığı belli sınırlar ve kalıplar içerisinde tutmak için uğraşmaktadır. Bu İslam dünyası için dinin ortak payda olduğu İslam dünyası için son derece riskli bir konudur. Din 1,5 milyarlık İslam dünyasını ortak malıdır, hepsi Allah’a ve peygambere eşit derece yakındır. Dini bilgi sahibi olmak daha dindar olmak manasına gelmemelidir. Aramızda doktorlar vardır. Bir insanın Tıp ilmi ile uğraşması daha sağlıklı olması anlamına gelmez. O doktor alanın bilgisini aktarır ve insanların sağlıklı olmasına hizmet eder. Aynı bunun gibi din bütün o dine inananların ortak malıdır ve herkes eşit derece de Allah’a ve peygambere yakındır. Bu konudaki tekelleşmeler İslam dünyasını parçalayabilir, İslam dünyasının adeta sonu olabilir…..

Dini bilgi ile dini bilgiye dair bilgiyi birbirinden ayırmak gerekir… Dini bilgi Allah’ın gönderip, peygamberin öğrettikleridir. İnsanların yaptıkları ise dini bilgiye dair yorumlardır. Çünkü bunlar bireysel insiyatif ve yorumlardan ibarettir. Biz bu ayrımı yapmaz ve Allah ve peygamberin dedikleri ile insanların dediklerini birbirine karıştırırsak ve eşit derece dini bilgi olarak görürsek dini tekelleşme ve hegamonya oluşur. Din üzerinden tansiyon yükselir. Bu bakımdan da dini bilgi deyince Allah’ın Kuran’ında anlattığı, Peygamber efendimizin sünnetinde anlattığı bilginin hasılasını anlarız. Tarih boyunca, 14 asır boyunca bizlerin ürettiklerimiz ise dini bilgiye getirdiğimiz yorumlamalardır.’[10]

Tarihten günümüze İslam alimlerinin yorumlama ve yaklaşım farklarına değinen Bauer zaman içinde ortaya çıkan paradoksu çarpıcı bir biçimde şöyle ifade etmektedir:

‘14. yüzyıl âlimleri Kur’an’ın değişik tefsirlerini bir zenginleşme sayarken, günümüz Müslümanları için Kur’an’ı farklı okuma tarzlarının varlığı bile katmerli bir rezalettir. Geleneksel İslâm’ın âlimleri Kur’an’ın mütalaa olanaklarının çoğulluğunu methederken, günümüz Kur’an yorumcuları, ister Batı’da olsunlar ister Doğu’da, ister fundamentalist olsunlar ister reformcu, Kur’an metnindeki bir parçanın yegâne hakiki anlamını kesin olarak bildiklerine inanıyorlar. Klasik çağın âlimleri için görüş farklılığı, peygamberin bilinen bir sözü uyarınca, cemaat için bir nimet sayılırken, bugün birçoklarınca kökü kurutulması gereken bir hastalık addediliyor...[11]

KAYNAKÇA

Ali Bardakoğlu, Günümüz İslâm Dünyasında Meseleler ve Çözüm Yolları, Uluslararası Sempozyum 10-12 Ekim 2016

Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu:Klasik Çağ (1300-1600),(Çev:Ruşen Sezer), YKY Yayınları, İstanbul,1995,s.191-192

Huriye Martı, ET-Tarikat-ı Muhammediyye, DİA Maddesi

Thomas Bauer, Müphemlik kültürü ve İslam Thomas Bauer, iletişim yay 2019 çev: Tanıl Bora

İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu,3.cilt,308;

 

Hüseyin G. Yurdaydın, İslam Tarihi Dersleri, Ankara  İlahiyat FAK  Yayınları, Ankara Üniv. Basımevi, 1971, s.117;

Ahmet Yaşar Ocak, XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda Dinde Tasfiye (Puritanizm) Teşebbüslerine Bir Bakış: Kadızadeliler Hareketi, Türk Kültürü Araştırmaları, 1979-1983, Ankara,s.208-225

 

Kâtib Çelebi, Mîzânü’l-Hak fî İhtiyâri’l-Ehak, İstanbul

 

Kaşif Hamdi Okur, Para Vakıfları Bağlamında Osmanlı Hukuk Düzeni Ve Ebussuud Efendinin Hukuk Anlayışı Üzerine Bazı Değerlendirmeler, Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2005/1-2, cilt: IV, sayı: 7-8, ss. 33-58.

 

Bedri Gencer, İslam’da Modernleşme,Doğu-Batı Yay.3.Baskı

Fahri Unan, "Dinde Tasfiyecilik Yahut Osmanlı Sünnîliğine Sünnî Muhâlefet: Birgivî Mehmed Efendi", Türk Yurdu, X/36 (Ankara, Ağustos 1990), s. 33-42.Türk Yurdu, X/36 (Ankara, Ağustos 1990), s. 33-42.



[1] Birgivi Mehmed Efendi 1522 de Balıkesir’de doğmuş ve ilk tahsilini bir müderris olan babasından görmüştür. Sonra kabiliyetinin görülmesiyle babası Ali Efendi tarafından İstanbul’a gönderilmiş ve tahsilini burada tamamlamıştır. Bir ara tasavvuf mesleğine geçmek niyetiyle Bayrami tarikatından Karamanlı Şeyh Abdurrahman Efendi’ye intisap etmiş, fakat rivayete göre riyazata tahammül ve Vahdet-i Vücud meselesini tasvip edemediği için vazgeçmiştir. Bir müddet İstanbul’da tedris faaliyetinde bulunan ve giderek tasavvufa karşı eleştirel yaklaşan Mehmed Efendi, II. Selim zamanında, muhtemelen, İstanbul’da ve saray çevrelerinde gördüğü ve tasvip etmediği bazı durumlar sebebiyle memleketine dönmek istemiştir. Hemşehrisi ve padişahın hocası Atâullah Efendi’nin Birgi’de yaptırdığı medreseye kendi arzusuyla müderris tayin edilmiş, 1573’te ölünceye kadar burada dersler ve vaazlar vermiş, fikirlerini yaymaya çalışmıştır. Bu sebeple kendisi Birgivi yahut İmam Birgivi diye anılır. Vasiyetnamesi ile El- Tarikat el-Muhammediye) adlı Arapça eseri

vardır. (Kâtib Çelebi, Mîzânü’l-hak fî ihtiyâri’l-ehak, İstanbul s.107-108; Hüseyin G. Yurdaydın, İslam Tarihi Dersleri, Ankara  İlahiyat FAK  Yayınları, Ankara Üniv. Basımevi, 1971, s.117;Ahmet Yaşar Ocak, XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda Dinde Tasfiye (Puritanizm) Teşebbüslerine Bir Bakış: Kadızadeliler Hareketi,Türk Kültürü Araştırmaları, 1979-1983, Ankara,s.208-225)

 

[2] Mehmed Efendi’nin, halkın bazı tavır ve davranışlarını, örf ve âdetlerden gelen muhtelif alışkanlıklarını; her kültürün kendi yapısının tezahürü olan bazı eylem ve davranışlarıda  bid’at ve küfür kategorisine soktuğunu görülmektedir. Bunları kısaca şöyle sıralanabilir:Çıplak ayağa mesh etmek, yolculuk esnasında namazı seferî kılmamak, tüccarın malını satmak için müşteri karşısında tesbih çekmesi, salavât getirmesi, ücret karşılığında Kur’ân okumak veyâ öğretmek; hokkabaz, hayalbaz ve canbaz oyunları esnâsında Fâtiha okumak veyâ salavât getirmek, cenâze götürürken veya gelin getirirken önde açıktan zikretmek; Kur’ân okurken veya zikrederken lahn ve tegannî etmek; kabirlerde çerağ ve kandil yakma; türü ne olursa olsun zarûretsiz tegannî dinlemek; kadının tegannîsini dinlemek; onlarla müşâvere etmek; kabir üzerine kurban kesmek, çadır kurup beklemek, kubbe binâ etmekgazâlarda çalınan çalgı dışında çalgı dinlemek; ölü için ölümünün yedinci veya kırkıncı günü yemek pişirip dağıtmak; ölüm vukû’unda ziyâfet vermek; Hacerü’l-Esved dışındaki taşları ta’zîmen öpmek; üstatların peştemâl kuşanmaları esnasında salavât getirmek; ölünün fazîlet ve meziyetlerini sayarak ağlamak; rüyâ ve kulak çınlaması için yemek pişirip dağıtmak; kadınların toplanıp erkeklerin duyacakları şekilde zikretmeleri, mevlit okumaları, yabancı kimselerin ‘hoş geldin’lerine, hastalıkları veyâ musîbetleri hâlinde ‘geçmiş olsun’larına gitmeleri, kabir ziyâretinde bulunmaları; hayvan resmi yapmak; tavla, satranç ve benzeri oyunlar oynamak;erkeğin perçem bırakması, sakalını kesmesi, bir tutamdan az sakal bırakması; kadının saçını tıraş ettirmesi; zarûret yokken eti ve ekmeği bıçakla kesmek;sihir, büyü ve benzeri şeyler yapmak; belâdan korunmak maksadıyla kişinin boncuk veya benzeri şeyleri efsûnlatıp boynuna asması; sakal boyamak, bıyığı dudakları örtecek kadar uzatmak; bir şeyin hareketlerini hayra veyâ şerre alâmet saymak, meselâ fal tutmak, tavşanın yol üzerinden geçmesini, baykuşun ötmesini şerre yormak; kuş ürkütüp sağa veya sola uçuşuna göre mana çıkarmak.(Geniş bilgi için bkz. Fahri Unan, Türk Yurdu, X/36 (Ankara, Ağustos 1990), s. 33-42.

[3] Ahmet Yaşar Ocak, XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda Dinde Tasfiye (Puritanizm) Teşebbüslerine Bir Bakış: Kadızadeliler Hareketi,Türk Kültürü Araştırmaları, 1979-1983, Ankara,s.208-225)

 

[4] Geniş bilgi için bkz:Kaşif Hamdi Okur, Para Vakıfları Bağlamında Osmanlı Hukuk Düzeni Ve Ebussuud Efendinin Hukuk Anlayışı Üzerine Bazı Değerlendirmeler, Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2005/1-2, cilt: IV, sayı: 7-8, ss. 33-58.

[5] Bedri Gencer, İslam’da Modernleşme,Doğu-Batı Yay.3.Baskı,s.228.

[6] Kâtib Çelebi, Mîzânü’l-Hak fî İhtiyâri’l-Ehak, İstanbul s.107-108;Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu:Klasik Çağ (1300-1600),(Çev:Ruşen Sezer), Yky Yayınları, İstanbul,1995,s.191-192;Hüseyin G. Yurdaydın, İslam Tarihi Dersleri, Ankara  İlahiyat FAK  Yayınları, Ankara Üniv. Basımevi, 1971, s.117;Ahmet Yaşar Ocak, XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda Dinde Tasfiye (Puritanizm) Teşebbüslerine Bir Bakış: Kadızadeliler Hareketi,Türk Kültürü Araştırmaları, 1979-1983, Ankara,s.208-225

[7] Kendisiyle o zaman Sivasi Efendi diye meşhur Halveti şeyhi mutasavvıf Abdülmecit  Efendi arasında tartışmalar çıkmıştır. Bu tartışmaların konusunu, esas itibariyle şu meseleler teşkil etmektedir :

I - Müspet ilimlerin, riyaziyenin, matematiğin tahsili meşru mudur, değil midir?

2 - Hızır sağ mıdır, değil midir?

3 - Ezan, Nat-ı Nebevi, Mevlid gibi şeylerin makamla ve güzel sesle okunması caiz midir, değil midir?

4 - Tarikat erbabının devran ve sema'ları meşru mudur, değil midir?

5 - Bir hürmet ifadesi olarak Peygambere Sallalahu 'aleyhi ve sellem ve Ashaba Radiallahu 'anhu demek lazım mıdır değil midir?

 6 - Sigaranın, kahvenin haram olup olmadığı?

7 - Hz. Peygamberin baba ve annelerinin imanının ne durumda olduğü·

8 - Firavun'un imanla ölüp ölmediği?

9 - Muhyiddin Arabi hakkında ne düşünüldüğü?

10- Hüseyin'in şehadetine sebep olan, Yezid'e lanet edilip edilmemesi meselesi.

II - Bidatlar hakkında ne düşünüldüğü?

I 2 - Kabirleri ziyaret meselesi.

I3 - Cemaatla nafile, berat, kadir ve regaib namazları kılınıp kılınmaması meselesi.

I4 - Büyüklerin elini eteğini öpmek ve selam almakta eğilrnek meselesi.

 İlk defa Kadızade Mehmed Efendi tarafından ortaya atılan bu meselelere mutasavvıfların tam aksine bizzat kendisi şöyle cevaplar veriyordu: Akli ilimlerin tahsili caiz değildir; Hızır hayatta olamaz; Ezan, mevlit, Kuran vs’yi makamla okumak haramdır; Sema ve deveran haramdır; Hz. Muhammed’in ebeveyni kâfirdir; Firavun’un imanı makbul değildir; Muhyiddin-i Arabi kâfirdir: Yezid’e lanet vaciptir; Bütün bidatlar istisnasız haramdır; Kabir ve türbe ziyareti caiz değildir; Cemaatle nafile ibâdet yapılamaz vs.

Kadızade’nin bu fetvalarına Şeyh Sivasi de tam tersi istikamette karşılık veriyordu:Müspet ilimler tahsil edilir. Hızır hayattadır. Ezan ve mevlidin güzel sesle okunması mümkündür. Sema' ve devran caizdir. Peygambere ve Ashabına gereken saygının gösterilmesi lazımdır. Sigara ve kahve haram değildir. Peygamberin babası ve annesi imanlı olarak ölmüşlerdir. Muhyiddin-i Arabi, Şeyh-i Ekber  diye bilinen büyük bir İslam mutasavvıfıdır. Peygamber zamanından sonraki iyi ve güzel adetler kabul edilebilir ve böyle meselelerde her şeyin akli ve mantıki olanlarını yapmak lazımdır.(İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu,3.cilt,308; Hüseyin G. Yurdaydın, İslam Tarihi Dersleri, Ankara  İlahiyat FAK  Yayınları, Ankara Üniv. Basımevi, 1971, s.117;Ahmet Yaşar Ocak, XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda Dinde Tasfiye (Puritanizm) Teşebbüslerine Bir Bakış: Kadızadeliler Hareketi,Türk Kültürü Araştırmaları, 1979-1983, Ankara,s.208-225

 

[8] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu:Klasik Çağ (1300-1600),(Çev:Ruşen Sezer), Yky Yayınları, İstanbul,1995,s.191-192;Hüseyin G. Yurdaydın, İslam Tarihi Dersleri, Ankara  İlahiyat FAK  Yayınları, Ankara Üniv. Basımevi, 1971, s.117;Ahmet Yaşar Ocak, XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda Dinde Tasfiye (Puritanizm) Teşebbüslerine Bir Bakış: Kadızadeliler Hareketi,Türk Kültürü Araştırmaları, 1979-1983, Ankara,s.208-225;Huriye Martı, ET-Tarikat-ı Muhammediyye, DİA Maddesi

[9] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu:Klasik Çağ (1300-1600),(Çev:Ruşen Sezer), YKY Yayınları, İstanbul,1995,s.191-192

[10] Ali Bardakoğlu, Günümüz İslâm Dünyasında Meseleler ve Çözüm Yolları, Uluslararası Sempozyum 10-12 Ekim 2016, s.33-38.

 

[11] Müphemlik kültürü ve İslam Thomas Bauer, iletişim yay 2019 çev: Tanıl Bora


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ANTONY FLEW'İN YANILMIŞIM TANRI VARMIŞ KİTABININ ÖZETİ-1-

                Flew, bu kitabında çocukluğundan itibaren inanç  bakımından yaşadığı tecrübelere yer vererek kısaca ateizmden teizme geçişini anlatıyor. İçinde doğduğu ailenin  Hıristiyanlığa bağlı olduğunu,  babasının vaizlik yaptığını, ayin ve toplantılara katıldıklarını bununla birlikte kendisinin dini bir feyz ve zevke almadığını ifade ediyor. Kitapta ilk önce ateizmi savunan kendi yazdığı eserlere ve onların  temel görüşleriyle bunlara verilen cevaplara  yer veriyor. Yazar, kısaca okumaları ve çalışmalarının kendisini bilimsel olarak benimsediği (öne sürülen iddianın götürdüğü yere gitmek) ilkeyle tutarlı bir biçimde yaşadığı değişimi samimiyetle anlatıyor. Kitap ayrıca ateizm konusundaki temel yaklaşımlara ana hatları ile yer veriyor. Çocukluk ve gençlik yıllarındaki Hıristiyan temelli inançlardan ateizme evirilişinin ilk adımını kötülük probleminin oluşturduğunu söylüyor. O zamanlar ailes...

Şerif Mardin’in ‘Din ve İdeoloji’ Eseri Üzerine

     Din ve İdeoloji kitabı, çapı küçük fakat içerik olarak oldukça geniş ve derin olduğu rahatlıkla söylenebilir. Efradını cami ağyarını mani bir ifade ile alanında tam bir başvuru kaynağıdır.      Yazar, ilk önce ideoloji kavramını  iki ayrı kategoride ele alıyor: Sert ideoloji ve yumuşak ideoloji. “Sert” ideolojiyle, sistematik bir şekilde işlenmiş, temel teorik eserlere dayanan, seçkinlerin kültürüyle sınırlandırılmış, muhtevası kuvvetli bir yapı kastedilirken,  “yumuşak” ideoloji ile de, kitlelerin, çok daha şekilsiz inanç ve bilişsel (cognitive) sistemleri ifade ediliyor. Yazar, ideolojiyi ise kitle toplumunun belirmesiyle beraber önem kazanan inançlar ve idare edilen”lerin arasında yaygın, yönlü, fakat sınırlı, belirsiz fikir kümeleri olarak tanımlıyor. İdeolojiler, siyasi fikir tarihi açısından  uzun zaman, insanların aklını çelen kuraldışı etkenler olarak tanımlanmıştır. [1] Yazar, bilimsellik niteliğinin üç ana...

MEHMET EVKURAN’IN SÜNNİ PARADİGMAYI ANLAMAK ADLI ESERİNDEN

     (Mehmet Evkuran,Sünni Paradigmayı Anlamak, Ankara Okulu Yayınları,2015,3.Baskı) Evkuran, Sünni paradigmayı anlamak adlı çalışmasında Ehli sünnetin siyaset düşüncesinin yapısı ve sorunlarını konu edinmektedir. Bu yazıda daha çok kitaptan alıntılara yer verilecektir. Eser, son yüz elli iki yüz yıl içinde geri kalışımız bağlamında yapılan tartışmaların merkezinde yer alan Sünni düşünceyi konu edinmektedir. Daha önceki yapılan çalışmalarda geleneksel din anlayışı, geleneksel dini düşünce şeklinde eleştirilerin hedefinde olduysa da bu çalışmada zihniyet ve dünya görüşü oluşturucu yanıyla Sünni gelenek, Türkiye’de bir bütün olarak ilk defa derli toplu, eleştirel olarak bir çalışmaya konu edilmiştir. Yazara göre kendini bir hakikat ve dinin en doğru yorumu olarak temellendiren Ehl-i Sünnet söylemi, varlığını tehdit ettiğini düşündüğü yaklaşımlara karşı koyduğu gibi, onu bilimsel/ideolojik bir okumanın nesnesi/konusu yapan yaklaşımlara karşı da kendini savunmaktadır...