Ana içeriğe atla

"Spiritüel Ama Dindar Değil": Din Sosyolojisi Perspektifinden Karşılaştırmalı Bir Değerlendirme


Modern toplumlarda, bireylerin geleneksel dini kurumlardan uzaklaşarak daha bireysel, öznel ve deneyim odaklı bir maneviyat anlayışına yöneldikleri sıkça gözlemlenmektedir. Bu yönelim, din sosyolojisi literatüründe genellikle “Spiritüel ama dindar değil” (SBNR – Spiritual But Not Religious) kavramıyla ifade edilir. SBNR yaklaşımı, kurumsal dinin ritüellerinden, dogmalarından veya kurallarından ziyade, kişinin kendi iç dünyasını, kişisel deneyimlerini ve bireysel özgürlüklerini öncelemesiyle öne çıkar. Bu nedenle, son yıllarda giderek büyüyen bir “bireysel manevi arayış” eğilimi dikkatleri çekmektedir.

Özellikle Batı toplumlarında 1950’lerden itibaren belirginleşmeye başlayan ve sonrasında küresel bir dalga hâline gelen bu eğilim, dinin toplumsal konumunu ve bireylerin dinle olan ilişkisini yeniden tanımlamaya başlamıştır. Artık “inanmak” eylemi yalnızca bir kuruma ya da geleneksel inanç sistemine bağlılığı değil, aynı zamanda kişinin kendi zihinsel, ruhsal ve duygusal tatminini sağlayacak çok çeşitli uygulamaları da kapsar hâle gelmiştir. Yoga, meditasyon, alternatif şifa pratikleri, doğa odaklı ritüeller veya kişisel gelişim seminerleri gibi çok farklı alanlar, bu yeni manevi arayışın unsurları olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türkiye’de ise SBNR yaklaşımı, Batı’daki kadar güçlü bir kopuşu temsil etmese bile özellikle büyük şehirlerde ve genç kuşaklarda artan bir ilgi görmektedir. Geleneksel İslami kurumlara duyulan güvenin sorgulandığı, politik veya toplumsal söylemlerin etkisiyle kurumsal dinden uzaklaşma eğilimlerinin yaşandığı görülmektedir. Bu makalede, “neden spiritüel ama dindar değil?” sorusuna farklı kültürel bağlamlarda cevaplar aranarak, İngilizce, Almanca ve Türkçe akademik literatürde sunulan teorik çerçeveler ve araştırma bulguları doğrultusunda kapsamlı bir analiz yapılacaktır.
 Teorik Çerçeve: Neden “Spiritüel Ama Dindar Değil”?

Bu bölümde, “Spiritüel ama dindar değil” (SBNR) kavramını açıklayan temel teorik yaklaşımlara odaklanılacaktır. İngilizce, Almanca ve Türkçe kaynaklar üzerinden, bu kavramın farklı sosyo-kültürel bağlamlarda nasıl ele alındığı detaylandırılacak, akademik literatürdeki temel argümanlar karşılaştırmalı olarak tartışılacaktır.

İngilizce literatürdeki en önemli katkılardan biri, Robert Wuthnow’un After Heaven: Spirituality in America Since the 1950s (1998) adlı eserinde görülür. Wuthnow, Amerika Birleşik Devletleri’nde 1950’lerden sonra yükselen bireysel maneviyat eğilimini “patchwork spirituality” (yamalı manevi pratikler) kavramıyla açıklamaktadır. Bu kavram, bireylerin artık tek bir kurumsal dine veya toplumsal cemaate katılmak yerine, kendi ihtiyaçlarına ve ilgi alanlarına göre farklı inanç ve uygulama biçimlerini bir araya getirmesi anlamına gelir. Örneğin, biri aynı anda hem yoga yapabilir, hem meditasyon teknikleriyle ilgilenebilir, hem de Hristiyanlığın bazı ritüellerinden esinlenebilir. Böylece, geleneksel Hristiyanlık kurumlarından uzaklaşılsa bile “dinsizlik” değil, “farklı bir maneviyat anlayışı” ortaya çıkar.
Linda Woodhead’in A Sociology of Religious Emotion (2013) adlı çalışması, modern toplumlarda duygusal ihtiyaçların tatmininin önemini vurgulayarak, yeni manevi eğilimlerin yükselişine ışık tutar. Woodhead’e göre, geleneksel din kurallara ve kurumsal dogmalara ağırlık verirken, post-modern dönemde bireyler “esnek ve kişiselleştirilmiş” manevi pratikler aracılığıyla kendi duygusal ve ruhsal doyumlarına ulaşmayı hedeflerler. Burada merkezi unsur, bireyin kendi deneyimidir. Geleneksel kilise öğretilerinden ziyade, kişinin “içsel farkındalık” ve “bireysel tatmin” arayışı, manevi yolculuğun temel noktası hâline gelir. Woodhead, özellikle genç kuşaklarda gözlemlenen bu “kuruma mesafe koyma” eğiliminin, aynı zamanda modernitenin getirdiği özgürlük ve bireyselleşme süreçleriyle yakından ilişkili olduğuna dikkat çeker.
Paul Heelas ve Linda Woodhead’in birlikte kaleme aldıkları The Spiritual Revolution (2005) adlı çalışma ise “subjective-life spirituality” (öznellik-temelli maneviyat) kavramını gündeme getirir. Bu kavram, dinsel otoritenin ve kurumsallaşmış yapıların yerine, bireyin “kendi gerçeğini” ve “içsel rehberliğini” merkezine alan bir maneviyat anlayışını temsil eder. Geleneksel Hristiyanlıkta ya da diğer kurumsallaşmış dinlerde sıkça görülen dogmatik çerçevenin dışında, insanlar kendi içsel arayışlarına odaklanır, kendilerini farklı öğretilerden beslenen geniş bir manevi yelpazede konumlandırırlar. Heelas ve Woodhead, bu dönüşümü “özgürleşme” projesiyle ilişkilendirerek, modern insanın “kendini gerçekleştirme” ihtiyacını, kurumsal dinin sınırlandırıcı yapılarından kurtulma isteğiyle bağdaştırır.


Almanca literatürde SBNR kavramını irdeleyen önemli isimlerden biri Detlef Pollack’tır. Pollack, Säkularisierung – ein moderner Mythos? (2003) adlı eserinde, sekülerleşme teorisinin “mutlak din gerilemesi” anlayışına eleştirel bir gözle yaklaşır. Ona göre, kurumsal dine katılımın azalması, otomatik olarak bireylerin dinsizleşmesi anlamına gelmez. Almanya örneğinde de görüldüğü gibi, kilise üyeliklerinin veya ayin katılım oranlarının düşmesi, birçok bireyin kendi hayatında manevi öğeleri tamamen reddetmesiyle sonuçlanmaz. Bunun yerine, pek çok kişi doğrudan “bireysel maneviyat” alanına yönelerek, Yoga, Budizm, meditasyon veya doğa kültü gibi farklı inanç ve pratikleri kendi yaşamlarına adapte eder.

Pollack’a göre bu süreç, hem kurumsal dine duyulan güvenin sarsılması hem de modern toplumun bireysel özgürlük vurgusuyla doğrudan ilişkilidir. Kilise gibi kurumsal dini yapılar, geçmişteki cinsiyet rolleri, ahlak kuralları veya sosyal düzenlemeler konusunda hâkim konumda iken; modernleşmeyle birlikte bu rol sorgulanmaya başlanmış, özellikle genç kuşakların gözünde kimi zaman “eski” veya “katı” bulunmuştur. Almanya bağlamında, Katolik ve Protestan kiliselerin toplum içindeki otoritesinin zayıflaması, sekülerleşmeyi körüklerken, maneviyatın bireysel bir zeminde yeniden tanımlanmasının da önünü açmıştır. Bu da klasik sekülerleşme tezinde iddia edildiği gibi, “dinin yok olması” yerine, “dinin bireyselleşmesi” şeklinde tezahür eder.
Hubert Knoblauch da Almanya’daki çağdaş dini dönüşüm ve bireysel manevi arayışlar hakkında önemli çalışmalara imza atan bir diğer araştırmacıdır. Populäre Religion (2009) ve “Communicative Constructivism and Transcendence” (2014) gibi çalışmalarında, modern toplumlarda dinin dönüşümünü özellikle iletişimsel ve kültürel perspektiflerden ele alır. Knoblauch’a göre, toplumsal sekülerleşme süreci, dinin kamusal alandaki “kurumsal” görünümünü zayıflatırken, aynı zamanda gündelik hayat içerisinde popüler kültürle iç içe geçen yeni “manevi” ifade biçimlerinin oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Bu popüler veya “görünürde seküler” alanlarda gelişen inanç ve pratiklerin, aslında çeşitli spiritüel anlam arayışlarını bünyesinde barındırdığını vurgular. Knoblauch, bireylerin dinsel deneyimlerini artık klasik kurumsal çerçevenin dışında paylaştığı ve “transcendence” kavramının daha çok kişisel farkındalık, deneyim ve iletişime dayalı bir boyut kazandığına dikkat çeker.Hubert Knoblauch’un da işaret ettiği üzere, modern Almanya’da kurumsal dinin etkinliğini sınırlandıran fakat maneviyata olan ilgiyi canlı tutan bir olgu olarak öne çıkar. Bireyler artık dinsel yaşantılarını çoğunlukla kurumsal çatı altında değil, popüler kültür ve gündelik iletişim ağları içerisinde yeniden üretirler. Böylece, seküler toplum yapısı altında dinsel/ruhsal pratikler ortadan kalkmamakta; tam tersine kişisel ve deneyim odaklı bir biçimde çeşitlenerek varlığını sürdürmektedir.
Monika Wohlrab-Sahr ve Uta Karstein’in Religiöse Bindung und sozialer Wandel çalışması, Almanya’nın doğu kesimlerinde Hristiyan geleneğin tarihsel nedenlerle daha zayıf oluşunu vurgulayarak, burada yaşayan insanların kurumsal dini pratikler yerine kişisel inanç formlarına yöneldiğini ortaya koyar. Doğu Almanya örneğinde, devletin seküler bir tutum izlemesi ve kilise karşıtlığının eski Doğu Bloku döneminden miras kalması, kolektif dindarlığı zayıflatmış, bunun yerini “özgürce seçilmiş bireysel inanç biçimleri” almıştır. Bugünse, pek çok genç, yoga stüdyoları, meditasyon grupları ya da “enerji çalışmaları” gibi farklı mekân ve pratiklerde kendi manevi ihtiyaçlarını karşılayacak alternatifler arar hâle gelmiştir. Bu çerçevede “spiritüel ama dindar değil” yaklaşımı, modern Almanya’da kurumsal dinin etkinliğini sınırlandıran fakat maneviyata olan ilgiyi canlı tutan bir olgu olarak öne çıkar.
Türkiye’de SBNR olgusuna dair akademik tartışmalar, Batı ülkelerine kıyasla daha yeni olmakla birlikte, özellikle son yıllarda artış göstermektedir. Necdet Subaşı’nın Türkiye’de Dindarlığın Sosyolojik Görünümleri (2019) başlıklı çalışması, Türkiye’deki dini yaşantı biçimlerini anlamak açısından çarpıcı veriler sunar. Subaşı, özellikle genç nüfusta geleneksel İslami pratiklere ve kurumlara yönelik bir mesafe oluştuğunu, bunun yerine “kişisel ahlak” ve “bireysel tatmin” odaklı maneviyat arayışlarının belirdiğini belirtir. Kurumsal din, özellikle siyasal ve toplumsal alanda güç kazandıkça, bu gücün getirdiği otoriter tonun bir kısım genç tarafından eleştirel karşılandığı, dolayısıyla resmi dindarlığın dışında bir maneviyat arayışına yönelişin hızlandığı ifade edilmektedir.
Şerif Mardin’in Türkiye’de Din ve Siyaset başlıklı klasik eseri, Türkiye’deki din-devlet-toplum ilişkilerinin tarihsel arka planına ışık tutar. Mardin, cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan modernleşme ve kentleşme süreçlerinin, dini aidiyet ve pratikleri nasıl dönüştürdüğünü kapsamlı bir şekilde analiz eder. Bu dönüşüm, bir yandan devletin resmi ideolojisiyle uyumlu “resmî din” politikalarını beslerken, öte yandan bireysel dindarlık biçimlerinin de farklı yollarla gelişmesine kapı aralamıştır. Tarikatlar, cemaatler veya sivil toplum inisiyatifleri üzerinden şekillenen dini hayatın son dönemde çeşitlenmesi, gençlerin önüne kurumsal İslam’ın ötesinde, farklı maneviyat deneyimlerine açık bir alan sunar.
Türkiye’deki SBNR yönelim, sıklıkla “tamamen dinden kopuş” şeklinde okunmaktan ziyade, geleneksel dini pratikleri esneterek veya yeniden yorumlayarak bir manevi tatmin arayışına karşılık gelebilir. Bir başka deyişle, kimi bireyler kendilerini “Müslüman” kimliğinden uzaklaştırmadan, örneğin meditasyon veya nefes teknikleri gibi küresel maneviyat pratiklerine yönelir. Bu durum, yerel ve küresel akımların bir arada görülebileceği “hibrit bir dinî alan” yaratır. Hem Türkiye’nin muhafazakâr toplumsal yapısı hem de modern kentsel yaşamın beklentileri, genç kuşakların “spiritüel ama dindar değil” yaklaşımını farklı biçimlerde deneyimlemesine yol açar.

 Küresel ve Yerel Dinamikler

Bu bölümde, SBNR eğiliminin hem Batı toplumlarındaki (özellikle ABD ve Almanya) hem de Türkiye’deki görünümü üzerinde durulacak, bu iki bağlamın nasıl farklılıklar ve benzerlikler barındırdığı incelenecektir.

 Batı Bağlamı (ABD ve Almanya)
 Sekülerleşmenin Etkisi

Batı toplumlarında, SBNR eğiliminin en önemli arka planı genellikle sekülerleşme teorisiyle ilişkilendirilir. Amerika Birleşik Devletleri’nde son yıllarda yapılan Pew Research anketleri, “hiçbir dine bağlı olmayanlar” (nones) kategorisinin hızla büyüdüğünü ortaya koyar. Bu grubun içinde, kurumsal dini tamamen reddeden ateistler veya agnostikler olduğu gibi, “spiritüel ama dindar değil” kimliğine sahip bir kesim de bulunur. Bu durum, kurumsal dinin toplumsal otoritesinin zayıfladığını, ancak maneviyat ihtiyacının hâlâ güçlü şekilde devam ettiğini gösterir.

Almanya özelinde yapılan Bertelsmann Stiftung (2023) raporları da benzer bir tablo çizer. Kilise kurumlarına duyulan güvenin azalması, özellikle 30 yaş altı gençler arasında dikkat çekicidir. Gençlerin önemli bir bölümü, “dini kurumlara güvenmiyorum ama maneviyat benim için önemli” ifadesine katılmaktadır. Bu veri, sekülerleşmenin kurumsal dinin toplumsal meşruiyetini zayıflattığını, fakat bireysel inanç ve manevi arayışların canlılığını koruduğunu teyit eder. Nitekim Almanya’da gençlerin bir kısmı, hem Hristiyanlıktan hem de doğu kaynaklı maneviyat akımlarından (örneğin Budizm) ögeler barındıran kişisel “inanç mozaikleri” oluşturabilmektedir.

Sekülerleşme, sadece kilise katılım oranlarının düşmesi anlamına gelmez; aynı zamanda kurumsal dini sembollerin, ahlaki normların ve dogmaların gündelik hayattaki etkisinin göreceli olarak azalmasına da işaret eder. Sonuçta, bireyler kendi değer sistemlerini oluşturma konusunda daha serbest hâle gelir. Bu özgürlük ortamı, manevi arayışların tek bir doktrin etrafında toplanmak yerine çeşitlenmesine ve farklı inanç pratiklerinin melezlenmesine izin verir. Dolayısıyla, Batı’da “dinsizlik” olarak yorumlanabilecek bir tablonun yerine, “kurumsal dinden uzak ama manevi olarak aktif” bireylerin çoğaldığı bir manzara ortaya çıkmıştır. 
Batı’da kurumsal dine duyulan mesafenin artmasındaki başlıca nedenlerden biri, kiliselerin tarih boyunca üstlendiği otoriter rol ve buna bağlı skandallardır. Çocuk istismarı, yolsuzluk veya cinsiyetçi söylemler gibi konularda Hristiyan kiliselerine duyulan güvenin sarsılması, birçok genç için geleneksel din ile arasına mesafe koyma gerekçesidir. Benzer biçimde, LGBT hakları veya toplumsal cinsiyet eşitliği gibi konularda kilisenin muhafazakâr tutumu, genç kuşakların gözünde kurumsal dini “eski ve sınırlayıcı” bir konuma yerleştirmektedir.

Aynı dönemde, sosyal medyanın ve “self-help” (kişisel gelişim) kültürünün yükselişi, hızlı ve kişiselleştirilmiş maneviyat pratiklerinin yaygınlaşmasına kapı aralar. YouTube üzerinden rehber meditasyon videoları, Instagram üzerinden “pozitif enerji” mesajları, TikTok üzerinden mindfulness egzersizleri gibi uygulamalar, manevi arayışını evinden çıkmadan ve herhangi bir kuruma tabi olmadan sürdürmek isteyen bireylere cazip gelmektedir. Bu yaklaşım, kurumsal üyelik ve toplu ibadet gerektiren geleneksel dine kıyasla son derece bireysel, esnek ve anlık tatmin vaat eder.

Yoga ve meditasyon merkezlerinin Batı’daki yaygınlığı da SBNR eğilimini perçinleyen bir başka örnektir. Özellikle büyük şehirlerde, birçok insan düzenli olarak yoga stüdyolarına giderek hem bedensel hem de zihinsel rahatlama peşinde koşar. Bu stüdyolar, çoğu zaman kendilerini “dinsel bir kurum” olarak sunmamakla birlikte, bireylere ruhsal bir dönüşüm ve içsel denge vaat eder. Dolayısıyla, dine bağlılıktan ziyade “ruhsal iyi oluş” fikrinin ön plana çıktığı bu tür mekânlar, genç kuşakların “spiritüel ama dindar değil” kimliğini somut biçimde deneyimlemesine imkân tanır.


---

 Türkiye Bağlamı

SBNR Eğilimleri ve Veriler

Türkiye’de SBNR olgusu, Batı’daki kadar köklü bir “kurumsal din eleştirisi” geleneğine sahip olmasa da, özellikle son on yılda belirginleşmeye başlamıştır. KONDA (2023) tarafından yapılan bir araştırma, 18-30 yaş arasındaki gençlerin %22’sinin kendisini “dindar değil ama maneviyata önem veren” olarak tanımladığını göstermiştir. Bu oran, Türkiye’de hâkim olan İslami gelenek düşünüldüğünde azımsanmayacak bir büyüklüğe işaret etmektedir. Araştırmalar, bu grubun dinî pratiklerle tamamen bağını koparmadığını, ancak kurumsal din algılarının son derece esnek olduğunu göstermektedir.

Büyük şehirlerde yoga, meditasyon, reiki veya astroloji gibi pratiklere ilgi duyan bireyler, kendi maneviyat anlayışlarını çoğu zaman İslami temelli ritüellerden bağımsız veya onlarla harmanlayarak oluşturabilirler. Özellikle sosyal medyada, Türkçe içerik üreten pek çok “yaşam koçu” veya “spiritüel rehber” hesabı, geniş kitlelere ulaşarak, “pozitif enerji”, “farkındalık” ve “öz-sevgi” odaklı söylemler geliştirmektedir. Bu söylemler, cami veya kuran kursu gibi mekânlarla özdeşleşen kurumsal dindarlık modelinden farklı bir alan açar ve kişiye bireysel bir manevi yol çizebilme özgürlüğü sunar.

Türkiye özelinde dikkat çeken bir diğer husus, maneviyatın çoğu zaman kültürel ve geleneksel motiflerle harmanlanmasıdır. Örneğin, kimi bireyler tasavvuf ve Mevlevilik gibi İslami mistik geleneklerden ilham alarak yoga veya meditasyon tarzı uygulamaları benimser. Bu yolla, hem yerli bir mistik birikimle bağlarını koparmamış olurlar hem de küresel maneviyat akımlarının sunduğu esnekliği deneyimlerler. Sonuç itibarıyla, Türkiye’de “spiritüel ama dindar değil” yaklaşımı, hem geleneksel İslam’dan tamamen uzak duran hem de geleneksel dinî pratikleri farklı biçimlerde içselleştiren bireyleri kapsayan geniş bir yelpazede kendini gösterebilir. 
Türkiye’de SBNR eğiliminin gelişmesindeki önemli etkenlerden biri resmi dini kurumların artan siyasallaşma algısı ve toplumun belli kesimlerinde buna paralel olarak gelişen “kurumsal din yorgunluğu” hissidir. Siyasal iktidarın söylemleriyle örtüşen fetvalar, politik meseleler hakkındaki beyanatlar, bazı gençlerin gözünde kurumsal dinin bağımsız ve kapsayıcı olma vasfını zedeleyebilmektedir. Bu durum, hem inançlı hem de inanca mesafeli bireyler açısından, kurumsal dini yapıya mesafe koyma motivasyonunu artırabilir.

Kentleşme ve modernleşme de SBNR eğilimine zemin hazırlar. Şerif Mardin’in belirttiği gibi, büyük kentlere göç eden bireyler, farklı yaşam tarzları, kültürel akımlar ve kimlik seçenekleriyle karşılaşır. Bu çeşitlilik ortamında, geleneksel dinî pratikler artık tek seçenek olmaktan çıkar ve bireyler farklı inanç ve pratik biçimlerini deneyimlemeye daha açık hâle gelir. İstanbul, Ankara, İzmir gibi metropollerde sayıları artan yoga-meditasyon merkezleri, mindfulness atölyeleri, “nefes terapisi” seansları bu dönüşümün somut örnekleridir.
Küreselleşme olgusu da Türkiye’deki SBNR akımını besleyen önemli dinamiklerden biridir. İnternet ve sosyal medya aracılığıyla, dünya genelindeki spiritüel akımlar (New Age, Budizm, Hinduizm vb.) Türkçe kaynaklarla veya altyazılarla hızla yayılır hâle gelmiştir. Gençler, dünyanın herhangi bir yerinde popüler olan bir meditasyon tekniğini evlerinde uygulayabilir veya çevrimiçi topluluklara katılarak bu deneyimlerini paylaşabilir. Böylece, manevi pratikler üzerinde coğrafi ve kurumsal sınırlamaların etkisi azalır, bireyler “evrensel bir spiritüel yolculuğun” parçası hâline gelebilir.
 Karşılaştırmalı Analiz
Batı (özellikle ABD ve Almanya) ve Türkiye örnekleri değerlendirildiğinde, “bireyselleşme” ve “özgürleşme arayışı” temel ortak noktalar olarak öne çıkmaktadır. Batı’da sekülerleşme sürecinin daha erken ve daha güçlü yaşanması, kurumsal dinin toplum nezdinde itibar kaybını hızlandırmış, bu da “spiritüel ama dindar değil” eğiliminin yayılmasını kolaylaştırmıştır. Ancak maneviyat ihtiyacı ortadan kalkmadığı için, insanlar farklı formlarda manevi deneyimlere yönelmiştir. 
Türkiye’de ise sekülerleşme, Batı’daki biçimiyle gerçekleşmemiş; bunun yerine, kurumsal İslam ve muhafazakâr toplumsal değerler hâlâ güçlü bir varlığını sürdürmüştür. Buna rağmen, özellikle büyük kentlerde ve gençlerde görülen kültürel çeşitlenme ve politik gerilimler, bireylerin kurumsal dine duyduğu güveni sarsabilmektedir. Sonuçta, Batı’daki gibi açık bir “kiliseden kopuş” yaşanmasa da, “resmî İslam” kurumlarına veya geleneksel dini pratiklere mesafe koyma eğilimi güçlenmekte, insanlar yeni manevi arayışlara yönelebilmektedir.

Bu iki bağlam arasındaki farklar, SBNR kimliğinin ifade ediliş biçimlerinde ve kabul görme düzeylerinde de kendini belli eder. Batı’da SBNR kimliği, toplumsal olarak daha kolay kabul edilirken, Türkiye’de aile, akraba, mahalle veya toplumsal baskı gibi faktörler, bu eğilimin kamusal alanda açıkça ifadesini sınırlayabilir. Yine de, her iki toplumda da sosyal medya ve dijital platformlar aracılığıyla bireyler kendi manevi duruşlarını paylaşma ve benzer eğilimlere sahip insanlarla etkileşime girme imkânı bulmaktadır. Dolayısıyla, “spiritüel ama dindar değil” yaklaşımının kendine özgü bölgesel farklılıklara rağmen, küresel bir fenomen olarak yaygınlaştığı rahatlıkla söylenebilir.

Sonuç 
SBNR olgusu, modern çağın bireyselleşme ve özgürlük arayışlarını yansıtan önemli bir din sosyolojisi konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerek Batı’da gerekse Türkiye’de, geleneksel dini kurumlara ve kurallara duyulan bağlılığın göreceli olarak zayıflaması, insanların maneviyatı tamamen terk etmesine neden olmamaktadır. Tam tersine, bireyler kendi özgün maneviyat formlarını inşa ederek, içsel bir yolculuğa çıkmaktadırlar. Bu yolculuk, belirli bir dine aidiyet göstermekten çok, “kendini gerçekleştirme” ve “içsel dengeyi bulma” arzusunu öne çıkarır.

Türkiye için özel bir durum, İslam kültürünün tarihsel ve kurumsal gücü ile modern kent yaşamının sunduğu çeşitlilik arasında kalmış genç kuşaklarda ortaya çıkan çelişkilerdir. Bir yanda aile, çevre ve resmî din kurumlarından gelen beklentiler, diğer yanda küresel maneviyat akımlarının çekiciliği, yeni nesillerin SBNR eğilimini güçlendiren faktörler olarak öne çıkar. Necdet Subaşı’nın işaret ettiği gibi, “kişisel ahlak” ve “manevi tatmin” arayışı, bu gençlerin temel motivasyonunu oluşturur. Bu süreçte, kurumsal dinin aldığı politik ve ideolojik pozisyonlar da etkilidir: Eğer dini kurumlar giderek daha ideolojik veya dışlayıcı bir çizgiye kayarsa, bu durum “spiritüel ama dindar değil” eğilimini daha da cazip hâle getirecektir.

Gelecek yıllarda, sosyal medya etkileşimlerinin ve dijital yaşamın daha da yaygınlaşmasıyla birlikte, SBNR eğiliminin hem Türkiye’de hem de dünyada daha fazla görünürlük kazanması beklenebilir. Kurumsal dinlerin bu gelişmeye nasıl yanıt vereceği, bu kurumların gelecekteki varlıklarını şekillendirecektir. Daha kapsayıcı, esnek ve çağın değerlerine duyarlı bir söylem geliştirmeyen dini kurumların genç kuşaklar nezdinde etkisini yitirmeye devam edeceği öngörülebilir. Bunun karşısında, bireysel deneyimi önemseyen, farklı manevi pratiklere açık ve gençlerin beklentilerini dikkate alan yeni dinî yaklaşımlar ise geleceğin din sosyolojisinde öne çıkacaktır.

Yapılan bu detaylı inceleme, “Spiritüel ama dindar değil” (SBNR) olgusunun günümüz toplumlarının dinamiklerine ışık tutan çok yönlü bir fenomen olduğunu göstermektedir. SBNR, hem dinin toplumsal inşası hem de bireyin manevi kimlik arayışı açısından önemli ipuçları sunar. Modern dünyada dinin rolü artık yalnızca kurumsal kurallar ve ritüellerle sınırlı kalmamakta, kişiselleştirilmiş ve deneyim odaklı bir anlayış çerçevesinde yeniden tanımlanmaktadır.
Din sosyolojisi, bu dönüşümü anlamak için disiplinlerarası bir çerçeve benimsemek durumundadır. Psikolojiden antropolojiye, iletişim bilimlerinden siyaset bilimine kadar birçok alanla iş birliği yaparak, bireylerin manevi ihtiyaçlarının ve kimliklerinin nasıl şekillendiğini incelemek gerekmektedir. Zira, SBNR olgusu yalnızca “inanmamak” veya “dinsizleşmek” değildir; aksine, farklı kültürel pratiklerin bir arada bulunduğu yeni bir inanç ve kimlik evreni inşa etme sürecidir. Bu süreçte tüketim kültürü, sosyal medya ve popüler kültürün belirgin etkisi hissedilmektedir.
Sonuç olarak, SBNR olgusu, dinin bireyselleşme ve farklılaşma yönünde ilerlemeye devam ettiğine işaret eder. Klasik sosyolojik yaklaşımların “sekülerleşme = dinin yok oluşu” tezinin aksine, sekülerleşme sonrasında manevi arayışların değişen biçimleriyle karşılaşıyoruz. Bu bağlamda, dinsel pratiklerin ortadan kalkmadığı, sadece kurumsal çerçevenin daralırken, bireysel çerçevenin genişlediği bir tablodan söz etmek mümkündür. Gelecekte din sosyolojisinin en önemli sorularından biri, kurumsal dinler ile bireysel manevi arayışların nasıl bir etkileşim içinde evrileceği olacaktır.


---

Kaynakça
Heelas, P. & Woodhead, L. (2005). The Spiritual Revolution.

Pew Research (2023). “Religious Landscape Study”.

Woodhead, L. (2013). A Sociology of Religious Emotion.

Wuthnow, R. (1998). After Heaven: Spirituality in America Since the 1950s.
Bertelsmann Stiftung (2023). “Religion Monitoring Report”.
Knoblauch, H. (2009). Populäre Religion. Auf dem Weg in eine spirituelle Gesellschaft. Campus Verlag.

Knoblauch, H. (2014). Communicative Constructivism and Transcendence. Journal of Contemporary Religion, 29(1), 15–32.

Pollack, D. (2003). Säkularisierung – ein moderner Mythos?

Wohlrab-Sahr, M. & Karstein, U. (2012). Religiöse Bindung und sozialer Wandel.
KONDA (2023). “Gençlik ve İnanç Araştırması”.

Mardin, Ş. (1992). Türkiye’de Din ve Siyaset.

Subaşı, N. (2019). Türkiye’de Dindarlığın Sosyolojik Görünümleri.





.




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ANTONY FLEW'İN YANILMIŞIM TANRI VARMIŞ KİTABININ ÖZETİ-1-

                Flew, bu kitabında çocukluğundan itibaren inanç  bakımından yaşadığı tecrübelere yer vererek kısaca ateizmden teizme geçişini anlatıyor. İçinde doğduğu ailenin  Hıristiyanlığa bağlı olduğunu,  babasının vaizlik yaptığını, ayin ve toplantılara katıldıklarını bununla birlikte kendisinin dini bir feyz ve zevke almadığını ifade ediyor. Kitapta ilk önce ateizmi savunan kendi yazdığı eserlere ve onların  temel görüşleriyle bunlara verilen cevaplara  yer veriyor. Yazar, kısaca okumaları ve çalışmalarının kendisini bilimsel olarak benimsediği (öne sürülen iddianın götürdüğü yere gitmek) ilkeyle tutarlı bir biçimde yaşadığı değişimi samimiyetle anlatıyor. Kitap ayrıca ateizm konusundaki temel yaklaşımlara ana hatları ile yer veriyor. Çocukluk ve gençlik yıllarındaki Hıristiyan temelli inançlardan ateizme evirilişinin ilk adımını kötülük probleminin oluşturduğunu söylüyor. O zamanlar ailes...

Şerif Mardin’in ‘Din ve İdeoloji’ Eseri Üzerine

     Din ve İdeoloji kitabı, çapı küçük fakat içerik olarak oldukça geniş ve derin olduğu rahatlıkla söylenebilir. Efradını cami ağyarını mani bir ifade ile alanında tam bir başvuru kaynağıdır.      Yazar, ilk önce ideoloji kavramını  iki ayrı kategoride ele alıyor: Sert ideoloji ve yumuşak ideoloji. “Sert” ideolojiyle, sistematik bir şekilde işlenmiş, temel teorik eserlere dayanan, seçkinlerin kültürüyle sınırlandırılmış, muhtevası kuvvetli bir yapı kastedilirken,  “yumuşak” ideoloji ile de, kitlelerin, çok daha şekilsiz inanç ve bilişsel (cognitive) sistemleri ifade ediliyor. Yazar, ideolojiyi ise kitle toplumunun belirmesiyle beraber önem kazanan inançlar ve idare edilen”lerin arasında yaygın, yönlü, fakat sınırlı, belirsiz fikir kümeleri olarak tanımlıyor. İdeolojiler, siyasi fikir tarihi açısından  uzun zaman, insanların aklını çelen kuraldışı etkenler olarak tanımlanmıştır. [1] Yazar, bilimsellik niteliğinin üç ana...

Türkiye'de Alternatif Tıp Uygulamalarının Dini Referanslarla Meşrulaştırılması Üzerine

Modern toplumların en belirgin özelliklerinden biri, rasyonelleşme ve bilimsel düşüncenin hakimiyetine rağmen, geleneksel ve alternatif tedavi yöntemlerine yönelik ilginin artmasıdır. Bu paradoksal durum, özellikle Türkiye gibi modernleşme sürecini kendine özgü dinamiklerle yaşayan toplumlarda daha karmaşık boyutlar kazanmaktadır. Geleneksel tıp uygulamalarının dini referanslarla meşrulaştırılması, sadece bir sağlık meselesi olmaktan çıkıp, toplumsal kimlik, kültürel süreklilik ve moderniteyle hesaplaşma gibi çok boyutlu bir olguya dönüşmektedir. Bu çalışma, Türkiye'de alternatif tıp uygulamalarının dini referanslarla meşrulaştırılması sürecini, din sosyolojisi perspektifinden ele almaktadır. Peter L. Berger'in "kutsal şemsiye" kavramı çerçevesinde değerlendirildiğinde, alternatif tıp uygulamalarının dini referanslarla meşrulaştırılması, modern toplumda anlam arayışının ve geleneksel değerlere dönüş eğiliminin bir tezahürü olarak görülebilir. Bu bağlamda, modern tıbbı...