Ana içeriğe atla

İBRÂHİM BİN EDHEM’İN VAROLUŞSAL YOLCULUĞU

 


Belh Prensi Olarak Yetişmesi 

İbrâhim bin Edhem, İslâm tarihindeki en sembolik dönüşüm hikâyelerinden birine sahip isimlerden biridir. Kaynakların aktardığına göre, Horasan bölgesinin önemli merkezlerinden Belh şehrinde dünyaya gelir ve varlıklı, soylu bir ailenin evladı olarak büyür. Babası dönemin ileri gelen emirlerinden sayılan, iktidar ve servet sahibi bir kişidir. Bu durum, İbrâhim bin Edhem’in daha çocukluğundan itibaren saray hayatının ihtişamı, zengin sofralar, lüks kıyafetler ve sayısız imkânla çevrili bir şekilde yetişmesini beraberinde getirir. Onun ilerleyen yıllarda Allah yoluna girişi ve dervişliğe yönelmesi, bu parlak başlangıcı bırakarak bambaşka bir ufka yelken açması nedeniyle çok daha sarsıcı bir etki yaratır. Henüz gençliğinde, elinin altında büyük bir servet olmasına rağmen bu dünya nimetlerinin ruhundaki boşluğu dolduramadığını idrak ettiği rivayet edilir. Dönemin siyasal ve toplumsal yapısına bakıldığında, Belh gibi stratejik bir bölgede iktidar sahibi olmak, ciddi bir nüfuz ve belki de gelecekte daha da büyük bir hükümdarlık vadediyordu. İbrâhim tam da böyle bir ayrıcalıklı konumdayken, saraydan çıkıp mütevazı bir derviş yolculuğuna atılmasıyla, “dünyevi ihtişamı hakikate tercih etmeyen” bir prototip olarak anılır.

Tarihî kaynaklar, onun gençlik yıllarını anlatırken ihtişamlı av eğlenceleri, saray ziyafetleri, mücevherlerle dolu hazineler ve büyük bir maddî gücün olanaklarını vurgular. İbrâhim bin Edhem her ne kadar bu nimetlerin içinde olsa da menkıbeler, ruhunda sürekli bir arayış ve tatminsizliğin kol gezdiğinden bahseder. Söz gelimi, genç yaşta gösterişli elbiselerle dolaşmasına, av köşklerinde lüks içinde yaşamasına karşın, arkadaşlarına ya da çevresine zaman zaman “Yüreğimde bir eksiklik var” şeklinde sözler ettiği rivayet edilir. Elbette menkıbelerdeki bazı ayrıntılar efsanevî bir süs taşısa da özünde, zenginliğin ruhsal bir doygunluk getirmediğine dair mesaj vermek isterler. Onun hayvanlardan oluşan av kervanları, müzisyenlerden oluşan saray eğlenceleri, görkemli ziyafet sofralarında bin bir çeşit yemeğin sunulması gibi anlatımlar, “nereden nereye” sorusunun çarpıcılığını artırır. Tam da bu noktada, genç İbrâhim’in içinde “Bu kadarına sahip olmakla neden mutlu değilim?” sorusu belirmiş, içten içe bir içsel çatışma yakasına yapışmıştır.
Böyle bir prensi, aile büyükleri ve saray erkanı elbette daha da yüksek mevkilere gelmesi için hazırlamıştır. Hatta bazı rivayetlere göre, babası ondan gelecekte sultanlık veya vali makamı gibi önemli görevleri devralmasını beklemiştir. Bu beklentiler, dönemin siyasal geleneğinde normal karşılanır: Bir emir ya da hükümdar, ömrünün sonunda yerini oğluna bırakır, böylece hanedan devam eder. İbrâhim bin Edhem de aile çevresinden gördüğü bu ilgiye ve yüksek hedeflere rağmen, içindeki tatminsizlik ve hakikati arama dürtüsüyle boğuşur. Etrafındakiler muhtemelen onu dünya nimetlerine daha çok bağlanmaya çağırmış, hatta bazen “Bu nimetler Allah’ın sana lütfudur, niçin şikayet edersin?” gibi nasihatlerde bulunmuş olabilir. Ama gün geçtikçe onun yüreğinde büyüyen soru “Ben kimim?” sorusudur. Aile büyükleri, “Halkın başına geçtiğinde iyi bir yönetici ol” gibi dilekler sunsa da İbrâhim, bu maddi hedeflerin ardında eksik bir şey sezer: Kalbin derinliğindeki tatmin olma arayışı.

Daha sonraki asırlarda yazılan tasavvuf kaynaklarında, İbrâhim bin Edhem çokça anılmıştır. Kimi zaman Hallâc-ı Mansûr, Bâyezîd-i Bestâmî, Fudayl bin Iyâd gibi isimlerle birlikte zikredilir. Onun bu kadar ön plana çıkmasının temel sebebi, bir anda saray ihtişamından sıyrılması ve adeta “seküler krallığı” reddederek bambaşka bir manevi krallığa yelken açmasıdır. Dolayısıyla sufî geleneğinde “dünya saltanatını terk edip Allah yoluna giren hükümdar” imajı denince akla ilk gelen sembol isimdir. Birçok menkıbe, onu neredeyse efsanevi bir figür seviyesine yükseltir: Avlanma esnasında gökten bir ses duyması, sarayda uyuyamadığı bir gecede vicdanî bir uyanış yaşaması gibi anlatılar, hep bu hızlı dönüşümün zeminini hazırlar. Kendisinden sonraki derviş meclislerinde “İbrâhim bin Edhem gibi feragat etmek” şeklinde kalıplaşan sözler oluşur. Yani sadece hayali bir figür değildir, pratik olarak “Serveti ve şöhreti elinin tersiyle itmenin” mümkün olduğunu kanıtlamış bir örnektir.

Tarihî Örnek mi, Efsanevi Bir Model mi? 

Elbette araştırmacılar, İbrâhim bin Edhem’le ilgili anlatıların ne kadarının tarihsel gerçek, ne kadarının sufi menkıbe olduğunu tartışmıştır. Bizzat Belh prensi olup olmadığı, tam olarak ne kadar toprak yönettiği veya hangi dönemde yaşadığı gibi konularda farklı rivayetler vardır. Ancak tasavvuf literatüründe onun hikâyesi, sembolik değeri açısından her zaman ön plandadır. Bu sebeple bazı modern akademisyenler, “İbrâhim bin Edhem” ismini kısmen metaforik de kabul eder: İç dünyamızda sahip olduğumuz imkânları bir kenara bırakıp, arınmayı ve hakikati seçmenin timsali. Yine de İslâm tarih yazımına göre, büyük ölçüde tarihsel bir varlığa sahip olduğu, Horasan bölgesinde doğduğu ve genç yaşta dağlara, çöllere çekilerek dervişliği benimsediği kayıtlıdır. Halkın dilinde ise, bütün bu ayrıntılar bir tarafa, “Allah aşkı için dünya saltanatını terk eden sultan” olarak yer etmiştir. Ve bu imaj, yüzyıllar boyu insanlara “en büyük hazinenin ne olduğuna” dair derin bir düşünme fırsatı sunar.



Gençlik Yılları ve Kırılma Noktası

Sarayda Geçen Çocukluk ve Gençlik Döneminin İhtişamı İbrâhim bin Edhem’in çocukluğu ve gençliği, Belh sarayının debdebesi içinde şekillenmiştir. Rivayetler, doğduğu ilk günden itibaren etrafının lüks eşyalar, kıymetli kumaşlar ve nadide ziyafet sofralarıyla çevrili olduğunu anlatır. Dönemin önemli merkezlerinden biri olan Belh’te bir prens olarak yetişen İbrâhim, saray erkanının gösterişli törenlerine, misafirlerine sunulan en leziz yemeklere ve sanatkârların icra ettiği musiki meclislerine alışmıştır. Daha çocuk yaşlarda av partilerine katıldığı, av köşklerindeki cömert ziyafetleri izlediği söylenir. Büyüyüp delikanlılık çağına yaklaşırken de bu ihtişam içinde yaşıyor olması, çevresindeki herkesin ona gıptayla bakmasına yol açar. Buna rağmen, ileride anlatılacak olan içsel sorgulamaları, aslında bu ihtişamın onu tam olarak mutlu etmediğini yavaş yavaş hissettiğine işaret eder. Nitekim o, bulunduğu konum itibarıyla her şeye sahip gibi görünse de gönlünde her an “Neden tatmin değilim?” sorusunu taşır.

Saray Hayatından Bunalımı: .

“Ben Kimim?” Sorgusu Sarayda büyüyen bir prensin, normalde dışarıya yansıtmadığı içsel bir bunalım yaşaması belki şaşırtıcı gelebilir; ancak İbrâhim bin Edhem’in hikâyesi, tam da bu çelişkiden beslenir. Kimi menkıbeler, onun bir gün sarayının en görkemli salonunda otururken “Bu kadar nimet arasında neden huzursuzum?” diye kendi kendine sorduğunu anlatır. Geniş av sahaları, hiç eksilmeyen hazineler ve sarayın sağladığı itibar, ona “dünya saltanatının” anahtarlarını sunuyordu. Fakat ruhunun derinliklerinde, bunların ona ait bir hayat tarzı olmayabileceğine dair bir sezgi doğmaya başlar. Kimi tarihçiler, bu sorgulamayı genç prensin olağanüstü zekâsına bağlar: Etrafındaki herkes bunları olağan karşılarken, İbrâhim, “Asıl gerçeklik bu kadar basit olamaz” düşüncesine kapılır. Özellikle gece karanlığında saray koridorlarında gezinirken, “Bu görkem bir gölge mi yoksa gerçek mi?” diye düşünen bir ruh hâli tasavvur edilir.

En Meşhur “Kırılma Anı”: 

Av Sırasında Yaşadığı Uyanış İbrâhim bin Edhem hakkında en çok anlatılan menkıbelerden biri, onun bir av partisi sırasında yaşadığı sarsıcı uyanıştır. Rivayetlere göre, genç prens yine kalabalık bir av ekibiyle ormana çıkmıştır; atını en önde sürmekte, beraberinde köpekler, hizmetkârlar ve süslü av malzemeleri bulunmaktadır. Tam bir hayvanın peşine düşeceği sırada, gökyüzünden geldiği sanılan bir ses ona şöyle seslenir: “Uyan ey gâfil! Bu mu senin yaratılış gayen?” Bu sesi duyar duymaz irkilen İbrâhim, sanki yüreğine bir ok saplanmış gibi atından inip derin bir sessizliğe gömülür. Bazı varyantlar, gökten bir ses yerine bir yabancının aniden çıkıp aynı sözleri fısıldadığını söyler. Her hâlükârda, bu an onun için “Hayatım neye yarıyor? Bu avlar, bu lüks bana ne sağlıyor?” sorularının su yüzüne çıkmasına vesile olur. Çevresindekiler şaşkına dönerken, o ânın etkisiyle avı bırakıp eve, hatta saraya dahi dönmeden yollara düşer. Menkıbenin bir başka biçiminde, bu sesi av köşkü penceresinde uyuduğu bir gece işittiği ve uyanır uyanmaz sarayı terk ettiği de anlatılır. Her iki anlatımda da müşterek olan şey, dıştan gelen bir “ikaz”ın, onun içindeki sorgulamayı tetiklemesidir.

Dünya Saltanatından Ayrılma Kararı: .

Varoluşsal Bir İsyan Bu sarsıcı uyanış anının ardından, İbrâhim bin Edhem’in dünyaya bakışı kökten değişir. O zamana kadar babasından devralacağı emirlik veya sultanlık makamını doğal bir gelecek olarak gören genç prens, artık bunların ruhunu tatmin etmeyeceğini kesin biçimde anlar. Sarayın ve Belh hükümdarlığının ona vadettiği güç, servet ve şöhret; bir anda değersizleşir. Bu, modern tabirle bir “varoluşsal isyan”dır: Yıllardır kendisinden beklenen, geleneksel rolü oynamayı reddeder. Özellikle tasavvuf kaynaklarında, bu kopuşun onun ne kadar sağlam bir iradeye sahip olduğunu gösterdiği vurgulanır. Zira sadece manevi hislerle değil, maddi anlamda da büyük bir güvenceyi geride bırakmak kolay değildir. Kimi menkıbeler, onun saray görevlilerine “Ben artık Allah’ı bulmak istiyorum, dünyalık işleri ve makamları size bırakıyorum” diyerek gittiğini nakleder. Bu karar, İbrâhim bin Edhem’in yaşadığı derin içsel çalkantının en somut tezahürü ve bir nevi “Ben kimim?” sorusuna verdiği fiilî yanıttır.

Derin Bir Yolculuğa Doğru Kırılma anından sonra, İbrâhim bin Edhem’in hayatı adeta bir yol hikâyesine dönüşür. Saraydan ve prensesliğin getirdiği konfordan koptuğu an, aslında bilinen her şeyin sonu demektir: Unvanlar, servet, koruma ordusu... hepsi geride kalır. Bunun yerine, kimine göre bir hırka ve asa dışında hiçbir şeyi olmayan bir derviş olarak yollara düşer. İçinde koca bir boşluk ve aynı zamanda yepyeni bir heyecan vardır: “Hakikati bulabilmek” ümidi. Onun bu tutumu, ilerleyen süreçte Şam, Mekke, Basra gibi şehirlerde dolaşmasına, insanlarla sohbet etmesine, bazen yalnız yaşamayı tercih etmesine yol açar. Her adımında sarayın alışkanlıklarından sıyrılmanın zorluğunu yaşar, fakat her ne çekse içinde hissettiği “özgürlük” duygusu ağır basar. Bu noktada, “varoluşsal kriz” diyoruz; çünkü maddi dünyanın en üst basamağından kopmak, insanda “Ben kendi gerçeğimi mi arıyorum?” sorusunu tetikler. İbrâhim bin Edhem, tam da bu soruyla yüzleşmeyi göze alarak, kendi ifadesiyle “dünyayı ve dünyayı seven kalbi” terk etme cesareti gösterir.

Varoluşsal Kriz ve Anlam Arayışı

Prenslik Konumunu Geride Bırakması: “Mal-Mülk ve Şöhret Bana Yetmiyor, Hakikat Nerede?” Bazı rivayetlerde, İbrâhim bin Edhem’in saraydan çıktıktan sonra iç dünyasının sarsıntılarını oldukça yoğun yaşadığı anlatılır. Zira o sadece bir mevki veya makam bırakmamıştır; uzun yıllar kendisini kuşatan tüm kimliği terk etmiştir. Av köşklerinde geçen çocukluk, soylu çevrelerin ona “geleceğin büyük emiri” olarak bakışı, belki de yanı başında binlerce kişinin hizmet ettiği ihtişamlı bir yaşam… Tüm bunlar bir anda “Benim varoluşumun gayesi bu olamaz” itirazına dönüşür. Onu, “Ben kimim? Bu zenginlik bana huzur yerine neden ağırlık veriyor?” sorusu zihninde yankılanan bir genç adam hâline getirir. Modern ifadesiyle söylemek gerekirse, hayatı boyunca başkalarının biçtiği rolü oynamak yerine, kendi özüne sadık kalmak ister. Dolayısıyla, dünyada birçok insanın peşinde koştuğu servet ve şöhreti geride bırakarak “asıl hakikat nerede?” diye yola koyulur. Bu seçim, onun için büyük bir varoluşsal eşiği temsil eder.

Otorite ve Zenginliği Elinin Tersiyle İtmek Dönemin geleneksel anlayışında, bir prenslik makamına sahip olanın orayı terk etmesi neredeyse akıl almaz bir durumdur. Aile büyükleri, devlet erkânı, belki de şehir halkı bile onu “nimetleri hor gören bir nankör” gibi kınayabilir. Yine de İbrâhim bin Edhem, otoriteye ve zenginliğe rağmen içinde büyüyen o susuzluğu dindiremeyeceğini fark eder. Tasavvuf kaynaklarında, “saraydan çıkar çıkmaz en sade kıyafetlerle dolaştığı” ve kimseye makamından söz etmediği nakledilir. Fakirlik veya yoksulluk (fakr) bu noktada onun manevî yolunun temel taşı olur; çünkü sahip olduklarından sıyrılarak, hiçbir menfaate dayanmayan bir ihlâs geliştirmek ister. İslâm tefekküründe “fakr,” kulun ihtiyaç sahibi olduğunun idraki anlamına da gelir. İşte İbrâhim, söz konusu ihtiyacı yalnızca Allah’ın kapısında tatmin edebileceğini sezmiş, dünyevî makamları “yüce gerçeğin” yanında sığ görmeye başlamıştır.

İslâm Tasavvufunda Bir “Varoluşsal Bunalım” Örneği

 İbrâhim bin Edhem’in hikâyesi, modern literatürde “varoluşsal kriz” veya “anlam arayışı” kavramlarıyla doğrudan ilişkilendirilebilir. Tüm maddi imkânlara, neredeyse sınırsız bir kudrete sahipken, içsel huzuru bulamayıp varoluşsal bir bunalım geçirmesi, İslâm tasavvufunda epeyce dikkat çeker. Onu Hallâc-ı Mansûr gibi isyanın “aşk boyutuna” taşıyan bir figür kadar radikal yapmasa da, “Dünya saltanatıyla tatmine ulaşamamanın” trajik yönünü net biçimde gösterir. Birçok insanın “Daha fazla mal, daha fazla şöhret” diyerek tatmin umduğu bir düzen içinde, o “Aradığım şey bunlar değilmiş” demenin ötesinde, “Asıl arayış kalpteki hakikat” görüşünü fiilen ortaya koyar. İşte bu, ruhsal bir bunalım sonucu doğmuş bir “yeniden doğuş” hikâyesi gibidir. Özellikle günümüzde, bolluk içinde olup da içsel tatminsizlik duyan kişilerin, İbrâhim bin Edhem menkıbelerinde kendi sorgulamalarına benzeyen izler görmesi tesadüf sayılamaz.

Arayışın Pratik Yansımaları: Nefs Terbiyesi, Riyâzet ve Uzlet 

Yalnızca “Her şeyi bırakıyorum” demekle iş bitmez; İbrâhim bin Edhem, dervişliğin çileli yoluna adım atarak bu kararını eyleme döker. Tasavvufta nefs terbiyesi, insanın kendi içindeki bencil ve dünyaperest yönlerle mücadele etmesini gerektirir. O, daha önce haz dolu ziyafetlerle şenlenen bir prense kıyasla, artık kuru ekmeğe talim edecek derecede bir hayat sürmeye başlar. Riyâzet, yani belirli periyotlarla az yeme, az uyuma, az konuşma gibi pratikler, onun gözünde hakikati görmeyi engelleyen “benlik sislerini” dağıtmanın yoludur. Menkıbelerde, bazen haftalar boyu tek lokmayla idare ettiğine, geceleri abdestini tazeleyip sabaha dek ibadet ettiğine dair ifadeler mevcuttur. Ayrıca uzlet, yani inzivaya çekilme de İbrâhim’in yöntemlerinden biridir: Toplumdan, saray kalabalığından uzaklaşarak kendi öz benliğiyle yüzleşir, “nefsin sesleriyle” mücadele eder. Bu yönüyle, tercih ettiği çileli yaşam, içsel bir devrimi dışarı yansıtır.

Mânevî Yolculuğun Derinleşmesi 

Zaman içinde İbrâhim bin Edhem, farklı coğrafyalara seyahat ederek çeşitli âlimlerle ve sufi şeyhleriyle karşılaşır. Şam, Kufe, Mekke gibi merkezlerde kendisini geliştirdiği, bazen de tanınmamak için adını sakladığı söylenir. Av sahalarının gürültüsünden dağların sessizliğine, saray sofralarının ihtişamından bir parça kuru ekmeğe geçiş, onun varoluşsal kırılmasını daha da olgunlaştırır. Bu süreçte öğrendiği en temel ders, “Benliğini alçaltmadan Hakk’a ulaşamazsın” şeklinde formüle edilebilecek sufi anlayışla ilgilidir. Adı etrafında menkıbeler çoğaldıkça, halka verdiği mesaj netleşir: Dünyanın sunduğu her şey gelip geçicidir; ancak insanın içindeki aşk ve iman tohumu kalıcıdır. Dolayısıyla aslolan, içsel huzuru bulmak üzere öz benliğiyle yüzleşmektir. Onun pratik uygulamaları, kısa sürede tesirini gösterir; bazı insanlar “Şu bir zamanlar Belh prensi olan adam, şimdi sokakta yalınayak geziyor” diyerek ona merak duyar. Kimileri de “Bu yaptığı delilikten başka bir şey değil” diye düşünür.

Modern Bir Okuma: Kişisel Değişimin Evrenselliği

 Bugünden bakıldığında, İbrâhim bin Edhem’in dervişliğe geçmesi; sadece tarihsel veya dinî bir vaka değil, evrensel bir varoluşsal hikâye olarak da okunabilir. Psikolojik açıdan, “Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde en üst düzeyde olmak ama hâlâ tatmin bulamamak” gibi çağdaş bir metafora benzetilebilir. Zira o, tüm temel ihtiyaçlarının ötesinde, saray sosyetesinin en zengin sofralarına, en ihtişamlı elbiselerine sahipken “Benlik” sorusuyla yüzleşir. Bu, tam da “hayatın amacı” noktasında radikal bir dönüşüm sürecidir. Onun attığı adımları, “azla yetinme,” “ruhsal tatmini maddiyatta aramama,” “kendi içsel sesini dinleme” şeklinde sıralayabiliriz. Dolayısıyla İbrâhim bin Edhem, İslâm tasavvuf coğrafyasında bir hükümdarın dervişliğe yönelişini sergilemesiyle sadece kendi çağının değil, her dönemin insanına “Gerçek mutluluk nerede?” sorusunu sorduran bir varoluşsal örneğe dönüşmüştür.


Göçebe Derviş Hayatı ve Öğretileri

  1. Şam, Mekke, Basra: Diyar Diyar Yolculuk

 Bir kez saray ortamından ayrıldıktan sonra, İbrâhim bin Edhem’in hayatı neredeyse tamamen sefer hâlinde geçer. En bilinen rivayetlere göre, Belh’ten çıktığında ilk hedeflerinden biri Şam olur; orada bir süre bulunup çeşitli medreseleri ve sufî dergâhlarını ziyaret eder. Sonraki durakları arasında Mekke, Basra ve Kûfe gibi dönemin önemli ilim ve tasavvuf merkezleri de sayılır. Bu şehirlerin her biri, farklı âlimlerin, ulemânın ve derviş çevrelerinin buluşma noktasıdır. İbrâhim, gittiği her yerde engin tecrübeleriyle dikkat çeker; bazen kendini saklar, bazen de kimliği ortaya çıkar. Sözgelimi Şam’da, “Kimdir bu âlicenap derviş?” diye merak edenlerin sayısının günbegün arttığından bahsedilir. Her seferinde, asıl emelinin maddi makam değil, Allah rızası ve hakikat olduğunu belirttiği anlatılır. Bu göçebelik, onun ruhunda “dünya benim vatanım değil, kalbim benim yurdum” düşüncesini iyice perçinler.
Âlimlerle ve Dervişlerle Tanışması, Mürşid Konumuna Gelmesi

 Birçok tarihçi ve tasavvuf klasiği, İbrâhim bin Edhem’in yolculukları esnasında dönemin meşhur âlimlerini, fakihlerini ve sûfî büyüklerini ziyaret ettiğini kaydeder. Onlarla yaptığı sohbetler, sadece bir talebenin hocasıyla görüşmesi şeklinde değildir; tam tersine, onun bilgece sözleri ve kendisini daima alçaltan üslubu, pek çok kimseyi derinden etkiler. Zamanla, çevresinde toplanan bir topluluk oluşmaya başlar. Bu topluluk ona “Efendim, bize nefs terbiyesini öğretin” ya da “Biz de sizin gibi makamları terk etmek istiyoruz” diyerek dertlerini açar. İbrâhim bin Edhem başlangıçta kendisini bir şeyh veya mürşid addetmekten çekinse de, menkıbelerde eninde sonunda bir kısım dervişi irşad ettiği vurgulanır. Bu durum, onun “Davranışı sözünün en güçlü delili” sayılan bir insan olduğunu gösterir: Zira sadece konuşmamakta, bizzat nefs çilesini yaşayarak örnek teşkil etmektedir.

‘Dünyayı Bırakan Sultan’ Mottosu ve Halk Arasındaki Yansıması .

Halk, kısa sürede onun hakkındaki menkıbeleri yayar: “Şu, Belh prensi değil miydi? Şimdi ise üstündeki hırka dışında pek bir şeyi yok.” Bu öykü, tabii ki insanların ilgisini çeker. Kimileri onun yaptığını gıptayla karşılar, “Ne yüce bir fedakârlık!” der. Kimileri de “Bu olsa olsa deliliktir” diye düşünür. Fakat zamanla, onun hâlindeki sükûnet ve tevazuyu görenler, “Dünyayı bırakan sultan” diyerek saygı duyar hâle gelir. Bu ifade, menkıbeler yoluyla dilden dile dolaşır ve tasavvuf meclislerinde dervişlere ibret olarak anlatılır. Pek çok kasaba ve şehirde, İbrâhim bin Edhem’e atfedilen kıssalar okunur, “Zenginlik içinde yüzerken hakikati seçti” şeklinde övülür. Bir bakıma, onun hikâyesi toplum zihninde, “Gerçek fazilet ve zenginlik, kalpte ve ahlakta saklıdır” düşüncesini uyandırır.

Ahlâk, Tevazu, Zühd ve Tevekkül Vurgusu

 İbrâhim bin Edhem’in öğretileri, esasen İslâm tasavvufunun ana kavramları etrafında şekillenir: Ahlâk, tevazu, zühd, tevekkül… Menkıbelerde, ondan şu tür sözler duyarız: “Tevazu sahibi olan, herkesi kendinden üstün görür. Zühd ise, dünyanın sunabileceği her şeyi gönül rızasıyla terk etmektir.” Bu sözleri, onun hem kişiliğiyle hem de yaşadığı çileli dervişlikle örtüşür. Çünkü altından yapılma kadehleri, gösterişli tahtları geride bırakan biri olarak, “nefsin parıltılı tuzaklarına” kapılmamanın önemini bizzat yaşamıştır. Tevekkül noktasında ise, “Kişi gerçek tevekküle erdiğinde, yarın ne yiyeceğini dert etmez. O, Rezzâk olan Allah’a güvenir” der. Bu sözler, sadece nazarî öğütler değil, onun çileli göçebe yaşamında her gün test edilen pratiklerdir.
Tasavvuf literatüründe, İbrâhim bin Edhem’le ilgili hikmetli öyküler epeyce fazladır. Örneğin bir menkıbede, kendisine “Nasıl bu kadar mütevekkil olabiliyorsun?” diye soran birine, “Ben kendim için bir tek lokma bile ayırmam. Rızık Allah’tandır. Gelirse yerim, gelmezse sabrederim” dediği aktarılır. Başka bir hikâyede, bir kasabada aç kalıp kapı kapı dolaştığı sırada, kendisine yetecek kadar ekmek verildiğinde bile şükrettiği, fazla verilirse dağıttığı anlatılır. Bu hikâyeler, onun “varoluşsal arayış” sürecinde dünyaya ve mala nasıl baktığını gösterir. Kırk gün boyunca çalışıp biriktirdiği parayı bir anda ihtiyaç sahiplerine verip tekrar yola koyulduğu da anlatılır. Halk, bu cömertlik ve kanaat karşısında hayran kalır. Onun tek derdi, iç huzur ve Allah rızasıdır; dünyalık hesabını yapmayı çoktan bırakmıştır.

Göçebeliğin Ötesinde Bir Yolun Sembolü

 Bugün baktığımızda, İbrâhim bin Edhem’in göçebe dervişliğini sadece coğrafî seyahatler olarak görmek eksik kalır. Bu göçebelik, aynı zamanda bir iç yolculuktur; her durak, nefsin ayrı bir boyutuyla yüzleşme vesilesi olur. Dolayısıyla, onun Şam’da, Mekke’de, Basra’da veya bilhassa dağ ve çöllerde bulunduğuna dair menkıbeler, manevi olgunlaşmanın katmanlarını simgeleştirir. O, dünyevî sultanlık yerine dervişliği seçen bir yolcu olarak, “Hayat hep arayıştır” diyen sufi bakışını somutlaştırır. Yüzyıllar sonra bile anıları anlatılırken, “Mekke yolunda karşılaştığı şu olay…” veya “Şam civarında şu şeyhle tanışınca şöyle dedi…” diye aktarılan hikâyeler, bize onun ruhsal derinleşmesinin adımlarını gösterir. Demek ki İbrâhim bin Edhem’in göçebe hayatı, sadece toprak üzerinde değil, aynı zamanda kalbin duraklarında, basamaklarında sürüp giden bir seyrü sülûkün hikâyesidir.


Tasavvuf kaynaklarında en çok anlatılan kıssalardan biri, İbrâhim bin Edhem’in saraydan ayrılmasını tetikleyen o meşhur av sahnesine dair ayrıntıları barındırır. Hikâyeye göre, genç prens avlanmak için büyük bir maiyet eşliğinde dağlara çıkmıştır. Yanında yirmi-otuz kadar hizmetkâr, sürüyle av köpeği ve ihtişamlı süslemelere sahip atları bulunur. Tam bu sırada, nereden geldiği belirsiz bir ses işitilir: “Uyan ey gâfil! Bu mudur senin yaratılış amacın?” Bu sesin geldiği yönü arayan İbrâhim, bir türlü kaynağını bulamaz. O an öyle bir irkilir ki, ne av hevesi kalır ne de dünya saltanatının çekiciliği. Bazı menkıbeler, bu sesi duyar duymaz atından indiğini, elindeki av âletlerini yere attığını ve çevresindekilere “Dönün saraya; benim artık başka bir yolum var” dediğini anlatır. Böylelikle menkıbe, onun iç dünyasında açığa çıkan o derin sarsıntıyı, sembolik bir “sabah uyanışı” gibi betimler.

Başka bir anlatıda, İbrâhim bin Edhem av köşküne döndükten sonra da ruhu rahat edemez. Geceleri gözünü kırpmadan düşüncelere dalar. Gün doğarken, sarayın penceresinden dağ zirvelerine bakarak, “O tepelerde mi bulacağım huzuru?” diye iç geçirir. Sonunda arayışı öylesine şiddetlenir ki, bir gece gizlice saraydan ayrılıp dağlarda yaşamaya başlar. Yalnızlık, sükûnet ve tefekkür onu bambaşka bir esenliğe taşır. Daha sonra çevresindekiler, “Sen ne buldun oralarda?” diye sorduğunda, “Sarayım sandığım mekânda gönlüm dardı; oysa tabiatın geniş ufkunda ruhum ferahladı” şeklinde konuşur. Bu nakil, onun dünya konforundan çok, “varlığın özüne dokunan” bir sükûnetin peşinde koştuğunu vurgular. “Dağlar bana gök kubbenin altında, semâların önünde hakikati hatırlattı” sözü, menkıbelerde sıkça zikredilir.
Zamanla halk, onun dünyevî konforu terk edip çetin imtihanlar göğüslediğini görerek bu hâlini “İbrâhim bin Edhem sınavı” tabiriyle ifade eder olmuş. “Sen de mi İbrâhim bin Edhem gibi açlıkla sınanacaksın?” veya “Dünyayı bırakma cesaretin var mı?” şeklinde deyişlere rastlanır. Bu sınavlardan kasıt, ciddi anlamda sadeliğe, fakr u zarûrete ve hatta açlığa katlanmaktır. Menkıbelerde onun üç gün üç gece bir lokma ekmek bulamadığı, dilendiği yerde kendisine bir tas çorba bile verilmediği zamanlarda bile isyan etmek yerine şükrettiği anlatılır. İnsanlar, böyle bir durumda saray konforuna dönmeyi asla düşünmüyor oluşuna hayran kalırlar. Bu hadiseler, İbrâhim’in “maddenin tüm süslerinden arınmış bir ruh hâlini” benimsediğini ve Hz. Peygamber’in “Fakr benim izzetimdir” sözünü kendisine rehber ettiğini gösterir.

İbrâhim bin Edhem’in adı, zamanla sadece menkıbeleriyle değil, vecizeleriyle de anılır. “Dünya kalbe hakim olursa, insan gözünü açamaz” türünden kısa ama vurucu ifadeleri meşhurdur. Bir başkasında, “Açlık, nefsi terbiye etmenin en kestirme yoludur” diyerek riyâzetin önemini vurgular. Halk arasında “İbrâhim bin Edhem ne dedi?” diye sorup, bu vecizeleri dilden dile aktarmak alışkanlık hâline gelmiştir. Onun sözleri, diğer tasavvuf büyüklerinin sözleriyle birleştirilip tarikat meclislerinde rehberlik niyetine okunur. Böylece “Açlığın kıymeti”nden “Dünyanın aldatıcılığı”na kadar pek çok konuda kısa ama derin öğütlerle insanlara seslenir. Özellikle, “Hakikat, saraylarda değil kalpte aranmalıdır” sözü, onun bütün yolculuğunun bir özet cümlesi sayılır.
Bu çarpıcı menkıbeler ve vecizeler, salt geçmişte yaşanmış bir dervişin masalsı hikâyeleri olarak görülmemelidir. Günümüz okuru için de “Hakiki huzuru maddede mi, manada mı arıyoruz?” sorusunu canlı tutar. Psikolojik açıdan, büyük bir pozisyondan ayrılmanın, konfor alanını terk etmenin ve nefsin güncel tuzaklarına karşı mücadele etmenin sembolüdür. Tasavvufî bakış açısından ise, manevî tekâmülün sadece sözle değil, bedenle ve ruhla birlikte yapılan çileli imtihanlardan geçtiğini anlatır. İbrâhim bin Edhem menkıbeleri, bu açıdan bir tür “nazar boncuğu” hükmündedir: İnsan ne kadar servet veya makam sahibi olursa olsun, bir gün yüreğinde “Uyan ey gâfil!” diyen o sesi duyabilir. İşte bu ses, onu büyülü bir yolculuğa sürükleyebilir — tıpkı saraydan çıkıp dağların yolunu tutan o eski Belhli prensin hikâyesinde olduğu gibi.

İbrâhim bin Edhem’e atfedilen özlü sözler, tasavvuf meclislerinde ve halk arasında yüzyıllardır dilden dile aktarılır. Bunlardan birisi “Allah’ı bulan neyi kaybeder; O’nu kaybeden neyi kazanır?” ifadesidir ki, onun zihin dünyasını çarpıcı biçimde yansıtır. Bu deyiş, insanın tüm dünyevî kazançlarını hakikatte geçici sayması, asıl ‘kâr’ın ise Allah’a yakınlık olduğunu vurgular. Rivayetlere göre, kendisine “Mal ve mülkü elden bırakarak ne kazandın?” diye soranlara daima benzer bir veciz düşünceyle cevap verir. Zira onun gözünde, maddi zenginlik veya servet, kalbin Allah sevgisinden yoksun olması hâlinde büyük bir kayıp hükmündedir; oysa gerçek zenginlik, her türlü imkândan vazgeçse bile manevî huzura sahip olabilmektir. İşte bu cümle, saray ihtişamını geride bırakan dervişin, kalbin derinliklerindeki asıl defineyi keşfettiğini ilan eden sembolik bir işaret olarak görülür.

Sonuç 

İbrâhim bin Edhem’in hayatının son demlerine ilişkin farklı anlatılar mevcuttur. Kimisi onun deniz yolculuğunda vefat ettiğini, kimisi ise cihat için katıldığı bir seferde yaralanarak dünyadan göçtüğünü nakleder. Bazen de Şam civarında inzivadayken vefat ettiği söylenir. Kesin olan, onun uzun zamandır saray lüksünden uzak, “fakra ve tevekküle” dayalı bir derviş hayatı benimsediğidir. Bu yüzden ölümünün de gösterişsiz ve kimilerinin haberdar bile olmadığı bir ortamda gerçekleştiği rivayet edilir. Tasavvuf literatürü açısından, onun nasıl öldüğünden ziyade bu âlemden de “sultan” sıfatlarını değil “hakikat yolcusu” unvanını kuşanarak ayrılmış olması vurgulanır. Özellikle gazada (cihad) şehit olduğu ifadesi, bazı metinlerde altı çizilerek yer alır; “Hem dünya saltanatını terk etti hem de uğruna mücadele verdiği manevî değerler uğruna canını feda etti” düşüncesiyle anılır.
İbrâhim bin Edhem’i, tasavvuf tarihinde pek çok tarikat ve meşrep kendine yakın hisseder. Zira onun “dünyayı terk edişi,” ilahi aşk adına konforu ve makamı bırakması, evrensel bir melâmetî tavrı yansıtır. Melâmetîlik, kısaca “kınanmayı göze alarak hakikate yürüme” olarak tarif edilir ki, o da tam böyle bir çizgide ilerlemiştir. Çoğu kez, “İnsanların gözünde eksik veya çılgın görünmeyi önemsemeden Allah katında değerli olmayı seçti” şeklinde ifadelerle anılır. Kendi nefsiyle mücadelesinde gösterdiği kararlılık, sonradan gelen tasavvuf büyüklerine de esin kaynağı olur. Örneğin Hallâc-ı Mansûr gibi isimler, “İbrâhim bin Edhem sarayı bırakabildiyse, ben de ruhumdaki bütün putları bırakabilirim” duygusuyla onun melâmetî cesaretini hatırlar. Bu anlamda, o kendisinden sonra gelen sufiler için “Hakikat yolunun sembolik öncülerinden” biri sayılır. Modern bakış açısıyla incelendiğinde, İbrâhim bin Edhem’in öyküsü “varoluşsal kriz” kavramını yansıtır: Bütün maddi olanaklara sahipken, ruhunda bir boşluk hissetmesi ve nihayet “Ben kimim? Bu dünyada niçin varım?” sorusuna radikal bir cevap arayışı. Sarayda (veya Belh emirliğinde) oturarak elde edemediği iç huzuru, dağlarda, çölde veya inziva köşelerinde bulmaya çalışır. Çağdaş psikologlar, “Kişinin konfor alanını terk etmesi ve yeni bir kimlik inşa etmesi” şeklinde okur bu serencamı. O, dünyevî kudreti manevî bir yolculukla takas etmiş, kendini sarsan varoluşsal çelişkiyi “hakikat” arayışıyla gidermiştir. Bu yüzden onun hikâyesi, dünyevi statüye tutunmanın ötesinde, “içsel özgürlüğe” geçişin bir yansımasıdır. Eskilerin deyimiyle, “Saraydan dağlara, saltanattan dervişliğe” uzanan bir yol.
Asırlar sonrasına baktığımızda, İbrâhim bin Edhem’in menkıbeleri hâlâ dilden dile dolaşmaktadır. Bir konfora, makama ya da servete sahip olup da manevi tatminsizlik yaşayanlar, onun “Allah’ı bulan neyi kaybeder?” sözünü hatırladıkça kendi iç dünyalarına dönük sorgulamalara kapılır. Özellikle günümüzün tüketim kültüründe, “Daha çok şeye sahip olma” arzusunun yarattığı boşluğu fark eden insanlar, İbrâhim bin Edhem örneğinde kendilerini bulurlar. O, bir tür “huzurun adresi” olarak da zikredilir: Maddi zenginlikten manevi huzura giden yolda, nefsin arınması ve dünya hırslarından feragat etme konusu sık sık gündeme getirilir. Bu nedenle, “Onun gibi saraydan çıkmak belki şart değil ama kalpteki saraydan çıkmak da bir devrimdir” diyerek, hikâyeye güncel metaforik anlamlar yüklenir.
Sadece İslâm coğrafyasında değil, Doğu hikâye ve edebiyat geleneğinde de “İbrâhim bin Edhem modeli,” “Dünyayı küçümseyen hükümdar” tipinde karşımıza çıkar. Bazı edebî eserlerde, farklı isimler verilerek de olsa, sarayda doğup hakikate yönelen kahraman motifi bulunur ve çoğunlukla İbrâhim bin Edhem’e atıf olduğu anlaşılır. Bu, toplumsal bellek açısından onun evrensel çekiciliğe sahip olduğunu gösterir. Zira güç ve makam, insanın iç huzurunu garantilemediği gibi, bazen tam aksine ruhsal bir kaosu da beraberinde getirebilir. Onun adına düzenlenmiş anlatılar, meddah öyküleri ve tiyatro vari canlandırmalar, yüzyıllar boyunca Anadolu’da ve Ortadoğu’da yapılmıştır. Böylece İbrâhim bin Edhem, edebî ve folklorik bir kimlik de kazanmıştır.

Sonuç olarak, İbrâhim bin Edhem’in yaşam öyküsü ve varoluşsal krizi, dünyevi gücün doruğundan manevî huzurun derinliğine uzanan bir “özgürleşme” macerası olarak okunabilir. Onun bıraktığı miras, sadece tasavvuf camiasında değil, geniş bir düşünce dairesinde karşılık bulur. İnsan, kendini bulmak için dış dünyanın sunduğu konforu terk etmek zorunda mıdır? Belki herkes için böylesi köklü bir çözüm gerekli değildir; ama İbrâhim bin Edhem bu konuda “hakikati uğruna büyük fedakârlıktan çekinmemek” tavrıyla öne çıkar. Son demlerinde nasıl ve nerede vefat ettiğinden ziyade, geride bıraktığı “Arayış, sabır, teslimiyet, tevekkül, zühd” mesajları önemsenir. Bugün hâlâ hikâyeleri anlatıldığında, insanlara “Dünya senin olsa da kalbine kazanç sağlamıyorsa, ne hükmü var?” sorusunu sordurur; böylece adı, varoluşsal farkındalığın ölümsüz örneklerinden biri olarak anılmaya devam eder.

Kaynakça

  • Abdurrahman b. Cevzî, Sıfatü’s-Safve

  • Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ

  • Ebû Nuaym el-İsfahânî, Hilyetü’l-Evliyâ

  • Annmarie Schimmel, Mistik Boyutlarıyla İslâm (Mystical Dimensions of Islam)

  • Louis Massignon, Hallâc: Mystic and Martyr



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ANTONY FLEW'İN YANILMIŞIM TANRI VARMIŞ KİTABININ ÖZETİ-1-

                Flew, bu kitabında çocukluğundan itibaren inanç  bakımından yaşadığı tecrübelere yer vererek kısaca ateizmden teizme geçişini anlatıyor. İçinde doğduğu ailenin  Hıristiyanlığa bağlı olduğunu,  babasının vaizlik yaptığını, ayin ve toplantılara katıldıklarını bununla birlikte kendisinin dini bir feyz ve zevke almadığını ifade ediyor. Kitapta ilk önce ateizmi savunan kendi yazdığı eserlere ve onların  temel görüşleriyle bunlara verilen cevaplara  yer veriyor. Yazar, kısaca okumaları ve çalışmalarının kendisini bilimsel olarak benimsediği (öne sürülen iddianın götürdüğü yere gitmek) ilkeyle tutarlı bir biçimde yaşadığı değişimi samimiyetle anlatıyor. Kitap ayrıca ateizm konusundaki temel yaklaşımlara ana hatları ile yer veriyor. Çocukluk ve gençlik yıllarındaki Hıristiyan temelli inançlardan ateizme evirilişinin ilk adımını kötülük probleminin oluşturduğunu söylüyor. O zamanlar ailes...

Şerif Mardin’in ‘Din ve İdeoloji’ Eseri Üzerine

     Din ve İdeoloji kitabı, çapı küçük fakat içerik olarak oldukça geniş ve derin olduğu rahatlıkla söylenebilir. Efradını cami ağyarını mani bir ifade ile alanında tam bir başvuru kaynağıdır.      Yazar, ilk önce ideoloji kavramını  iki ayrı kategoride ele alıyor: Sert ideoloji ve yumuşak ideoloji. “Sert” ideolojiyle, sistematik bir şekilde işlenmiş, temel teorik eserlere dayanan, seçkinlerin kültürüyle sınırlandırılmış, muhtevası kuvvetli bir yapı kastedilirken,  “yumuşak” ideoloji ile de, kitlelerin, çok daha şekilsiz inanç ve bilişsel (cognitive) sistemleri ifade ediliyor. Yazar, ideolojiyi ise kitle toplumunun belirmesiyle beraber önem kazanan inançlar ve idare edilen”lerin arasında yaygın, yönlü, fakat sınırlı, belirsiz fikir kümeleri olarak tanımlıyor. İdeolojiler, siyasi fikir tarihi açısından  uzun zaman, insanların aklını çelen kuraldışı etkenler olarak tanımlanmıştır. [1] Yazar, bilimsellik niteliğinin üç ana...

Türkiye'de Alternatif Tıp Uygulamalarının Dini Referanslarla Meşrulaştırılması Üzerine

Modern toplumların en belirgin özelliklerinden biri, rasyonelleşme ve bilimsel düşüncenin hakimiyetine rağmen, geleneksel ve alternatif tedavi yöntemlerine yönelik ilginin artmasıdır. Bu paradoksal durum, özellikle Türkiye gibi modernleşme sürecini kendine özgü dinamiklerle yaşayan toplumlarda daha karmaşık boyutlar kazanmaktadır. Geleneksel tıp uygulamalarının dini referanslarla meşrulaştırılması, sadece bir sağlık meselesi olmaktan çıkıp, toplumsal kimlik, kültürel süreklilik ve moderniteyle hesaplaşma gibi çok boyutlu bir olguya dönüşmektedir. Bu çalışma, Türkiye'de alternatif tıp uygulamalarının dini referanslarla meşrulaştırılması sürecini, din sosyolojisi perspektifinden ele almaktadır. Peter L. Berger'in "kutsal şemsiye" kavramı çerçevesinde değerlendirildiğinde, alternatif tıp uygulamalarının dini referanslarla meşrulaştırılması, modern toplumda anlam arayışının ve geleneksel değerlere dönüş eğiliminin bir tezahürü olarak görülebilir. Bu bağlamda, modern tıbbı...