Birçok araştırmacı onu, 14.–15. yüzyılın en çarpıcı sûfî şairlerinden biri olarak tanımlar. Kimine göre Hallâc-ı Mansûr’un açtığı “Ene’l Hak” yolunun tutkulu bir takipçisi, kimine göreyse hurûfî inançların ışığında kendi benlik ve hakikat arayışını şiirlerine dökmüş bir “âşık.” “Ene’l Hak” sözü, tıpkı Hallâc’ın dillendirdiği gibi Nesîmî’de de bir “hakikat iddiası” olmanın ötesinde, insanın ilâhî sırla bütünleşmesini anlatan simgesel bir ifadedir. O kadar güçlü bir simge ki, Osmanlı/Türk-İslâm kültüründe asırlar boyu hem hayranlıkla hem de ürpertiyle hatırlandı. Nesîmî’nin derisi yüzülerek idam edildiğine dair menkıbelerin ağırlığı, bu sözün ne denli “tehlikeli” ve sarsıcı bulunduğunu anlatmaya yeter.
Öte yandan, modern psikoloji literatürüyle yakından ilgilenenler açısından Seyyid Nesîmî’nin dramı, bir bakıma “varoluşsal kriz” yaşayıp “anlam arayışı” yolculuğunda radikal bir adım atan bir insanın hikâyesi olarak okunabilir. Rollo May, Viktor Frankl veya Irvin Yalom gibi varoluşçu psikoloji öncülerinin kavramlarına bakıldığında, “Ben kimim?” ve “Bu evrende yerim ne?” soruları, en nihayetinde “anlam bulma” çabasına çıkıyor. Nesîmî’nin “Hakikat” diye isimlendirdiği o derin öz, belki de Frankl’ın dediği gibi, insanı acı ve ölüm karşısında ayakta tutan en güçlü dayanak haline geliyor.
Bu yazının amacı, Seyyid Nesîmî’nin tarihî ve tasavvufî önemini kısaca hatırlattıktan sonra, onun “resmî otoriteyle çatışma” sürecini ve “ilâhî boyutla ilişki” arzusunu varoluşsal psikoloji merceğinden yeniden okumaktır. Yani, Hallâc-ı Mansûr’dan bu yana bir sembol haline gelen “Ene’l Hak” söylemi, modern terminolojide “varoluşsal bir kendilik beyanı” olarak nasıl anlaşılabilir? Bu cesur duruş, hangi bedelleri göze almayı gerektirmiştir? Nesîmî’nin “içsel gerilim” ve “dışlanma” tecrübeleri, “kimlik bunalımı ve hakikat arayışı” bağlamında bugünün insanına ne söylüyor? Tüm bu sorular, burada inceleyeceğimiz varoluşsal perspektifin temelini oluşturuyor.
Varoluşsal Psikolojiye Kısa Bakış
Varoluşsal psikolojinin temel kavramları
Nesîmî’nin hikâyesini anlamlandırmak için, önce varoluşçu psikolojinin kısa bir haritasını çizmek yararlı olacaktır. Her ne kadar 14.–15. yüzyılda “varoluşsal psikoloji” gibi bir disiplin mevcut değildiyse de insanın özüne, manevî derinliğine ve nihâî anlam arayışına dair yaklaşımlar, tarihin her döneminde farklı isimler veya akımlar altında varlığını sürdürmüştür. Modern dönemdeyse Rollo May, Viktor Frankl ve Irvin Yalom gibi öncü düşünürler, “insan varoluşunun özündeki temel kaygılar”ı sistematik bir biçimde tarif etmişlerdir:
Anlam Arayışı (Viktor Frankl)
Frankl’a göre insan, hayatın acıları ve kaçınılmaz zorlukları karşısında “yaşamaya değer bir amaç” veya “derin anlam” bulmak zorundadır. Aksi takdirde, hem ruhsal çöküntü hem de kimlik bunalımı yaşanır. Nesîmî’nin şiirlerinde dilden dile aktarılan şu mısralar, aslında bu “anlam arayışı”nın bir tezahürüdür:
“Sır kim bendedir sanma / Onda gören bendedir.”
Burada “hakikatin sırrı”nın dış dünyada değil, insanın iç derinliğinde saklı olduğu vurgulanır. Frankl’ın, Nazi kamplarındaki insanların yaşama tutunma hikâyelerini incelerken saptadığı “anlam inşası,” Nesîmî’nin coşkusuyla tasavvufî bir dille tezahür etmiş gibidir.
Varoluşsal Kaygı ve Ölüm Bilinci (Irvin Yalom)
Yalom, ölümün farkında olmanın insan psikolojisinde en güçlü motivasyonlardan biri olduğunu söyler. İnsanın “öleceğini bilmesi” ama buna bir türlü içsel anlam verememesi, derin bir varoluşsal kaygı üretir. Nesîmî gibi bir sûfî açısından düşünüldüğünde, “Ben Hakk’ım” demek, ölümün silip atamayacağı bir hakikate tutunma cesaretidir. Çünkü eğer benliğin, “Hak” ile birleştiğine iman ediyorsanız, fiziki ölüm tehdit olmaktan büyük ölçüde çıkar:
“Daim kalacak canda, ölsem dahi sanma biter.”
diye yorumlayabileceğimiz bir zihniyettir bu. Dolayısıyla, Nesîmî’nin göze aldığı idam, Yalom’un işaret ettiği “ölüm korkusu”nu çoktan aşan bir özgüven hâli olarak da okunabilir.
Özgürlük ve Sorumluluk (Rollo May)
Varoluşçu psikolojide “özgürlük,” beraberinde “sorumluluk”u getirir. Kişi kendi kararlarını alabilir; fakat bunun sonuçlarına katlanması da gerekir. Nesîmî’nin zamanındaki resmî otoriteye karşı “Ene’l Hak” diyerek meydan okuyuşu, işte bu özgürlük talebinin en keskin tezahürlerinden biridir. O, tasavvufî coşkusuyla “benim hakikat anlayışım budur” demektedir. Bu özgür seçimi, idamı dahi göze almasına yol açar. Tarihî kaynaklara göre, idama götürülürken bile şiir okumaya devam etmesi, “hakikate sadık kalmanın sorumluluğunu” üstlendiğini gösterir.
Yalıtılmışlık (İzolasyon) ve İlişkisel Boyut
Varoluşçu yaklaşım, insanın nihai olarak bir “içsel yalnızlık” içinde olduğunu söyler; çünkü hiç kimse bir başkasının varoluş yükünü tam anlamıyla üstlenemez. Nesîmî’nin resmi görüşle ters düşmesi, şeyhlerin, kadıların, sultanların gölgesi altında ezilmek yerine “yalnız” kalmayı seçtiğinin de işaretidir. Aynı zamanda şiirleriyle ve müridleriyle kurduğu bağ, bu yalnızlığı aşma çabasının bir yönünü yansıtır. Yani bir yandan “Hak’la baş başa” kalmak varken, diğer yandan insanın sosyal doğasına uygun biçimde şairliğiyle, nutuklarıyla çevresine seslenmesi. Bu, varoluşçu psikolojinin “ilişkisel boyutu”yla tasavvufun “sohbet ve muhabbet geleneği”ni birleştirir.
Kısacası, varoluşsal psikoloji insanın “var olmak” sorunsalıyla yüzleşmesini, kendi benliğini keşfetmesini, özgürlük-sorumluluk dengesini ve anlam bulma gayretini ele alır. Seyyid Nesîmî örneği, bu kavramların Orta Çağ İslâm dünyasındaki bir sûfî şairin pratiğinde nasıl hayat bulduğuna dair çarpıcı bir kesit sunar. Bir yanda devletin ve ulemânın mutlak gücü, diğer yanda insanın kendi iç gerçeği. İşte tam bu gerilim noktasında, Nesîmî’nin “Ene’l Hak” diye haykırışı, varoluşçu bakışla incelendiğinde çok daha derin anlamlar kazanır:
Hem “kâinata meydan okuma” hem de “kâinatı tüm benliğiyle kucaklama” eylemi…
Hem “benlik iddiası” hem de “benliği aşarak Hak ile bütünleşme” özlemi…
Tıpkı Rollo May’in vurguladığı “varolma cesareti” gibi, Nesîmî de kendi hakikatini korkusuzca dile getirmiş, sürükleyici şiirleri ve
trajik ölümüyle çağları aşan bir iz bırakmıştır.
“Mende sığar iki cihân, ben bu cihâna sığmazam,
Cevher-i lâmekân benim, kevn ü mekâna sığmazam.”
Bu mısraları, onun “Ben kimim?” sorusuna verdiği çarpıcı bir cevaptır: Varlığı “iki dünyayı içine alacak” kadar geniş düşünür, ama yine de maddî kâinata sığmak istemez; “lâmekân” cevherine atıf yapar. Varoluşsal psikolojinin “sınırlı beden – sonsuzluk arzusu” gerilimi tam da burada tezahür ediyor gibidir. Frankl’ın dediği gibi, insan “sınırsız bir anlam”ı kovalamaktadır ve Nesîmî, bu kovalamayı sürdürerek kendini topyekûn Hak’ta eritme iddiasına girmiştir.
Bu çerçevede, ilerleyen bölümlerde, Nesîmî’nin hayat öyküsünün ayrıntılarına; hangi manevi ve entelektüel kaynaklardan beslendiğine; resmî otoriteyle nasıl ve neden çatıştığına bakacağız. Ardından, onun yaşadığı “varoluşsal kriz”in, modern insanın hâlâ peşinde koştuğu “anlam” ve “kendilik” sorularıyla nasıl bağlantılı olduğunu daha somut biçimde tartışacağız. Zira “Ben Hakk’ım” nidâsı, sadece tarihsel bir aykırılık değil, aynı zamanda insanın “kendi özünü” bulmak için verdiği kadim mücadelenin bir parçasıdır.
2. Tarihsel Arka Plan ve Nesîmî’nin Yaşamı
2.1. 14.–15. Yüzyıl İslâm Dünyası: Dönemin Çalkantılı İlmî/Dinî Zemini
ve 15. yüzyıllar, İslâm coğrafyası için büyük dönüşümlerin yaşandığı, siyasî ve toplumsal hareketliliğin alabildiğine yoğun olduğu bir kesittir. Moğol istilalarının ardından parçalı hale gelen Ortadoğu, bu dönemde Timur Devleti, Karakoyunlu ve Akkoyunlu gibi Türk–İran geleneğine dayanan güçlü beylikler tarafından yönetiliyordu. Timur (Timurlenk) özellikle Maveraünnehir, İran ve Azerbaycan topraklarını denetimi altına alarak kısa sürede büyük bir imparatorluk kurmuştu. Onun ardından, bölge siyasetinde Karakoyunlular ile Akkoyunlular öne çıktı; iki hanedan, Doğu Anadolu, Irak ve Azerbaycan bölgesinde egemenlik mücadelesi veriyordu. Bu siyasî rekabet ortamı, yerel şeyhliklerin ve sufi çevrelerin de güç kazandığı bir “çok merkezli” kültürel iklim yarattı. Bir şehirde şeriat yargısı baskın olabilirken, bir başka yerde tarikat önderleri toplumsal otorite kurabiliyor veya kendilerini koruyacak hami bir emir bulabiliyordu. Dolayısıyla zamanın coğrafyasında, siyasal gücün sürekli el değiştirmesi ve devletlerin birbirleriyle giriştiği savaşlar, ilmî ve dinî camiada da çalkantılara yol açtı.
Bu dönemde Bağdat, Tebriz, Şiraz, Herat ve Semerkant gibi merkezler sadece siyasal idarecilerin saraylarıyla değil, aynı zamanda zengin medreseleri, kütüphaneleri ve tasavvuf tekkeleriyle ünlüydü. Her ne kadar Moğol istilaları pek çok ilmî mirası tahrip etmişse de, aradan geçen süre zarfında fikir ve edebiyat yeniden canlanmıştı. Ancak bu canlılık, beraberinde “hangi dinî ekolün doğru olduğu” yönündeki sert tartışmaları da getiriyordu. Özellikle fıkhî ekoller ile tasavvufî cemaatlerin arasındaki gerilim yüksekti. Siyasal kargaşalar yüzünden sultanların desteğine muhtaç olan ulema, zaman zaman kendi aralarında çekişirken, sûfî çevreler “devletin resmî çizgisi” dışına çıkabilecek fikirler ürettiklerinde hedef tahtasına konuyorlardı. Örneğin, “Zahirî” diye nitelenebilecek bazı fakihler ve kadılar, tasavvufî remiz ve sembolleri “tehlikeli bid’at” olarak damgalamaya meyilliydiler. Bu gerilimin somut yansımalarına şahit olmak, Nesîmî gibi tarikat mensuplarının hayat hikâyelerini incelediğimizde çok daha belirgin hale geliyor.
İlmî ve dinî zeminin çalkantısını daha çarpıcı kılan husus, aynı coğrafyada hem Türkçe hem Farsça hem de Arapça edebiyatın ve düşünce geleneğinin iç içe geçmesidir. Bazı medreselerde zahirî ilimler (kelâm, fıkıh, nahiv vb.) öne çıkarken, başka merkezlerde tasavvufî irfan dersleri rağbet görüyor, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Hallâc-ı Mansûr gibi “aşk ve marifet” odaklı kimselerin eserleri elden ele dolaşıyordu. Dolayısıyla 14.–15. yüzyıl, ne sadece katı bir resmî dindarlıkla ne de tamamen özgür bir tasavvufî ifade alanıyla betimlenebilir; aksine, bölge bölge değişen, bazen epey hoşgörülü, bazen de aşırı sert bir tutumun egemen olduğu zıtlıkların çağıdır. Nesîmî, işte böylesi uçurumların ve gerilimlerin ortasında sesini duyurmuş, muazzam bir cesaretle “Ene’l Hak” diyerek kendi hakikatine sahip çıkmış bir şair-sûfî olarak temayüz etmiştir.
Bu çalkantılı düzende, siyasî güç dalgalanmalarının ortasında, tasavvuf aynı zamanda halkın sığınağı haline geliyordu. Timurlu ve Karakoyunlu idareciler, çok kez sufi şeyhlerin desteğini almadan bölge halkı üzerinde tam bir nüfuza sahip olamazdı. Bazı emirler, tasavvufî yolları benimsiyor, tekkeleri inşa ediyor, sûfîleri koruyordu. Ancak bu himaye, bazen sûfîlerin beklenmedik derecede güç kazanıp “resmî ideoloji”yle çatışmasıyla sonuçlanıyordu. Nesîmî örneğinde olduğu gibi, eğer bir sufi kendisine verilen himayeyi kaybeder veya diğer ulema kesiminden gelen ağır baskılara karşı korumasız kalırsa, hayatı tehlikeye girebiliyordu. Dolayısıyla 14.–15. yüzyıl İslâm coğrafyasını anlamak, Nesîmî’nin serüvenindeki gerilimin ardındaki temel dinamikleri de kavramamızı sağlar: Bir yanda sarayın, kadıların ve fetvaların gücü, diğer yanda “aşka ve irfana dayalı” büyük bir manevi arayış…
2.2. Hurûfîlik, Hallâc-ı Mansûr ve Benzeri Akımların Etkisi
Hurûfîlik, Seyyid Nesîmî’nin fikir dünyasını derinden etkileyen ve 14. yüzyıl sonlarında Fazlullâh-ı Esterâbâdî (Fadlullah Naimi) tarafından kurulan bir akımdı. Adını “harf” (hurûf) kavramından alır ve vahyin, metafizik âlemin, hatta bütün evrenin “harflerde” gizli olduğunu öne sürer. İnsanın yüzündeki çizgiler, elindeki hatlar, alfabenin her bir harfi derin kozmik anlamların kapısını aralar. Söz konusu anlayış, dönemin dominant kelâm ve fıkıh anlayışından epey farklıdır; zira “zâhir”î, yani metinlerin dış anlamına bağlı kalan ulemâ yerine, “harflerin ve sembollerin ardındaki sır” peşine düşen bir grup söz konusudur. İşte Nesîmî de bu görüşlerden etkilenen bir sûfî-şair olarak, insanın tanrısal hakikati kendi varlığında taşıdığına, “harf” düzeyinde bile bu sırrın keşfedilebileceğine inanmıştır.
Bu inancın en güçlü esin kaynaklarından biri, hiç kuşkusuz Hallâc-ı Mansûr’dur (858–922). Hallâc’ın “Ene’l Hak” diyerek kendisini Hak’la özdeşleştirme cesareti, yüzyıllar sonra da birçok mutasavvıfı ve özellikle Nesîmî gibi lirizmi yüksek şairleri etkisi altına almıştı. Hallâc, Bağdat’ta idam edilip bedeni parçalanarak ibret için sergilenmişti. Nesîmî de benzer bir akıbete uğradı: Derisinin yüzüldüğü, hatta yüzülen derisinin gökyüzüne doğru yükseldiğine dair menkıbeler anlatılır. Böylesine trajik sonlar, tarihsel açıdan “resmî otoritenin sert tepkisi” olarak açıklanabileceği gibi, tasavvufî inanışın en uç noktasına varmış şahsiyetlerin “bedenle ruhu ayırmayı göze aldığı” bir nevi teslimiyetin sembolü olarak da yorumlanmıştır. Nitekim, “Ene’l Hak” ifadesi, kelâm âlimlerine göre küfre yakın bir söz; ancak mutasavvıflar, bunun “fenâ fillâh” (Allah’ta yok olma) halinin bir dışavurumu olduğunu savunurlar.
Hurûfîlik akımı, özellikle Azerbaycan ve Doğu Anadolu sahasında yayılım göstermiş, adeta Hallâc geleneğine yeni bir katman eklemiştir. Harflerin ve insan bedeninin kutsiyetine dair vurgu, “insanın tanrısal tecelli mekânı” olduğunu ileri sürer. Söz gelimi, insanın yüzünde “Allah” isminin izini aramak, vücutta gizli “harfleri” keşfetmek gibi ritüeller ve düşünceler mevcuttur. Nesîmî’nin şiirlerinde de sıkça rastlanan, “Hak bendedir, bendedir” teması, bu Hurûfî bakışın derin izlerini taşır. Dolayısıyla Nesîmî sadece Hallâc-ı Mansûr’un cesur nefesini değil, Hurûfîliğin “harf-perestliğini” de benliğinde harmanlayarak son derece kendine özgü bir mistik söylem kurmuştur.
Ancak unutmamak gerekir ki Hurûfîlik, resmî Sünnî çevrelerde ciddi tepki çeken, “bid’at ve dalâlet”le suçlanan bir yoldu. Medrese çevreleri, bu akımın dinin temel esaslarını zedelediğine, insanı şirk boyutuna sürüklediğine inanıyor; dolayısıyla Hurûfîlik aleyhinde sert fetvalar veriyordu. İşin daha da çarpıcı yönü, bu akımın mensupları gizlice veya yarı gizli faaliyet göstermek durumunda kaldıklarından, “gizli örgüt” yaftasına da maruz kalıyorlardı. Nesîmî’nin hayatı ve ölümü de işte bu çerçevede okunabilir: Bir yandan tasavvuf geleneğinin içinden beslenen sofistike bir şair, öte yandan devrin şeriat savunucuları tarafından “tehlikeli bir bid’atçi” ilan edilip katledilen bir kurban. Sonuçta, Hurûfîlik ve Hallâc-ı Mansûr geleneğini kaynaştıran bu cesur tutum, onun pervasız şiirlerinde ve yüreğinde, “anlam arayışı”nı uç noktaya taşıyarak ebediyen hatırlanacak bir iz bırakmıştır.
Bu noktada, “Mende sığar iki cihan…” diye başlayan dizeler, aslında Hallâc’dan bu yana uzanan “çokluk içinde Birlik” fikrinin neredeyse manifestosu gibidir. Hallâc’ın “içsel tevhid” anlayışı, Hurûfî harf mistisizmiyle çakıştığında, Nesîmî’nin kaleminden “Benliğim tüm varlık âlemini içerir” gibi abartılı görünen, fakat tasavvuf dili açısından “aşkın” bir ifadelere dönüşür. O, “harflerin sırrı”nı insanın varoluş yüceliğiyle birleştirir ve dönemin yerleşik “zâhirî” din anlayışına meydan okur. Şu beyit, bu meydan okumanın somut bir örneği sayılabilir:
“Ezel sırrın okurum bende gizlenen harfte,
Âyân oldu Hakk yüzü, suretimdeki satırda.”
Bu bakış, sıradan bir dindarın tahayyül gücünü bile zorlayacak bir “aşk ile kendini yüceliş” halidir. Dolayısıyla, Nesîmî’nin “şair” kimliği, onun bu teolojik cesaretini etkileyici bir ifadeye dönüştürmüş, onu bir yandan geniş halk kitlelerine sevdirirken, diğer yandan da ölüm fermanını hazırlayan resmî çevreleri fazlasıyla ürkütmüştür
2.3. Resmî Ulemâ ve Medrese Çevrelerinin “Zahirî” Anlayışıyla “Batınî-Tasavvufî” Eğilimler Arasındaki Gerilim
14.–15. yüzyılın dinî-eksenli çatışmalarını anlamak için “zâhirî” ve “bâtınî” yaklaşımlar arasındaki muazzam uçuruma yakından bakmak gerekir. Zâhirî anlayış, temel olarak Kur’an ve Sünnet naslarını harfi harfine, lafzî biçimde yorumlamayı, dinî pratikte kesin kurallara bağlı kalmayı ve tarikat ehlinin meclislerinde görülen semâ, devran ya da aşırı aşk ifadelerini kuşkuyla karşılamayı öngörür. Bu yaklaşım, toplumu “bid’at” veya “hurâfe” gördüğü tasavvuf uygulamalarından koruma görevini üstlenmiş gibi hisseder. Oysa bâtınî-tasavvufî kanat, dinin özünün insanın kalbinde tecelli ettiğini, suretteki ibadetlerin ancak manaya kılavuzluk edebildiğini savunur. Hallâc-ı Mansûr gibi “aşk ve vecd” hâlinde konuşanlar, işte bu bâtınî yaklaşımın en uç örnekleri olarak görülmüştür.
Seyyid Nesîmî de tam bu çatışma hattının ortasında yer alır. Onun şiirlerinde, zahir ile batın arasında keskin bir ayrım vardır; zahiri yalnızca bir basamak sayar, asıl olanın “Hak ile insanın birliği” olduğunu ileri sürer. Bu söylem, özellikle medresede yetişmiş kadıların, fakihlerin ve güçlü ulemâ sınıfının tepkisini çeker. Çünkü zâhirî bakış açısıyla “kul” daima “yaratıcı”nın karşısında acizdir; arada aşılmaz bir mesafe vardır. “Ene’l Hak” demek, bu mesafeyi inkâr etmek anlamına gelir ve İslam hukukunun çerçevesinde “küfre sapma” olarak yorumlanabilir. Nitekim kaynaklar, Nesîmî hakkında “zındık” ya da “kâfir” gibi ağır ithamların sıkça kullanıldığını aktarır.
Bu gerilimin bir diğer boyutu, siyasal erk ile ulemâ arasındaki ittifaktır. Dönemin padişahları veya emirleri, halk üzerindeki otoritesini korumak için ulemâya (ve onların fetvalarına) muhtaçtı. Ulemâ ise bu gücü, tasavvufî akımlara karşı kendi görüşünü dayatmak için kullanabiliyordu. Nesîmî’nin etrafında topladığı müridlerin ve onu sevenlerin sayısı arttıkça, devlete ve resmî ulemâya olan güven sarsılabilir, “halk ayaklanması” riski belirebilir endişesi duyuluyordu. Zira Hallâc-ı Mansûr olayında da benzer bir kaygı söz konusuydu: Halkın bu denli coşkulu bir dervişe bağlanması, “siyasi istikrar” açısından tehdit olarak görülüyordu. Dolayısıyla “zâhir-bâtın çatışması,” sadece teolojik bir mevzu değil, aynı zamanda o dönemin siyasal güvenliği ve toplumsal düzeniyle de ilintiliydi.
Nesîmî’nin derisi yüzülerek katledilmesi, bu çatışmanın en kanlı tezahürlerinden biridir. Rivayetlere göre, onun “Hakikati dilinden eksik etmeyen” tavrı, sürekli şiir söylemesi, “korkusuz” oluşu ve halka verdiği manevi güç, devrin otoritelerini öfkelendirir. Bunun üzerine önce fetvalar devreye girer, ardından emirler ve subaşılar onun tutuklanmasına yol açar. İdam sahnesine dair anlatılan menkıbeler, onun “keşf u keramet” gösterdiğini, acı çekmediğini, hatta derisi gökyüzüne yükselince “Allahu Ekber” seslerinin yankılandığını söyler. Bu anlatılar, tasavvufî camiada Nesîmî’yi adeta bir “Hallâc tekrarı” olarak yüceltirken, resmî anlatıda onu “ibretlik bir sapkın” diye göstermeye meyilliydi. Neticede, eğer “küçük bir aykırılık” olarak kalsaydı belki idam edilmeyebilirdi; ancak onun sembolik gücü ve bâtınî mesajının kitlelerde uyandırdığı dalga, ortadan kaldırılması gereken büyük bir tehlike gibi görülmüştür.
Aynı zamanda, Nesîmî’nin şiirlerinin sonraki yüzyıllarda da okunuyor oluşu, resmî güçlerin engelleyemediği bir “kalıcı etki”ye işaret eder. Kimi dergâhlarda onun ilahileri, nefesleri terennüm edilmiş, hattâ Anadolu’daki Alevî-Bektaşî meclislerinde ona “ulvi bir şehit” nazarıyla bakılmıştır. Böylece, zâhir-bâtın çatışmasının kazananı her zaman resmî otorite olmamış; bazen halk hafızası, tasavvufî anıları ve şairane sözleri canlı tutarak “resmî” olanın aksine başka bir tarihi de yaşatmıştır. Nesîmî’nin vaktiyle yakıcı bir fitne sayılan düşünceleri, yüzyıllar sonra derin bir irfanın ve “insan ilâhî sırrı içinde taşır” diyen “soylu bir aşk”ın nişanesi olarak anılmaya devam etmiştir.
Özetle, resmi ulemâ ve medrese çevrelerinin “zâhirî” yaklaşımı, 14.–15. yüzyılın çalkantılı atmosferinde gücünü korurken, Nesîmî ve benzeri “bâtınî-tasavvufî” eğilimler, devletin ve ulemânın çizdiği dar çerçevenin ötesine geçmek istediler. Bu iki uç arasındaki gerilim, zaman zaman şiddetli infazlara, sürgünlere, fetva savaşlarına neden oldu. Nesîmî’nin öyküsü, tam da bu gerilimin ortasında yeşeren bir varoluş direnişinin hikâyesidir. Zâhir ile bâtının, kuralla aşkın, korkuyla cesaretin kesişim noktasında, hayatını ortaya koyacak kadar “Hakikat”e âşık bir şairin bıraktığı sarsıcı izdir. Her ne kadar bedeni lime lime edilse de, geride kalan şiirleri ve menkıbeleri, onun “içsel özgürlük” idealini sürdürerek sonraki çağlarda dahi yankılanmaya devam eder.
Seyyid Nesîmî’nin Hayat Öyküsü
1. Doğumu, Yetiştiği Ortam ve Tasavvufî Terbiyesi
Seyyid Nesîmî hakkında bilinen en kesin bilgilerden biri, 14. yüzyıl sonlarına doğru dünyaya geldiğidir. Doğum yeri ve kesin tarihi konusunda kaynaklarda farklı rivayetler bulunmakla birlikte, çoğunlukla Azerbaycan veya Irak bölgesinde doğduğu kabul edilir. O dönemin coğrafyasında Türkçe, Farsça ve Arapça kültür çevreleri iç içe geçmiş olduğundan, genç Nesîmî de bu çokdilli ve çokkültürlü ortamdan bolca esinlenmiştir. Ailesinin kökeni ve sosyal statüsü hakkındaki veriler sınırlı olsa da, “Seyyid” unvanı taşıdığı için Peygamber soyundan geldiğine dair inanç, ona karşı tarih boyunca büyük bir hürmetle yaklaşılmasına neden olmuştur.
Yetiştiği ortam, o devirde tasavvuf cereyanlarının geniş halk kitlelerinde yankı bulduğu, tekke ve dergâhların neredeyse “halk üniversitesi” işlevi gördüğü bir vasatı aksettirir. Tasavvuf, sadece teorik bir ilim değil, aynı zamanda çok güçlü bir manevi yaşantı ve edebî birikim demekti. Hem Fuzûlî gibi şairlerin gezindiği lirik alan hem de Yesevî, Mevlânâ, Attâr gibi büyük isimlerden kalan tasavvuf mirası, Nesîmî’nin ruhunu derinden etkiledi. Gençlik çağlarında tasavvufî terbiyeye ilgi duyması, devrin “resmî medrese eğitimine” alternatif bir dünya keşfetmesi anlamına da geliyordu. Bu süreçte mürşidlerle, dervişlerle ve özellikle Azerbaycan havzasında yaygın olan tarikat mensuplarıyla sıkı temas kurdu.
Bölgede Hurûfîlik gibi yeni gelişen akımların konuşulduğu, Hallâc-ı Mansûr ve İbnü’l-Arabî gibi eski ama etkisi hâlâ diri mutasavvıfların sözlerinin dillerden düşmediği bir atmosferde, Nesîmî’nin genç dimağı, “zâhirî” kuralların ötesinde bir hakikat özlemiyle yanıyordu. Anlatılanlara göre, henüz yirmili yaşlarındayken aşk ve cezbe hallerine girmesi, şiir ve ilahi bestelemeye başlaması, onun tasavvuf çevreleriyle erkenden temas ettiğini gösterir. İlk şiirlerinde bile “benlik ile Hak” arasındaki çizgiyi muğlaklaştıran mısralar bulunması, bu dönemde “deruni” bir eğitim sürecine girdiğini sezdirir. İşte bu sebeple, sıradan bir medrese talebesi olmak yerine, hakikati içsel deneyim yoluyla kavrama peşine düşmesi, onu ileride Hallâc-ı Mansûr geleneğini kendi lirik dünyasında yeniden inşa etmeye götürecekti.
Rivayetlere göre, tasavvuf yolunda önde gelen birkaç mürşitle münasebeti olmuş, fakat en çok Hurûfîliğin kurucusu Fazlullâh-ı Esterâbâdî’nin (Fadlullah Naimi) etkisinde kalmıştır. Fazlullâh’ın “harflerin ve insan suretinin kutsal şifreler taşıdığı” yönündeki doktrini, genç Nesîmî’nin gönlünde büyük bir heyecan uyandırdı. “İnsan yüzünde beliren çizgilerde, Allah’ın isimlerinin izleri saklıdır” düşüncesi, onu tek başına bir Kur’an veya tefsir okuru olmaktan çıkardı, varlığın her zerresini okuyabilecek bir ‘kalp gözü’ arayışına yöneltti. Daha sonra şiirlerinde dile getirdiği “Onda sanma, bendedir” gibi ifadeler, bu erken dönem tasavvufî terbiyenin yansıması olarak değerlendirilebilir.
Bu yıllarda, Nefs terbiyesi, zikir meclisleri, riyazet, çile gibi tasavvufun klasik metotlarını da tanıdığı anlaşılmaktadır. Dervişler arasında saygı gören, aynı zamanda şiir ve hitabet kudretiyle dikkat çeken genç bir sûfî tipi olarak belirir. Onu izleyenler, “Nesîmî, henüz gençken bile yüreğinde aşk ateşi öyle yüksekti ki, sözüyle ve nutkuyla insanın kalbine dokunmayı bilirdi” derler. Bu, büyük hocaların tedrisinden geçmiş, ama aynı zamanda kendi özgün mizacını ve şiir dehasını korumuş biri olduğuna işaret eder. Kısacası, hayatının ilk evreleri, hem kültürel çeşitliliğe açık hem de tasavvufî vecdin canlı olduğu bir zeminde yetişmesinin tohumlarını barındırır.
2. Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l Hak” İfadesinden Etkilenmesi; Hurûfî Öğretilerle Yakınlığı
Seyyid Nesîmî dendiğinde akla ilk gelen şeylerden biri, elbette Hallâc-ı Mansûr’un meşhur “Ene’l Hak” sözüyle kurduğu derin irtibattır. Hallâc (858–922), “Ben Hakk’ım” diyerek dönemin resmî ulemâsınca küfre sapmakla itham edilmiş, Bağdat’ta büyük bir gösteri eşliğinde idam edilmişti. Nesîmî, aradan yüzyıllar geçmesine rağmen, Hallâc’ın bu “aşk ve vecd” merkezli çıkışını kendi ruhunun en derininden onaylıyor gibiydi. Çünkü “Ene’l Hak” ifadesi, kelâmî açıdan bakıldığında bireyin ilâhî sıfatı kendine atfetmesi gibi görünürken, tasavvufî manada “Allah’ta yok olma, Hakk’ın benlikte tecelli etmesi” şeklinde yorumlanıyordu.
Nesîmî’nin, Hallâc’tan aldığı bu ilhamı Hurûfî anlayışla harmanladığı bilinir. Hurûfîlik, Fazlullâh-ı Esterâbâdî tarafından kurulmuş, insanın yüzündeki çizgilerden alfabenin gizemli şifrelerine kadar kozmik hakikatlerin sembolizmini araştıran bir akımdı. “Ene’l Hak” düşüncesini daha da maddî bir dayanağa oturtarak, “Allah insanda tecelli eder; insanın yüzündeki harfler bu tecelliyi işaret eder” fikrini yaymaktaydı. Nesîmî, özellikle Hurûfîlerin “insan-ı kâmil” telakkisine büyük tutkuyla bağlanmış, bu öğretiyi şiir diline dökmüştür. Bazı beyitlerinde, “Varlık âleminin esas yüzü insanın simasında okunur” derken, aslında Hurûfî perspektifin şiirsel bir özetini sunar.
Bu etki onu, resmî din yorumunun “sapkın” saydığı bir istikâmete çekti. Çünkü Hurûfîlik, klasik Sünnî ya da Şiî geleneğin sınırlarını hayli zorluyordu. Hem “kelime ve harf” mistisizmi hem de “Ene’l Hak” anlayışının kesişimi, kul–Tanrı ayrımına radikal biçimde meydan okuyordu. Nesîmî, tam da bu cesaretiyle sufi edebiyatında eşine az rastlanır bir keskinliğe ulaştı. Onun eserlerinde Hallâc-ı Mansûr’un sesiyle Fazlullâh Naimi’nin şifreli doktrini iç içe geçer.
Rivayet olunur ki, “Ene’l Hak” ifadesini tekrarlamasının yanı sıra, sohbet meclislerinde ellerindeki çizgileri, alınlarındaki hatları inceleyerek “Senin yüzünde, Hak isminin sırları saklı” diye konuşur, böylece dinleyenlerde bir “aşk ve dehşet” karışımı duygu uyandırırdı. Bu, dönemin fakihlerini çileden çıkaran bir öğretidi: Bir insanın kalabalık bir topluluğa “Siz Allah’tan kopuk değilsiniz; Hak sizin yüzünüzde yazılı” demesi, “kulun acizliğini vurgulayan” klasik şeriat anlayışıyla taban tabana zıttı. Nesîmî ise kendi ifadesiyle, “Zahirde acizsin, ama batında Hak’sın” fikrine inanıyordu. Hallâc’ın “idam sehpasında iken bile vecd içinde oluşu,” Nasîmî’nin idealine ve cesaretine yön veren efsanelerden biri haline geldi. Bundan ötürü, ileride kendi ölümünü de sanki aynı yolda yürüyen bir âşığın kaçınılmaz kaderi gibi görmeye başladığı anlatılır.
3. Tasavvuf Şiiri ve İnanç Sistemi: İnsanın İlâhî Tecelli Mekânı Olduğu Fikri
Nesîmî, tasavvuf şiirini, benliğin Hak ile bütünleşmesi ekseninde kurgulayan en cüretkâr isimlerden sayılır. Onun şiirlerinde, insan ruhu “tanrısal sırrın” nihai mabedi olarak tasvir edilir. Yüzyıllardır tasavvuf metinlerinde işlenen “insan-ı kâmil” kavramına atıfta bulunur; ancak bunu öyle bir lirik dile döker ki okuyucu nezdinde “Allah insanın içinde mi?” sorusu sürekli zihinleri meşgul eder. Buna rağmen, geleneksel sufi literatür bu tarz söylemlere aşinadır: Meselâ İbnü’l-Arabî de “Vahdet-i Vücud” yaklaşımıyla benzer düşünceler ileri sürmüştür. Fakat Nesîmî, bunu çok daha mübalağalı, uyarıcı ve coşkulu ifadelerle anlatır.
Ona göre her insan, varoluşun anahtarı gibi bir cevher taşımaktadır. Aynalar misali, insan yüzü “Hakikat”i yansıtır. Birçok şiirinde “senin yüzün haktır, benim yüzüm haktır, bütün âlem senin yüzünde dile gelir” tarzında mısralar geçer. Bu yaklaşım, aynı zamanda “benlik” üzerinde durmayı ve “tevhîd” kavramını olağanüstü bir şekilde genişletmeyi gerektirir. Çünkü Nesîmî “kul”un ezikliği yerine, “kul”un içindeki gizli ilâhî boyutu öne çıkarır. “Bir zerre var bende, cihanları kuşatır” gibisinden ifadelere baktığımızda, onun inanç sisteminin ne derece cesur olduğu ortaya çıkar. İşte bu, onun tasavvuf şiirine ayrı bir soluk ve karizma kazandırmıştır.
Bu inanç sistemiyle Nesîmî, sadece sanatını icra eden bir şair değil, aynı zamanda bir “mürebbi” gibi davranır. Şiirlerini söylemekle kalmaz, etrafına toplananları “insanın Hak’tan ayrı kalamayacağı”na ikna etmeye uğraşır. Dillerde dolaşan menkıbeler, onun sadece bir şiir dehası olmadığını, aynı zamanda canlı vaaz ve sohbetleriyle müridlerin gönlüne “aşk ve vecd” tohumları serptiğini anlatır. Özellikle genç dervişler, onun meclislerinde kendi iç potansiyellerini keşfettiklerini ve “ben kimim?” sorusuna yepyeni cevaplar bulduklarını dile getirirler. O, “Zahirdeki ibadet” kadar “kalpteki aşkınlığı” savunan bir modeldir. Etrafında semâ, devran veya harf analizi gibi ritüeller icra edilir; bu da tabii ki dönemin katı fikıhçılarının büyük tepkisini çeker.
İnsan merkezli bu tasavvuf anlayışı, Nesîmî’yi Tanrı’yı “uzakta, ulaşılamaz” gören görüşten koparır. Onun yerine, “Hak, senin nefes aldığın havada, teninde, yüreğindedir” şeklinde bir iman telkini sunar. Dışarıdan bakan şeriat âlimleri için bu, “kişinin kendini ilahlaştırması”na kadar gidebilecek tehlikeli bir eğilimdir. Ancak işte, Nesîmî bu hassas sınırda, “Aşk Beni Yar Eyledi” gibi yakıcı mısraların dizili olduğu şiirlerle, kendinden sonraki yüzyıllara da cesaret veren bir irfan sembolü olarak kalmıştır. Kısacası, onun inanç sistemi, insanı ilâhî tecelliye ev sahipliği yapan “kutsal bir mecra” sayar; bu yüzden de “Ene’l Hak” sözünü kuru bir benlik iddiasından öte, “bir sonsuz merhamet ve aşk tezahürü” olarak sunar.
4. Resmî Makamlarla Çatışması, “Küfre Saptı” İddiasıyla Suçlanması ve Derisi Yüzülerek İdamı
Ne var ki böylesine cüretkâr bir inanç ve ifade tarzı, dönemin resmî makamlarıyla keskin bir çatışmaya sürüklenmekte gecikmedi. Gerçi tasavvuf kültüründe zaman zaman saraya yakın şeyhlerin ve dervişlerin de bulunduğu bilinir; ancak Nesîmî gibi “Allah ile kul arasındaki ayrımı fiilen reddeden” bir mübalağa, siyasî otoritenin ve ulemanın kaldıramayacağı boyuttaydı. Nitekim hakkında, “Bu adam küfre sapmıştır; kendini Tanrı görüyor, halkı yanlış yola sevk ediyor” diye fetvalar verilir. Yargılanma süreciyle ilgili farklı rivayetler olsa da, en yaygın anlatıya göre, onu ele geçiren emir veya kadı, “Nesîmî’nin sözleri İslam’ın temel ilkelerine aykırıdır” hükmüyle en ağır cezaya çarptırır.
İdamı, kaynakların çoğunda “derisinin yüzülmesi” şeklinde aktarılır. Bu, sıradan bir infaz yönteminin çok ötesinde, ibret verici bir vahşettir ve tarihte Hallâc-ı Mansûr olayını hatırlatır. Halk arasında dolaşan menkıbeler, onun bu acımasız işkence sırasında bile şiir söylemeye devam ettiğini, acıyı hissetmediğini ve “Yüzümde aradığın nedir? Ben yüzümü Hakk’a vermişim” benzeri sözler sarf ettiğini anlatır. Derisi yüzüldükten sonra bu derinin göğe doğru yükseldiğini, meleklerin onun ruhunu alkışladığını anlatan efsanevî rivayetler dahi vardır. Bu anlatılar, Nesîmî’nin yolunu benimseyenler için onun ölümünü bir zafer, bir manevî yükseliş vesilesi olarak yüceltir.
Resmî makamların bakış açısında ise bu infaz, “tehlikeli bir sapkını ortadan kaldırmak” ve halka gözdağı vermek demekti. Çünkü onun etrafına toplanan mürid sayısı az değildi; coşkulu şiirleriyle ve “Hak insandadır” fikriyle kitleleri büyülüyordu. Bu da devlete ve ulema düzenine karşı bir tehdit gibi algılandı. Zira “Ene’l Hak” söylemi, yalnızca felsefi-tasavvufî değil, aynı zamanda iktidar düzenini sorgulayan bir tavır olarak görülebilirdi. Neticede, derisi yüzülerek idam edilmesi, hem resmî otoritenin gücünü hem de tasavvuf yolunda “kendi canını feda etmekten kaçınmayan âşıkların kararlılığını” aynı sahnede buluşturan son derece trajik bir tablodur.
Bu çarpıcı son, onun varoluşuna dair “derin bir hakikat ve benlik arayışı”nın en aşikâr nişanesidir. Zira sıradan bir derviş, böylesine ağır bir cezayla yüzleşme ihtimali belirdiğinde belki geri adım atmayı seçebilirdi. Oysa Nesîmî, ölüm tehdidine rağmen “Ene’l Hak” demeye devam etti, geri çekilmedi. Bu da onun inandığı “Hakikat”i, kendi fiziki varlığından üstün tuttuğunu gösterir. Modern varoluşsal psikoloji açısından bakarsak, “en derin anlam”ı bulmuş, bu anlam uğrunda ölümü göze alan bir insanın tutumudur bu. İnsanın hakikate duyduğu inanç, bedeni ve gündelik korkuları aştığında, geriye adeta kutsal bir direniş sembolü kalır. Nesîmî de, tıpkı Hallâc gibi, kendi varlığını “Hak”a feda etmeye razı olmanın en uç örneklerinden birini vermiştir.
Böylece, resmi makamlar ve ulemâ onun fiziksel varlığını ortadan kaldırmış olsa da, ismi ve şiirleri yüzyıllar boyunca tasavvuf tarihinin en etkileyici simgelerinden biri olarak yaşamayı sürdürmüştür. Anadolu’da, Azerbaycan’da ve hatta daha geniş bir İslâm coğrafyasında, Nesîmî’nin adı “dilinden dökülen hakikat uğruna can veren şair” olarak anılır. Zaman içinde, hem Kalenderî hem Alevî-Bektaşî meclislerinde onun nefesleri, deyişleri okunmuş; “Mende sığar iki cihân” gibi mısraları dillerden düşmemiştir. Böylece trajik ölümü, onu sıradan bir mutasavvıf olmaktan çıkarıp bir tür efsanevi ikona dönüştürmüştür. Bu durum, onun hikâyesini sadece tarihsel bir anekdot değil, aynı zamanda insanın “benlik” ve “hakikat” sorularına cevap ararken ne kadar ileri gidebileceğini gösteren ibretlik bir örnek haline getirir.
3. Nesîmî’nin “Varoluşsal Kriz”i: Modern Bir Okuma
Nesîmî’nin şiirlerine bakıldığında, insan ile “Hak” arasında bütüncül bir birliktelik tasavvur ettiği görülür. Onun gözünde, ilâhî hakikat yalnızca dışsal bir gerçeklik değil, insanın iç varlığında da somutlaşır. Bu yaklaşım, “kul–yaratıcı” ayrımını hafifleterek “Ben kimim?” sorusunu en radikal biçimde gündeme getirir. Nesîmî, kendini “sıradan bir kul” olmaktan öte “Ben Hakk’ım” diyebilecek cesaretle tanımlar; modern psikoloji dilinde bu tavır, derin bir kimlik sorgulamasını barındırırken korku veya çekilme yerine olağanüstü bir özgüven ve vecd haliyle sonuçlanır. “Bende sığar iki cihan, ben bu cihana sığmazam” dizesi, onun benlik sınırlarını dünyevi kaygıların ötesine taşıdığını gösterir.
Bu özgüven, varoluşsal psikolojideki “özgürlük ve sorumluluk” ikileminin Nesîmî’de somut bir karşılığını bulur. Hakikati dile getirmek konusundaki radikal cesareti, dönemin resmî ulemâsı nezdinde “isyankâr” addedilmiştir; ama Rollo May’in dediği gibi özgürlük, sorumluluğu da beraberinde getirir. “Ene’l Hak” ifadesini tekrar tekrar dillendiren Nesîmî, derisinin yüzülerek öldürülmesine varan trajik sonu göze almıştır. Onun şiirlerinde sıkça geçen “Hak yolunda can fedâ etmek” teması, romantik bir coşkudan ziyade gerçek bir bedel ödemeye hazır benliğin ifadesidir.
Öte yandan, bu çatışma yalnızca entelektüel veya teolojik bir düzlemde kalmaz; Nesîmî’nin şiirleri “ilâhî aşk” ile “marifet”i tek potada eriterek insanın duygusal boyutunu da dönüştürür. Kendini aşkın bir hakikatle birleşmiş hissetmesi, zamanın bazı çevrelerince “kibir” diye yorumlanırsa da, varoluşçu bakış açısıyla bu, “kendini gerçekleştirme” iradesinin zirvesi sayılabilir. Neticede, Nesîmî’nin iç dünyası, modern literatürde “en derin anlamı bulma ve o uğurda her bedeli ödemeye göze alma” örneklerinden biri olarak değerlendirilebilir.
3.2. Korku, Kaygı ve Ölüm Bilinci
Nesîmî’nin yaşadığı ölüm tehdidi, varoluşsal psikoloji bağlamında insanın en derin kaygılarından birine işaret eder. Ona yöneltilen “küfre sapma” suçlamaları ve idam hükmü, pek çok kişinin geri adım atacağı bir korku ortamı yaratmışsa da, o “Hak’ta fânî olma” inancıyla bu tehdidi cesarete dönüştürmüştür. Şiirlerinde, “Ölüm nedir ki? Varlık bendedir” diyen bir özgüvenle, Yalom’un “anlam üretme çabası” kavramına uygun biçimde kaygısını derin bir manaya dönüştürür. Ölümü en yakın ihtimal olarak görmek, onu geriye “ölümsüz bir hakikat” bırakma arzusuyla daha da coşturmuştur.Bu yaklaşım, ölüm korkusunu “fenâ fillâh” anlayışıyla nötralize etme sürecini yansıtır. “Beni tende sanma, ben Allah’a dönük bir sırrım” ifadesi, bedenin fani oluşunu sorun etmeden, ruhsal bütünleşmeye odaklandığını gösterir. Derisinin yüzülerek idam edilmesinin bile “varoluşsal zafer” gibi algılanması, acının manevi bir yüceliğe dönüştüğü izlenimini güçlendirir. Menkıbelerdeki “kanının bile ‘Hak’ zikrettiği” anlatıları, bu tutumun kültürel hafızadaki etkileyici simgelerinden biridir.Nihayetinde, Yalom’un yalnızlık, anlamsızlık, özgürlük ve ölüm korkusu gibi varoluşsal veri seti, Nesîmî’nin şiirlerinde “Ben bu cihana sığmazam” tavrına evrilir. Onun için idam sehpası, Hakk’a yakınlaşmanın kapısından başka bir şey değildir. Varoluşsal kaygıyı ödünsüz bir imanla aşarak, “korkuyu” aşk deneyimine dönüştürür. Bu sayede ölüm dahi onu geri çekilme yerine bir “Hakikate yürüyüş” merhalesine taşır.
3.3. İzolasyon / Yabancılaşma Duygusu
Nesîmî’nin “Ene’l Hak” anlayışı, dönemin şeriat algısını aştığı için hem medrese çevrelerinden hem de resmî ulemâdan dışlanmasına yol açmıştır. Bu dışlanma, sadece bir mezhep çatışması değil, aynı zamanda onu “yanlış anlaşılma” ve “yalnız bırakılma” döngüsüne itmiştir. Özellikle zâhir ulemâyla uyuşamaması, Nesîmî’nin bâtınî arayışını tek başına yürüttüğü söylentilerine kaynaklık etmiş; bu durum, varoluşçu psikolojinin “insanın iç dünyasını kimseyle tam paylaşamaması” ilkesine benzer bir yalıtılmışlığı derinleştirmiştir.
Öte yandan, Nesîmî toplumdan tamamen kopmuş bir münzevi değildir. Şiir ve sohbet meclislerinde “Hak aşkını” anlatması, onu dinleyenlere manevi bir heyecan verirken, kendisi için de kısmi bir ilişkisel alan yaratmıştır. Ancak farklı söylemi “düzeni” tehdit ettiği izlenimi uyandırınca, otorite baskısı artmış ve yalnızlığı daha da katlanmıştır. Yabancılaşma duygusu bu baskıyla birleştiğinde, Nesîmî içsel derinliğine mahkûm olmuştur; acı sonu, bu mahkûmiyetin en uç noktasıdır.
Buna karşılık, varoluşçu psikoloji izolasyondan çıkışın, bireyin kendi değerlerini ve inancını güçlendirmesine bağlı olduğunu savunur. Nesîmî de dışlanmaya rağmen “Bir ben var bende, o da Sendedir” yaklaşımıyla, yalnızlığını ilâhî dostluğa yönelerek hafifletmiştir. Şiirlerindeki aşk dili, toplumun onu dışladığı noktada ilâhî bir sığınak işlevi görmüş; böylece yalnızlık, bir anlamda Hak’la baş başa kalarak derinleştiği manevî bir deneyime dönüşmüştür.
3.4. Kendi Otantik Yolunu Bulma / Özgünlüğe Çağrı
Nesîmî, varoluşçu psikolojinin altını çizdiği “otantik yol” arayışını, dogmatik kalıpların ötesine geçerek somutlaştırmıştır. “Ene’l Hak” gibi radikal bir söz, dönemin mezhep çatışmaları ve katı dinî çerçeveleri bağlamında sırf teolojik bir iddia değil, aynı zamanda “ötekilerin dayattığı kimliği” de reddediş olarak görülebilir. Bu reddedişle birlikte, “Ben kimim?” sorusuna “Hak’sın sen!” diyerek cevap vermesi, onun kendine has duruşunu perçinlemiş; “kul” olmayı sadece korku ve minnetle sınırlayan anlayışı aşmaya çalışmıştır.
Bu otantik duruş, şiirlerinde lirik ve coşkulu bir üslupla ifadesini bulur. Nesîmî, “Hak nuruyla doldu bağrım” benzeri dizelerle, içsel kaynaklarına dayanan sanatsal özgürlüğünü ilân eder. Bununla birlikte, otantik bir yol seçmek her zaman toplumsal kabul görmez; onu seven ve hayranlık duyanlar olduğu gibi “sapkın” ilan eden resmî çevreler de mevcuttu. Aradaki bu gerilim, hakikat vurgusunu keskinleştirmiş, derin bir kopuşu kaçınılmaz kılmıştır.
Sonuçta, Rollo May’in dediği gibi “insanın kendi varoluş kipini yaratması” ağır bir sorumluluk yükü içerir; Nesîmî de bu sorumluluğun bedelini hayatıyla ödemiştir. Yine de trajik sonu, onun varoluşsal mesajını gölgelemedi. Tam tersine, “kendi yolunu bulma ve o yolda sebat etme” kararlılığı, yüzyıllar boyunca bir ruh asâleti olarak anılmayı sürdürmüştür.
Varoluşsal Terimlerle Nesîmî’nin Söylemi
4.1. “Ene’l Hak” İfadesinin Psikolojik Yorumları
“Ene’l Hak” sözü, Nesîmî’nin ismiyle hemen özdeşleşen ve onun bütün varoluş felsefesini özetleyen bir ifadedir. Dışarıdan bakıldığında “Ben Hakk’ım” şeklinde anlaşılması, kimileri için kibir veya küfür suçlamasına kapı aralamıştır. Oysa tasavvuf tarihine aşina olanlar, bu sözün “fenâ fillâh” yani “Allah’ta yok oluş” mertebesiyle yakından ilişkili olduğunu bilirler. Modern psikoloji açısından bakıldığında ise bu, “bireyin mutlak anlam kaynağıyla özdeşleşmesi” şeklinde okunabilecek çarpıcı bir benlik beyanıdır. Yani kişi, varoluşunu sınırlı dünyevi kimlikten çekip alır ve sonsuz bir kudretle birleştiğini hisseder.
Varoluşçu psikologlar, insanın nihai anlamı bulma yolunda birtakım sınırlarla –örneğin ölüm, yalnızlık veya özgürlük yükü– yüzleştiğini belirtirler. Nesîmî de “Ene’l Hak” deyişiyle bu sınırları fiilen aşıyormuş gibi gözükür: Kendini sıradan bir ölümlü olarak değil, “Hakikat’in bizzat kendisi” olarak seslendirir. Bu özgüven, varoluşsal açıdan insana dünyevî korkulardan ve kimlik kaygılarından özgürleşme şansı verir. Elbette böylesi bir söylemin, özellikle o dönemin şeriat merkezli toplumunda büyük bir “bedel” getireceği aşikârdır.
Nitekim Nesîmî, “Ene’l Hak” söylemini benimsemenin bedelini en ağır şekilde ödemiş, hakkında küfre saptığı iddiasıyla fetvalar düzenlenip derisi yüzülerek idam edilmiştir. Psikolojik açıdan bu, “otantik bir varoluş” seçen bireyin, toplumsal normlara ters düştüğünde yaşayabileceği şiddetli çatışmaya bir örnek teşkil eder. Rollo May’in “özgürlük ve sorumluluk” ikilemindeki gibi, Nesîmî özgürlüğü seçmiş ama sorumluluğunu da üstlenmiştir. Sanki “Hakikat benim dilimde tecelli ediyor” derken, aynı zamanda “Bu uğurda can feda etmekten çekinmem” deme cesaretini de göstermiştir.
Tasavvuf dairesinde bu ifadenin yorumu biraz daha farklıdır. Orada “Ene’l Hak,” kişinin büyük bir manevi vecd halinde kendini Allah ile özdeş bulmasının dışavurumudur. Hallâc-ı Mansûr’dan beri gelen bir gelenek, bu sözü “Kulun kendisi yok olup Hakk’ın varlığı onun yerine geçmesi” şeklinde açıklar. Modern varoluşsal bakış ise bunu “bireyin aşkın bir gerçeklik içinde kişisel benliğini eritmesi” veya “nihai anlam kaynağı ile bütünleşmesi” olarak tasvir eder. Her iki açıklama da insanın derin arayışına, kimlik sınırlarını aşmak için gösterdiği çabaya işaret eder.
Bütün bunlar düşünüldüğünde, “Ene’l Hak” ifadesi, yalnızca bir “küfre saptı mı sapmadı mı?” tartışmasını değil, aynı zamanda “insanın kendiyle, evrenle ve mutlakla kurduğu ilişkinin” en uç noktasını temsil eder. Nesîmî’nin mısralarında “Aşka gelince, ben ben değil, O olurum” tarzında geçen dizeler, bu özdeşleşmenin ruhunu yansıtır. Hem tehlikeli hem de coşku dolu bu sözler, psikolojik olarak “insanın sonsuzluk arayışı”nı gözler önüne serer. Kendini yeryüzü zindanından kurtarıp “göklere sığmaz” bir benlikte görme hevesi, varoluşsal teoride en tutkulu anlam arayışlarıyla yakından ilişkilidir.
4.2. İnsanın Kozmostaki Yeri ve ‘Varlık’ Sorunsalı
Nesîmî’nin şiirlerinde öne çıkan bir diğer tema, insanın evrendeki konumuna dair yüceltilmiş söylemdir. Kendisini “kâinatın merkezinde” konumlayan dizeleri, ilk bakışta aşırı özgüven gibi dursa da, tasavvuf perspektifinde bu “insan-ı kâmil” anlayışının sesi olarak okunabilir. Batılı modern felsefenin “evrenin merkezinde insan bilinci yer alır” şeklindeki humanist teziyle kısmen paralel bir bakış, bu tarihlerde şairin dizelerinde de can bulur. Dolayısıyla, “Bende sığar iki cihân…” mısraı, sadece şiirsel bir abartı değil, insanın varoluşsal önemini vurgulayan bir mesajdır.
Varoluşçu psikolojinin temel kabullerinden biri, insanın kendi evrenini “anlamlı” kılma çabasıdır. Nesîmî de “Hakikat benimle ortaya çıkar” derken, varlığın özünü insanda gören bir ontolojik anlayış sergiler. Bu, “Varlık” sorunsalının en köklü halleriyle ilgilidir: Evren nedir? İnsan nedir? Aralarındaki ilişkiyi kim belirler? Nesîmî’nin cevabı nettir: “İnsan, kozmosun özüdür, çünkü Hak orada tezahür eder.” Asırlardır, astronomiyle ya da felsefeyle uğraşanlar gökleri ve ufukları aşmaya çalışmışken, o “Dışarıda arama, sende bulacaksın” diyerek mikrokosmosa işaret eder.
Bu yaklaşım, aynı zamanda “metafizik bir aşkınlık” iddiasını da barındırır. Vahdet-i Vücud ekolünde olduğu gibi, “Hakikat bütünüyle varlığın içindedir; insan, bu bütünlüğün özeti ve öznesidir.” Nesîmî, şiirlerinde “insan gözü, Allah’ın nurunu aksettirir” der; böylece “ilâhî yansımayı” maddi dünyanın en merkezî unsuruna, yani insan bilincine sabitler. Modern terminolojide “insan bilinci,” evrenin sırlarını kavrayan ve ona anlam veren özne sayılır. Nesîmî’nin beyitleri, yüzyıllar öncesinden “evreni insan üzerinden okumayı” öngörmüş gibidir.Elbette böyle bir söylem, dönemin klasik “insan acizdir, Allah yücedir” tarzı dualitesine meydan okur. Sıradan tefsirler ve fıkıh dersleri, insana “kul” rolünü öğütlerken, Nesîmî “kul” ile “Hakk” arasındaki mesafeyi neredeyse yok sayar. Bu iddia, hem teolojik hem sosyal alanda büyük sarsıntı doğurur. Bu yüzden, onun “Varlık” yaklaşımı, dönemin muhafazakâr kesimince “kâinattaki düzeni bozma” veya “insanı haddinden fazla büyütme” suçlamalarıyla karşılanır. Varoluşçu anlamda bakarsak, burada bir “özgün benlik” arayışının evrene kadar yayılması, dikte edilen inanç kalıplarını parçalayacak bir etki yaratmıştır.
“İnsan kozmosun özüdür” söylemi, Nesîmî’nin eserlerinde başlı başına bir metafizik heyecan dalgası olarak hissedilir. Mısralarında “Bulutlar ve felekler, benim hamlemle döner” türü ifadelere rastlamak mümkündür. Bu, tabii ki salt benlik şişkinliği değil, “Hakikat benim bilincimde beliriyor” diyen bir yüce hissetme hâlidir. Varoluşsal açıdan incelendiğinde, insan–evren ilişkisini yalnızca niceliksel boyutta değil, “anlam kazandırma” işleviyle düşünür. Nesîmî, tam da bu noktada, “Evren benim içimde bir sır” diyerek, varlığın aşkın boyutunu şiirle kavramımıza katkıda bulunur. Böylece, “Varlık” meselesi onun dizelerinde somutlaşır ve okuyucusunu hem korkutan hem de cezbeden bir hakikat imkânına davet eder.
4.3. Acı ve Dönüşüm
Nesîmî’nin yaşam öyküsünün en dramatik yanı, yakalanması ve derisi yüzülerek idam edilmesidir. Bu korkunç süreç, onun hayatının sonunu getirmiş gibi görünse de, tasavvuf çevrelerinde ve varoluşsal psikoloji çerçevesinde “acıdan mana üretme” (Frankl) örneği olarak okunabilir. Çünkü modern anlamda “varoluşsal dönüşüm”, çoğu zaman büyük acılarla başlayan bir kendini keşif hikâyesi içerir. Nesîmî’nin idam sahnesinde “Hak” diyerek can verdiğine dair menkıbeler, fiziksel acının içsel bir aydınlanmaya dönüştüğü izlenimini güçlendirir.
Viktor Frankl, toplama kamplarında yaşanan dehşete rağmen insanların nasıl “yaşama isteği” bulduğunu anlatırken, “anlam” duygusunun acıyı dahi değerli kılabildiğini söyler. Nesîmî de benzer şekilde, “Hakikat uğruna acı çekmek” düşüncesini yüceltmiştir. Onun için bedensel ıstırap, “fenâ fillâh” yolunda bir merhale gibi görülmüş olabilir. Şiirlerinde, dünya dertlerinin Hak yolunda bir “çile” olduğunu, sabrın ve aşkın ise en büyük silah olduğunu sıklıkla vurgular. Bu, acının manevi bir olgunluğa dönüşmesinin tipik bir ifadesi sayılabilir.
İdam ediliş anı, rivayetlere göre, sadece bir cezalandırma gösterisi değil, aynı zamanda bir “şehadet” ânı olarak algılanmıştır. Nesîmî’nin müritleri ve sevenleri, bu sahneyi “Hak’la birleşme” ânı olarak yüceltir. Varoluşsal terminolojide “authentic confirmation” (otantik doğrulama) diye tanımlanabilecek bir kavram vardır: Birey, en nihai ve ağır durumda dahi kendi inandığı değerleri koruyarak ölüme giderse, varoluşunu sahici biçimde tamamlamış kabul edilebilir. Nesîmî’nin menkıbelerinde onun “kanının bile ilâhî zikre durduğu” anlatıları, bu doğrulamayı mitik boyuta taşır.
Bu acı deneyim, aynı zamanda toplumsal bellekte kalıcı bir “dönüşüm” meydana getirir. Onun idamı, sadece bir sûfînin sonu değil, “farklı bir hakikat arayışının” da tarihe gömülmek istendiğine işaret eder. Ancak her ne kadar bedeni ortadan kaldırılmış olsa da, şiirleri ve menkıbeleri yaşayarak nesiller boyu hatırlanır. Bu da acının, daha geniş bir çerçevede kolektif bir uyanışa, hatta bir tür sembolik direnişe dönüşmesi demektir. Acı, dışarıdan bakıldığında bir yenilgi olsa da, inananların gözünde zaferin ta kendisi gibi algılanabilir.
Nesîmî’nin çile ve idam tecrübesi, varoluşsal psikoloji açısından bakıldığında “acıdan mana çıkarmak” ile “yok oluşu aşkınlığa dönüştürmek” fikrinin çarpıcı bir örneğidir. Şiirlerindeki birçok dizede, “Derdimde derman gizlidir, acının kendisi devadır” diye özetlenebilecek ifadeler yer alır. Bu, insanın en zorlu durumlardan bile anlam devşirebileceğini gösterir. Kendi varlığının sınırlarını, hatta bedensel bütünlüğünü kaybetse de, “Hakikat yolunda” olduğunu hisseden bir ruh, trajediyi manevi yükselişe çevirebilir. Böylece, Nesîmî’nin hayat çizgisi, acının dönüştürücü gücüne dair unutulmaz bir örnek olarak zihinlerimizde yaşamaya devam eder.
5. Sonuç ve Değerlendirme
Seyyid Nesîmî’nin yaşam öyküsü, ilk bakışta 14.–15. yüzyılın fıkıh–tasavvuf çekişmesinin bir örneği gibi görünse de, aslında insanın kendi hakikatini arama mücadelesine dair evrensel bir sembol sunar. Zira onun “Ene’l Hak” diye haykırması, sadece o dönemin dinî kurallarına cesaretle meydan okumak değil; aynı zamanda, insanın benliğiyle ilâhî kaynak arasındaki ilişkinin en derin sorgusunu ifade eder. Bu açıdan, “Ben kimim ve varlığımın kaynağı nedir?” soruları, dönemsel bir çatışmayı aşarak tüm çağların en önemli meselelerinden biri haline gelir. Nesîmî, tarihin tozlu sayfaları arasından günümüze ışık tutan bir “varoluşsal cesaret” örneği olduğu için, modern okur da onun deneyiminde kendi içsel arayışlarına dair izdüşümler bulabilir.Tarihsel kaynaklar, resmî çevrelerin onu büyük bir tehlike saydığını, halka ibret olması için en ağır infaz yöntemine başvurduklarını aktarır. Bunun altında yatan korku, belki de onun sahip olduğu “insanı yücelten” ve “kul ile Yaratan arasındaki mesafeyi ortadan kaldıran” düşüncenin kitleleri derinden etkileyebilme potansiyeliydi. Nesîmî, böylesine ürkütücü bir bedeli göze alarak duruşundan vazgeçmemesiyle, “prensip insanı” olmanın en çarpıcı örneklerinden birini vermiştir. Dolayısıyla, yaşadığı çatışmalar o dönemin siyasal ve dinî çerçevesine yerleşse bile, insan onurunun ve hakikat tutkusunun zamana meydan okuyan evrensel boyutuyla da temas halindedir.
Bugün teknoloji ve bilginin doruklarında yaşayan “modern insan,” çoğu zaman büyük bir anlam kriziyle baş başa kalıyor. Gündelik koşuşturmalar, maddî hedefler ya da yalnızlığın dijital boyutu, pek çok kişi için “Ben niçin varım?” sorusunu her zamankinden daha yakıcı hale getirmiş durumda. Nesîmî’nin hikâyesi, temelde “anlam arayışı” ve “kendini aşma” meselesi üzerine kurulu olduğu için, günümüz insanına da son derece güncel bir mesaj taşır. Onun kendi çağına göre “aşırı” sayılabilecek söylemleri –Hak ile bütünleşmek, kulun içinde sonsuzluk aramak– aslında modern bireyin “öze dönme” ihtiyacına dair bir hatırlatma işlevi görür.
Varoluşçu psikoloji, bireyin özgün bir kimlik inşa etmesi ve bunun için cesaret göstermesi gerektiğini söyler. Nesîmî, asırlar önce bu tavrın dindar-tasavvufî bir tezahürünü sergilemiştir. “Ene’l Hak” cümlesi, sadece dönemsel bir provoke değil, aynı zamanda bugün de “kendi özgün hakikatini bulmaya” cesaret edenlere yol gösteren bir metafor gibidir. İnancı ister dinî olsun ister seküler, kişinin içindeki derin değeri ve anlam kaynağını keşfetmesi, çağımızın en büyük ihtiyaçlarından biridir. Nesîmî’nin eseri ve yaşamı, bireysel özgünlük, öz-değer ve derin inanç konularında modern insana ilham verebilir.
Tasavvuf tarihi, aşk ve hakikat arayışının iç içe örnekleriyle doludur. Yine de Nesîmî gibi, bu iki unsuru keskin bir varoluşsal sorgulamaya dönüştüren isimler oldukça azdır. Onun dramı, “Hakikat’in dile gelişinin bedelini ödemeye hazır olmayı” gösterir. Bu bakımdan, tasavvuf ile varoluşsal psikoloji arasındaki kesişim noktasında parlak bir örnek sunar. Hem “manevî aşk”ın muazzam coşkusunu taşır hem de “ben kimim?” sorusunu en uç sahalara sürükler. Bu kesişim, “Allah’ta yok oluş” (fenâ) ve modern anlamda “benliği aşma” düşüncelerini aynı potada eriterek, bireyi dünyevî kaygıların ötesine çağırır.
Son tahlilde, varoluşsal psikoloji ve tasavvufun buluştuğu yerde Nesîmî’nin örneği, “insanın kendini gerçekleştirme” potansiyelinin dindar-tasavvufî bir tezahürünü sunar. Rollo May veya Viktor Frankl gibi isimler, insanın en zorlu koşullarda dahi “anlam” inşa edebildiğini vurgular. Nesîmî’ye döndüğümüzde, onun öznel deneyimi, tam da bu teorinin ete kemiğe bürünmüş halini gösterir: Büyük bedeller ödemeye razı olup kendi “hakikat”ini haykıran bir sûfî şair. Hem kişisel hem de toplumsal düzeyde, böylesi bir “otantik duruş” ender görülür. Bu yüzden, yüzyıllar geçmesine rağmen “Ene’l Hak” sedası, yalnızca bir tarih hatırası değildir; aynı zamanda “var olmaya cesaret eden” her ruh için canlı bir ilham kaynağı olmayı sürdürür.
Kaynakça
Abdülbaki Gölpınarlı, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi
Doğan Kaya (haz.), Nesîmî: Divan ve İnceleme
Tahsin Yazıcı, “Nesîmî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), C. 33
Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı (Man’s Search for Meaning)
Irvin D. Yalom, Varoluşçu Psikoterapi (Existential Psychotherapy)
Rollo May, Varoluşun Keşfi (The Discovery of Being)
Paul Tillich, The Courage to Be
Mehmet Demirci, Tasavvuf ve İnsan Psikolojisi
Kenan Gürsoy, Varlık ve İnsan: İslâm Meşşâîliği ve Sûfîliği Açısından Bir İnceleme
Yorumlar
Yorum Gönder