"Arabeskin Aforizma Şarkıları-4- Yıkıla Yıkıla": "Kötüysem, Düşkünsem Kime Ne Bundan?": Bir Şarkıdan Çok Daha Fazlası
Bir şarkıyı 'söylemek' ayrıdır, o şarkının 'ruhu' olmak ayrı. Müslüm Gürses, bir şarkıyı seslendiren değil, o şarkının bizzat ruhuna dönüşen, o şarkıyla et ve tırnak olan bir sestir. "Yıkıla yıkıla yaşayan benim" dizesiyle damarlarımıza giren ve "Kötüysem, düşkünsem kime ne bundan?" nakaratıyla toplumsal tabulara bir mızrak gibi saplanan bu eser, basit bir arabesk parça, bir ağıt olmanın çok ötesindedir. Bu şarkı, acının, dışlanmışlığın ve birey olmanın en ham, en filtresiz, en "HD" halidir. Müslüm Baba'nın çatallı ve acıyla yoğrulmuş sesiyle birleştiğinde, bu şarkı dinleyenin kalbine bir "itiraz" olarak yerleşir. Bu bir çaresizlik ilanı değil, tam da çaresizliğin göbeğinden doğan bir meydan okumadır. Gelin, bu "yıpranan", "kahrolan" ama asla teslim olmayan ruhun portresini katman katman açalım.
Önce sözlerdeki edebi güce bakalım. Şarkıdaki kelimeler yalın gibi görünse de, inanılmaz güçlü imgelerle dolu. Mesela, "yıkıla yıkıla yaşamak". Bu, "bir kez düştüm" demek değil. Bu, tek seferlik bir tökezleme değil, bir yaşam biçimi haline gelmiş, kronik bir travma hali. "Yıkıla" kelimesinin üst üste tekrarlanması bu çöküşün artık ritmik, kaçınılmaz ve sürekli bir eylem olduğunu beynimize kazıyor. Bu bir durum tespiti değil, bir eylemin sürekliliği.
Şarkıdaki asıl edebi bomba ise şu dizede patlıyor: "Yüreğim kırılmış kadehe benzer". Bu, "kalbim kırık" demenin çok ötesinde bir metafor. Bir düşünün, kırık bir kadeh nedir? Artık asıl işlevini, yani bir sıvıyı tutma, bir keyif verme görevini yerine getiremez. Kırıktır. Keskindir; ona dokunanı yaralar. Işığı bile artık düzgün yansıtmaz; parçalı ve kaotik yansıtır. İşte şarkıdaki "özne" de tam olarak bu: Toplumun "normal" dediği işlevleri yerine getiremediği için "düşkün" olarak damgalanmış. Ve belki de sırf kendini korumak için, o kırık kadehin keskin kenarları gibi etrafına karşı keskinleşmiş bir birey.
Peki, bu sözleri söyleyen kişinin psikolojisi nasıl? "Hayatım karanlık yerlerde geçer" dizesi, sadece fiziksel bir mekânı, bir ara sokağı değil, zihinsel bir durumu anlatıyor. Bu, bir "iç dünya karanlığı"; derin bir yabancılaşma, depresif bir ruh hali. Bu karanlık, sosyal izolasyonu ve umutsuzluğu daha da pekiştiren bir sembol adeta. Kişinin kendi içine kapandığı, ışıksız bir zihinsel hapishaneyi tarif ediyor.
İşte o meşhur nakarat, "Kötüysem, düşkünsem kime ne bundan?", psikolojideki en karmaşık savunma mekanizmalarından biri. Birey, toplumun ona yapıştırdığı "kötü" ve "düşkün" etiketlerini görünüşte kabul etmiş gibi duruyor. Ama bu bir teslimiyet değil, tam tersi, acıyı sahiplenerek onu etkisizleştirme çabası. "Evet, oyum. Eee, şimdi ne yapacaksınız?" der gibi, onu yargılayan bakışların gücünü kırmaya çalışıyor.
Bu ruh halinin içinde müthiş bir paradoks da var. Şarkı bir yanda "Yüzüme nefretle bakmayın yeter" derken, aslında bir kabul, bir merhamet, bir sevgi arayışının sinyalini veriyor. Ama hemen ardından "Çekilin, üstüme varmayın benim" diyerek kendini tekrar o karanlık izolasyona kilitliyor. Psikolojide buna "yaklaşma-kaçınma çatışması" deniyor. Bu, kronik olarak dışlanmış veya travma yaşamış insanlarda sıkça görülür: Sevilmeyi çok ister ama incinmekten o kadar korkar ki, yaklaşan herkesi iter.
Bu şarkı, marjinalleştirilmiş, kenara itilmiş bireyin manifestosudur. Arabesk kültürün doğduğu o sosyo-ekonomik ortamı (göç, gecekondu, kente tutunamama, adaletsizlik) düşündüğümüzde, bu şarkı tam olarak "kenara itilmişlerin" sesidir. Buradaki "kötü" veya "düşkün" olmak, ahlaki bir çöküntüden çok, toplumun belirlediği başarı standartlarının ve normların dışında kalmayı ifade eder.
Bu şarkı, sosyolojideki "etiketleme teorisi"nin (labeling theory) ders kitaplarına girecek kadar net bir örneğidir. Öznenin asıl acısı, çektiği "çileler" değildir sadece; asıl acı, bu çileler yüzünden maruz kaldığı o "nefret dolu bakışlardır". Toplum, bu bireyi "düşkün" olarak etiketlemiştir ve bu etiket, zamanla bireyin kendi kimlik algısını ("Yıkıla yıkıla yaşayan benim") haline gelmiştir.
"Çektiğim çileler kendime benim" dizesi ise, "elalem ne der?" üzerine kurulu kolektivist (toplulukçu) kültürlere atılmış bir çığlıktır. Bireyin en kişisel acısının bile kamusal bir mesele haline geldiği, herkesin herkes hakkında yorum yaptığı bir düzende, bu şarkı radikal bir bireycilik çağrısı yapar. Adeta, "Benim acım benimdir, sizin yargı alanınızın dışındadır!" der. Pasif bir direniştir bu; "Tutup da birine vurmaz ki elim" dizesiyle de "Ben sizin sandığınız gibi tehlikeli ya da agresif değilim. Benim bu düşkünlüğümün size bir zararı yok. O halde neden benden bu kadar nefret ediyorsunuz?" diyerek toplumun ikiyüzlülüğünü sorgular.
Felsefi olarak baktığımızda ise, bu metin tam bir varoluşçu (existentialist) metindir. Filozof Jean-Paul Sartre'ın "Başkalarının bakışı cehennemdir" sözü, bu şarkının her dizesinde yankılanıyor. Bireyin "kötü" olarak tanımlanması, kendi özünden, kendi seçimlerinden değil, tamamen başkalarının ona yönelttiği o yargılayıcı bakıştan kaynaklanır. "Kime ne bundan?" sorusu, felsefi bir özerklik, bir bağımsızlık ilanıdır. "Benim varoluşum, sizin tanımlarınızdan ve onayınızdan bağımsızdır" demektir.
Bu, Albert Camus'nün "Başkaldıran İnsan"ı gibi, kaderine ve onu yargılayan topluma başkaldırmaktır. Ama bu, dünyayı değiştirmeye yönelik politik bir başkaldırı değil, kendi bireysel onurunu korumaya yönelik varoluşsal bir başkaldırıdır. Aynı zamanda, kontrolümüz dışındaki olaylar (kader, düşkünlük, başkalarının yargıları) karşısında, kontrolümüz altındaki tek şeye, yani kendi tepkilerimize odaklanmamızı söyleyen Stoacı felsefeyi de hatırlatır. Şarkıdaki kişi, dış dünyayı değiştiremeyeceğini ("Ah edip inleyen benim") kabul etmiş, ancak bu duruma verilecek nihai tepkinin ("Kime ne bundan?") kontrolünü eline almıştır.
Sonuç olarak, "Kötüysem, Düşkünsem Kime Ne Bundan?", Müslüm Gürses'in sesinde hayat bulan; edebi metaforların, psikolojik savunmaların, sosyolojik dışlanmışlığın ve felsefi bir başkaldırının kesiştiği devasa bir eserdir. Bu şarkı, sadece bestelendiği dönemin değil, her dönemin "ötekilerinin", "kaybedenlerinin" ve haksız yere "yargılananlarının" ortak marşı haline gelmiştir. O kırık kadeh gibi, bize keskin bir gerçeği hatırlatır: Herkesin kendi çilesini çekme ve kendi karanlığında var olma hakkı vardır. Ve belki de en önemlisi, kimsenin bir başkasının yüreğine "nefretle bakmaya" hakkı yoktur. Bu, acıya saygıyı yüzümüze çarpan ölümsüz bir yapıttır.
Yorumlar
Yorum Gönder