Abdüllatîf Bağdâdî’nin Otoriteye Karşı Ampirik Tutumu: Bilim Felsefesi Perspektifi
Giriş: Ortaçağ’da Bilimsel Cesaret ve Bağdâdî Örneği
yüzyılın sonlarında yaşamış bir İslam âlimi olan Abdüllatîf Bağdâdî (1162–1231), yalnızca tıp ve felsefe alanlarındaki birikimiyle değil, aynı zamanda geleneksel otoritelere karşı sergilediği ampirik (deneysel) tutumla da dikkat çeker. Bağdâdî, başta Galen (Câlînüs) ve İbn Sînâ gibi döneminin tartışılmaz otoritelerinin anatomik ve tıbbî iddialarını bizzat gözlem ve deneyime dayanarak sınamış ve yanlışlayabilmiştir. Özellikle Mısır’da yaşanan büyük bir kıtlık felaketi sonrasında ortaya çıkan insan iskeletleri, Bağdâdî’ye doğanın “laboratuvarında” eşi bulunmaz bir fırsat sunmuştur. Bu sayede Bağdâdî, 1400 yıllık yerleşik anatomik dogmaları sarsacak gözlemler yapmış; alt çene kemiğinin yapısı ve omurganın kuyruk sokumu (os sacrum) bölgesi gibi konularda Galen’in hatalarını ortaya koymuştur. Onun meşhur ifadesiyle, “Duyu organlarının şahitliği, duyduklarımızdan daha güçlüdür” sözü, bilginin ancak doğrudan deneyimle doğrulanabileceğine dair güçlü bir vurgudur.
Bağdâdî’nin bu tavrı, bilimsel ilerlemenin yapısı bakımından son derece anlamlıdır. Ortaçağ İslam dünyasında yaygın yaklaşım, kadim otoritelerin (Aristo, Galen, İbn Sînâ vb.) metinlerini yorumlamak ve onların görüşlerini sürdürmekti. Bu entelektüel iklimde, böylesi köklü isimlerin otoritesini sorgulamak “akıl almaz, hatta tehlikeli bir cüret” olarak görülüyordu. Nitekim herkes “Galen böyle dedi” diyerek geleneksel bilgiyi tekrar ederken, Bağdâdî “Peki, doğa ne diyor?” diye sormaya cüret etmiştir. Onun otoriteye karşı gözlem odaklı yaklaşımı, bilim tarihinde dogmatik geleneğe karşı eleştirel düşüncenin ve yenilikçi metodolojinin erken bir örneğini teşkil eder. Bu bakımdan Bağdâdî’nin tutumu, modern bilim felsefesinin ana kavram ve ilkeleri ışığında incelenmeye değerdir.
Bu analizde, Bağdâdî’nin Galen ve İbn Sînâ gibi otoritelerin görüşlerini ampirik yöntemle yanlışlamasının bilim felsefesi açısından anlamı tartışılacaktır. Özellikle Karl Popper’ın yanlışlanabilirlik ilkesi, Thomas Kuhn’un paradigma değişimi ve bilimsel devrimler kavramları, Paul Feyerabend’in yöntem karşıtı (metodolojik anarşist) duruşu ve Imre Lakatos’un araştırma programları metodolojisi çerçevesinde Bağdâdî’nin yaklaşımı değerlendirilecektir. Ayrıca positivist ve post-pozitivist bilim anlayışları açısından Bağdâdî’nin ampirik tutumunun metodolojik değeri ve bilimin doğasına katkısı vurgulanacaktır. Bu sayede, Bağdâdî’nin “otoriteye karşı ampirik gözlem” tavrının bilimsel ilerleme içindeki yeri derinlemesine ele alınmış olacaktır.
Bağdâdî’nin Ampirik Gözlemlerinin Tarihsel Arka Planı
Abdüllatîf Bağdâdî, Ortaçağ İslam dünyasında çok yönlü bir âlim olarak tanınır. Bağdat’ta entelektüel bir ailede yetişmiş, gençliğinde İbn Sînâ’nın eserlerine hayranlık duymuş ve simya gibi dönemin “popüler” ilimlerine merak salmıştır. Ancak eğitim sürecinde farklı disiplinlerle haşır neşir olması, zihninde sorgulayıcı ve sentezci bir yaklaşım geliştirmiştir. Klasik otoritelerin metinlerini iyi bilmekle birlikte, zamanla onlara eleştirel bakma yetisi kazanmıştır. Nitekim kaynaklar, İbn Sînâ’nın metafizik otoritesini dahi sorgulayacak cesareti kendinde bulduğunu ve “nakilci” (aktarmacılıkla yetinen) bir zihniyetten, eleştirel ve bağımsız bir düşünceye doğru evrildiğini belirtir.
Bağdâdî’nin yaşamındaki dönüm noktası, Mısır’da 1200 yılı civarında yaşanan büyük kıtlık felaketine tanık olmasıdır. Bu felaket sonucu açlıktan ölen binlerce insanın cesedi, Kahire civarında açıkta kalmış ve doğa şartları sayesinde kendiliğinden iskeletlere dönüşmüştür. O dönemde insan bedeninin diseksiyonu (kadavra üzerinde anatomi çalışması) ahlaki ve dinî gerekçelerle hoş karşılanmıyor; dolayısıyla tıp eğitimi, büyük ölçüde hayvan diseksiyonları ve otoritelerin metinleriyle sınırlıydı. Ancak Mısır’daki bu trajik durum, adeta bir açık hava anatomi laboratuvarı yaratmıştır. “Doğa, diseksiyonu onun yerine yapmıştı” diye yazan Bağdâdî, binlerce insan iskeletinin “bembeyaz, tertemiz ve incelemeye hazır” bir hâlde önünde durduğunu belirtir. Diğer insanlar dehşet ve korkuyla bu manzaradan kaçınırken, Bağdâdî “bilimin soğukkanlı zırhını kuşanarak” bu kemik yığınlarının arasında hakikatin izlerini aramaya koyulmuştur.
Bu arayış sırasında Bağdâdî’nin en meşhur keşifleri, insan alt çene kemiği (mandibula) ve kuyruk sokumu kemiği (os sacrum) üzerinedir. Galen, anatomi alanında antik çağdan beri tartışmasız bir otorite kabul ediliyor ve eserleri tıp medreselerinde nesiller boyu sorgulanmadan okutuluyordu. Galen’in iddiasına göre insanın alt çene kemiği, çene ucunda birbirine kaynamış iki ayrı parçadan oluşmaktaydı. Bu görüş, yaklaşık 1400 yıl boyunca yanılmaz bir gerçek gibi tekrarlanmıştı. Bağdâdî, Mısır’da yerde bulduğu ilk kafatasında Galen’in dediğinin tersine, alt çenenin tek ve yekpare bir kemik olduğunu fark edince gözlerine inanamadı. İlk başta bunun istisnaî bir örnek olabileceğini düşündü; ancak şüpheci zihni onu daha kapsamlı bir incelemeye sevk etti. O bölgede 2000’den fazla kafatasını tek tek inceleyerek, farklı yaş ve cinsiyetten yüzlerce insanda alt çenenin hiçbir ek yeri veya dikiş izi olmaksızın tek parça olduğunu büyük bir titizlikle doğruladı. Hatta bazı çene kemiklerini kırıp iç yapılarını kontrol ederek Galen’in “hayali eklem”inin izine rastlamadığını kaydetti. Bu bulgu, tıp tarihine Bağdâdî’nin adıyla geçen önemli bir anatomi düzeltmesidir: İnsan alt çene kemiği iki parça değil, tek parçadır.
Benzer şekilde Bağdâdî, kuyruk sokumu kemiğini (sakrum) da inceleyerek Galen’in bir diğer iddiasını test etmiştir. Galen’e göre sakrum (omurganın alt ucu) altı parçalı bir yapıydı; oysa Bağdâdî, incelediği iskeletlerde bu kemiğin altı ayrı parçadan oluşmadığını ve bireyler arasında farklılık gösterebildiğini tespit etti. Yani insan anatomisine dair Galen’in şemalarında evrensel kabul gören bir bilgi daha, doğrudan gözlemle yanlışlanmış oldu. Bağdâdî tüm bu gözlemlerini Kitāb al-Ifāda wa’l-İʿtibār (Kitâbü’l-İfâde ve’l-İʿtibâr) adıyla bilinen eserinde kaydetmiş ve klasik otoritelerin yanılabileceğini göstermiştir. Onun vardığı sonuç kesindir: “Alt çene kemiği tek, sürekli bir kemiktir” – bu yargı, 2000’den fazla insan kalıntısının incelenmesine dayanarak ilan edilmiştir.
Bağdâdî’nin bulguları yalnız anatomik doğrulamalar olarak kalmamış, beraberinde bir metodolojik manifestoya dönüşmüştür. Kemik yığınları arasında yaptığı keşfin ardından Bağdâdî, adeta tüm ilmî dünyaya şu mesajı haykırıyordu: “Kitaplarda yazanlar ne kadar kutsal kabul edilirse edilsin, gerçeğin kendisi – yani doğa – her zaman son sözü söyler.” Bu tavır, yüzyıllardır “Galen böyle dedi, öyleyse doğrudur” şeklinde süregelen düşünce kalıplarına vurulmuş güçlü bir darbedir. Gerçekten de, bir zamanlar kendisi de İbn Sînâ’nın etkisinde yetişen Bağdâdî, artık “Galen veya Aristo söyledi diye doğru olamaz” noktasına gelmiştir. Ona göre bilginin doğruluğunun teminatı, büyük isimler veya geleneksel otoriteler değil; akıl ve deneyin süzgecinden geçirilmesidir. “Her iddia, her teori ve her cümle, aklın laboratuvarında yeniden test edilmeli, mantığın örsünde dövülmeli ve en önemlisi gözlemin ateşinde sınanmalıdır” diyerek, bilimsel bilginin ancak bu şekilde sağlamlaşacağını vurgulamıştır. Bağdâdî’nin kendi deneyimi tam da bunu kanıtlar niteliktedir: Binlerce iskeletin arasında, 1400 yıllık dogmayı yıkacak bir bilimsel devrim tohumu atılmıştır.
Özetle, Abdüllatîf Bağdâdî’nin gözleme dayalı, eleştirel yaklaşımı, yaşadığı dönemin şartları düşünüldüğünde başlı başına çığır açıcıdır. Bu yaklaşım, sonraki yüzyıllarda bilimin gelişimini açıklayan kuramsal çerçevelerle değerlendirildiğinde de son derece öğreticidir. Aşağıda, Bağdâdî’nin ampirik tutumunu Popper, Kuhn, Feyerabend ve Lakatos gibi bilim felsefecilerinin perspektifinden irdeleyeceğiz. Bu sayede Bağdâdî’nin yaptığı işin, bilimsel yöntemin doğası ve ilerlemesi hakkında ne ifade ettiğini daha iyi kavrayabileceğiz.
Popper’ın Yanlışlanabilirlik İlkesi ve Bağdâdî’nin Eleştirel Ampirizmi
yüzyılın önemli bilim filozoflarından Karl Popper, bilimi dogmadan ayıran temel unsurun yanlışlanabilirlik olduğunu öne sürer. Popper’a göre bir teori veya iddia, deney ve gözlemle çürütülebilme ihtimali varsa bilimseldir; aksi hâlde bilim dışıdır. Yani bilimsel ilerleme, teorileri doğrulama çabasından ziyade, onları sınama ve yanlışlama (falsifikasyon) çabasıyla mümkün olur. Popper’ın ünlü örneğinde, “Bütün kuğular beyazdır” iddiası, tek bir siyah kuğu gözlemlenerek yanlışlanabilir; bu nedenle bilimsel bir önerme sayılır. Bu bakış açısına göre, yüzyıllardır tartışılmaz kabul edilen bir teoriyi bile, eğer gözlemlerle ters düşüyorsa, yanlışlanabilir kabul etmek ve onu test etmek gerekir.
İşte Bağdâdî’nin Galen’in anatomik iddialarına yaklaşımı, tam da Popper’ın bilim anlayışını yüzyıllar öncesinden örnekler. Galen’in “insan alt çenesi iki parçalıdır” şeklindeki öğretisi, Ortaçağ boyunca mutlak bilgi gibi aktarılmışsa da, Bağdâdî bunu sorgulanabilir bir hipotez olarak ele aldı. Elindeki kemikler, Galen’in teorisinin karşısında adeta “siyah kuğu” işlevi gördü. İlk bulduğu çene kemiği, Galen’in evrensel iddiasına karşı tekil ama güçlü bir karşı-örnekti. Poppercı anlamda, Galen’in teorisi bu olgu karşısında yanlışlanabilirliğini ortaya koydu. Elbette bilim insanları genellikle tek bir karşı-örnekle yetinmez; Bağdâdî de aynısını yaptı ve iki binin üzerinde örnekle bulgusunu teyit etti. Bu, bir bakıma ampirik bir çürütme deneyi idi. Bağdâdî, Galen’in iddiasını dogma olarak değil, test edilebilir bir önerme olarak ele aldı ve onu gerçek dünyadan aldığı verilerle sınadı. Sonuçta teori gözlemle çelişmiş ve çürütülmüştü.
Popper, bir teorinin yanlışlanabilir olmasını bilim ile metafizik arasındaki ayrımın anahtarı sayar. Galen’in anatomik öğretisi, yüzyıllarca neredeyse metafizik bir inanç gibi sorgulanmadan kabul görmüştü. Oysa Bağdâdî, bu öğretiyi ampirik alana çekerek bilimsel bir sorgulamaya tabi tuttu. “Galen öyle dedi diye doğru kabul etmek yerine, doğrudan doğruya doğaya bakmalıyız” düşüncesi, Popper’ın eleştirel akılcılığıyla birebir örtüşmektedir. Bağdâdî’nin “gerçeğin kendisi – yani doğa – son sözü söyler” ifadesi, Popper’ın “bilimde otorite, gözlemdir” yaklaşımının bir öncülü gibidir. Hatta Bağdâdî’nin “Her iddia gözlemin ateşinde sınanmalı” şeklindeki vurgusu, bilimsel yöntemin Poppercı anlamda nasıl işlemesi gerektiğine dair şaşılacak derecede isabetli bir öngörüdür.
Popper’ın yanlışlamacı felsefesinde, bilim insanı mevcut teorileri çürütmeye çalışarak ilerler; çünkü bir teoriyi doğrulamak mümkün olmasa da, onu yanlışlamak mantıksal olarak mümkündür. Bağdâdî de Galen’in teorisini “doğrulamak” için değil, belki farkında olmadan onu yanlışlamak için yola çıkmıştır. İlk gözlemi, teorinin kusurlu olabileceğine dair bir işaretti. Bunu metodik şekilde pek çok örnek üzerinde sınayarak, teorinin genellenmiş hâliyle geçersiz olduğunu gösterdi. Bu tutum, Ortaçağ’da pek alışılmamış bir eleştirel deneycilik örneğidir. Çoğu hekim, Galen’i sınamak bir yana, onu eleştirmeyi dahi düşünmezken Bağdâdî, otoriteyi çürütebileceğini gösterdi. Bu anlamda, Popper’ın belirttiği gibi “yanlışlanamayan bir teoriyi doğru ilan etmek, bilim dışıdır” ilkesiyle hareket ederek, Galen’in yanılmazlığını sorgulamıştır. Hatta denebilir ki, Bağdâdî’nin çalışması Galen’in anatomi kuramını yanlışlanabilir hâle getirmiştir; çünkü o güne dek yanlışlanması kimsenin aklına gelmeyen bir önerme, artık somut bir yanlışlanma örneğiyle karşı karşıyadır.
Popper bilimsel bilginin eleştirel bir birikimle geliştiğini savunurken, pozitivist geleneğin dogmacılığına da karşı çıkar. Mantıksal pozitivistler, bir önermenin anlamlı olması için doğrulanabilir olmasını şart koşmuşlardı; Popper ise buna karşı çıkarak, yanlışlamanın bilimde esas kriter olduğunu söyler. Bağdâdî’nin yaklaşımı, “doğrulama” peşindeki otorite geleneğini reddedip, onun yerine “yanlışlama” odaklı bir zihniyet benimsediği için, modern anlamda pozitivizm sonrası (post-pozitivist) bir tavır olarak da değerlendirilebilir. O, bin yıldır doğru kabul edilen bir bilgiyi, yanlış olabileceği ihtimalini düşünerek masaya yatırdı. Bu, bilim felsefesinde Popper’ın gördüğü türden bir eleştirel ilerleme dinamiğidir: Cesur bir tahmin (Galen’in iki parçalı çene tahmini) ve onu çürüten olgusal bir karşılaşma. Sonuçta, Popper’ın dediği gibi, “yanlışlanabilirlik, ampirik bilim ile metafiziği ayırır” prensibini Bağdâdî kendi çalışmasıyla hayata geçirmiş oldu.
Bağdâdî’nin başarısı, yalnızca yeni bir anatomik doğru bulmak değildi; aynı zamanda bilimsel zihniyetin zaferiydi. O, “isimlerin büyüklüğünün, bilginin doğruluğunun teminatı olmadığını” bizzat göstermiştir. Bu Poppercı açıdan, dogmatik inançların (her ne kadar otoriteye dayansa da) bilimsel sayılmayacağı fikrine uygundur. Bağdâdî, Galen’e olan saygısına rağmen her teorinin tekrar test edilmesi gerektiğini savunarak, eleştirel akılcılığın erken bir temsilcisi olmuştur. Neticede, Popper’ın bilim tanımında öne çıkan “yanlışlamaya açıklık” ilkesi, Bağdâdî’nin çalışmalarında cisimleşir. Ortaçağ şartlarında böylesine cesur bir yanlışlama örneği, bilim tarihinde nadir görülen bir tutumdur ve bu yönüyle Bağdâdî, Popper’ın teorilerini doğrulayan tarihsel bir vaka gibi değerlendirilebilir.
Kuhn’un Paradigma Değişimi ve Bağdâdî’nin Bilimsel Meydan Okuması
Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserinde, bilim tarihinde ilerlemenin düz bir çizgide değil, “paradigma” denilen bütüncül dünya görüşlerindeki devrimsel değişimlerle gerçekleştiğini savunur. Kuhn’a göre bilim, “normal bilim” evresinde hüküm süren bir paradigma çerçevesinde bulmaca çözer gibi ilerler; ancak zamanla bu paradigma içinde açıklanamayan anomaliler birikir. Anomaliler, yani mevcut teoriyle bağdaşmayan olgular çoğaldığında, bilimsel toplulukta bir kriz durumu ortaya çıkar. İşte bu noktada, mevcut paradigmanın ötesine geçebilen az sayıda cüretkâr birey, yeni bir paradigma önererek bir bilimsel devrim başlatır. Eski paradigmanın temel kabulleri sarsılır ve yerini yeni kabullere bırakır; böylece paradigma değişimi gerçekleşir.
Bağdâdî’nin hikâyesini Kuhn’un kavramlarıyla yorumladığımızda, Galenik tıp geleneği, onun zamanında hüküm süren baskın paradigmaydı. Galen’in anatomi ve fizyoloji anlayışı, asırlar boyunca İslam dünyasında ve Avrupa’da tıbbın ana çerçevesini oluşturmuştu. Bu paradigma içinde, Galen’in kitaplarında yazanlar “doğru bilgi” olarak öğretiliyor, öğrenciler mevcut kuramı sorgulamak yerine detaylarını öğrenip uyguluyorlardı. Yani Kuhn’un deyimiyle normal bilim durumu söz konusuydu: Problemler, Galenik çerçeve içinde çözülmeye çalışılıyor; herhangi bir uyumsuz veri çıktığında, ya göz ardı ediliyor ya da paradigmaya uygun şekilde yorumlanıyordu.
Bağdâdî’nin bulguları ise bu normal bilimin ortasına düşen bir anomali niteliğindeydi. Galenik paradigmaya göre alt çene iki parçalı olmak zorundaydı – ancak olgular (iskeletler) öyle olmadığını gösteriyordu. Bu, Galenik anatomi için ciddi bir çatlak demekti. Tek bir istisna olarak görülebilirdi; fakat Bağdâdî’nin binlerce örnekte aynı sonuca ulaşması, bu durumun sistematik bir problem olduğunu kanıtladı. Kuhn’a göre, normal bilim mensupları genellikle başlangıçta anomalileri görmezden gelir veya mevcut paradigmanın sınırları içinde açıklamaya çalışır. Nitekim tarihsel olarak da Galen’in bu hatası, kendisinden sonra uzun süre fark edilmemiş veya önemsenmemişti; belki bazı hekimler insan çenesinin bütün olduğunu bilseler dahi, bunu teorik bir mesele yapmamışlardı. Ancak Bağdâdî, bu anomalinin üzerini örtmek yerine üzerine gitmiştir. Bu yönüyle o, Kuhn’un bahsettiği kriz anında ortaya çıkan “az sayıda cüretkâr birey”in tipik bir örneğidir. Bilimsel topluluğun çoğunluğu Galen’e sadık kalırken, Bağdâdî çoğunluğa aykırı düşme pahasına yeni bir gerçek ortaya koymaya cesaret etti.
Bağdâdî’nin çalışmaları, kendi döneminde ne ölçüde yaygın bir paradigma değişimi yarattı, bu tartışmalı olabilir. O yıllarda İslam dünyasında ve Batı’da Galenik tıp hemen terk edilmedi; hatta Bağdâdî’nin bulguları uzun süre yeterince bilinmemiş de olabilir. Bu durum, Kuhn’un gözlemine uygundur: “Anomaliler ne denli büyük olursa olsun, güvenilir bir seçenek ortaya çıkana kadar bilim insanlarının çoğunluğu mevcut paradigmaya sadık kalır.” Galenik paradigmaya tam alternatif olabilecek, kapsamlı yeni bir anatomi paradigması ancak Rönesans döneminde Andreas Vesalius gibi isimlerle sahneye çıkmıştır. Vesalius, 1543’te yayımladığı De Humani Corporis Fabrica (İnsan Vücudunun Yapısı) adlı eserinde Galen’in birçok anatomik hatasını (mandibulanın tek parça olması gibi) düzeltmiş ve bunu çok sayıda görselle destekleyerek tıp eğitiminde devrim yaratmıştır. Vesalius’un çalışmaları Avrupa tıp paradigmasını Galen’den koparıp doğa gözlemine dayalı yeni bir paradigmaya taşımıştır. İlginçtir ki, Bağdâdî’nin 300 yıl önce ulaştığı sonuçlar, Vesalius’un da temel çıkış noktaları olmuştur (Vesalius da insan çenesinin tek kemik olduğunu vurgular). Bu bakımdan, Bağdâdî’yi Kuhn’un çerçevesinde bir “erken dönem anomali keşfi” ve hatta küçük çaplı bir devrim girişimi olarak değerlendirebiliriz. Onun yaptığı keşif, doğru zamanda ve yaygınlıkta kabul görmüş olsaydı belki de bir paradigma kayması daha erken yaşanabilirdi. Nitekim Kuhn’un belirttiği gibi, bazen devrimci fikirler zamanının ötesinde kalır ve ancak sonraki kuşaklarca yeni paradigmanın parçası yapılır.
Diğer yandan, Kuhn’un bilim tarihi sosyolojisine dair kavrayışını bireysel düzeyde Bağdâdî’nin hayatında da gözlemek mümkündür. Bağdâdî, kendi entelektüel gelişiminde bir tür paradigma değişimi yaşamıştır. Gençlik yıllarında İbn Sînâ etkisi altındaki metafizik-ağırlıklı paradigmadan, ileriki yıllarda ampirik-gözlemci bir paradigmaya geçiş yapmıştır. Bu dönüşüm, onun düşünce yapısında adeta bir bilimsel devrim yaratmıştır. “Gerçeği Aristoteles’in veya Galen’in tozlu sayfalarında değil, hayatın ve ölümün tam merkezinde aramak” şeklinde özetlenebilecek yeni yaklaşımı, kendi zihninde yerleşik kavramların değişimini ifade eder. Bu, Kuhn’un tarif ettiği anlamda bir bakış açısı değişimidir – dünya artık eski paradigma merceğinden görünmemekte, yeni bir mercek kullanılmaktadır. Bağdâdî’nin bu zihinsel devrimi sayesinde, ampirizm onun için sadece bir yöntem değil, bir yaşam felsefesi hâline gelmiştir. Bu ruh hali, Kuhn’un devrimci bilim insanlarında gördüğüne benzer: Alışılmış soruları değil, yeni soruları soran ve eski kavramsal çerçeveyi kırarak ilerleyen biri.
Kuhn’a göre, bir paradigma içinde eğitim almış kişiler genelde o paradigmanın dışında düşünmekte zorlanır; ancak Bağdâdî, devrin “normal bilim” eğitimini almış olsa bile, kriz anında paradigmanın ötesinde düşünmeyi başarabilmiştir. Bu noktada, kültürel ve entelektüel özgürlüğünün de payı vardır. Nitekim Bağdâdî’nin çok disiplinli eğitimi ve şüpheye dayalı metodik yaklaşımı, ona bu özgünlüğü kazandırmıştır. Bizzat kendi ifadesiyle, “Bağdâdî artık ‘Galen böyle buyurdu’ demiyor; ‘Doğa ne diyor?’ diye soruyordu.” Bu soru, eski paradigmanın sınırlarını aşıp yeni bir temel arayışına girildiğinin göstergesidir.
Sonuç olarak, Kuhn perspektifinden bakıldığında Bağdâdî’nin yaptığı iş, mevcut paradigmanın kısıtlarını gözler önüne seren bir anomalinin keşfi ve dillendirilmesidir. Her ne kadar bu keşif, Kuhn’un tarif ettiği gibi bir toplumsal bilimsel devrime (o anda) yol açmamış olsa da, bilim tarihinin sonraki gelişmelerine zemin hazırlayan bir çatlak oluşturmuştur. Ayrıca, bilimin ilerleyişinde otoriteye körü körüne bağlı kalmanın ne denli engelleyici olabileceğini de göstermiştir. Bağdâdî, Galen gibi devasa bir otoriteye karşı “Yanılıyorsun!” diyebilme cesaretini göstermiştir. Bu tavır, Kuhn’un devrimci bilim insanlarının ortak özelliğidir. Bilim tarihi bize, çoğunluğun bağlı kaldığı paradigmaları bu tür cesur bireylerin yıktığını göstermektedir. Galileo’nun Aristo’ya, Kopernik’in Batlamyus’a başkaldırması gibi, Bağdâdî de Galen’e başkaldırmıştır. Paradigma içi sadakat yerine paradigma ötesi arayış sergilemiştir. Bu da onu, Kuhncu anlamda, kendi ölçeğinde bir “bilimsel devrimci” yapmaktadır.
Feyerabend’in Yöntem Karşıtlığı ve Bağdâdî’nin Otoriteye Meydan Okuyuşu
Bilim felsefesinin en aykırı seslerinden biri olan Paul Feyerabend, Yönteme Karşı (Against Method) adlı eserinde bilimsel bilgiye ulaşmada katı yöntemsel kuralların olmaması gerektiğini, tarihsel olarak da kuralları çiğneyenlerin bilimi ileri götürdüğünü savunur. Feyerabend’e göre “Her şey gider” (Anything goes) sloganı, bilimde tek bir yöntem ya da otorite olmadığını vurgular; bilim, yaratıcılık, kaos ve hatta bazen hatalar sayesinde gelişir. O, Galileo’nun dönemin Aristotelesçi yöntemini çiğneyerek modern bilimi başlattığını, Kopernik’in kilisenin dogmasını hiçe saydığını, Einstein’ın Newtoncu çerçeveyi bozduğunu hatırlatarak, eğer bilim “katı kurallara teslim olsaydı bu devrimlerin hiçbiri gerçekleşemezdi” der. Feyerabend için bilim, bir anarşi düzleminde, farklı yolların denendiği ve hiçbir otoritenin mutlak görülmediği bir insan etkinliğidir. Bilimin ilerlemesi çoğunlukla uyumsuzluk, çatışma ve kural ihlaliyle mümkün olmuştur.
Bağdâdî’nin Galen’e karşı sergilediği tavır, Feyerabend’in anlattığı bu asi bilim insanı profilinin Ortaçağ’daki bir tezahürü gibidir. Dönemin “yöntemi”, büyük ölçüde otoritelerin metinlerine bağlı kalarak, onların söylediklerini tekrar etmekti. Ayrıca yazılı olmayan bir kural olarak, bin yılı aşkın süredir geçerliliğini koruyan Galen gibi bir ismin görüşlerini sorgulamak neredeyse bilim dışı sayılabilirdi. Dahası, insan bedeni üzerinde deney yapmak (örneğin diseksiyon) hoş karşılanmıyor, deneysel anatomi teşvik edilmiyordu. Bu ortamda Bağdâdî, adeta “her şeyi göze alarak” kural dışına çıktı. Onu harekete geçiren şey, dayatılan yöntemin ötesinde, merakının ve gözlemlerinin onu yönlendirmesiydi. Feyerabend’in ifadesiyle, “bilimin ilerlemesi kurallarla değil, kural ihlalleriyle gerçekleşmiştir.” Bağdâdî de aynen böyle yapmıştır: Geleneksel yöntemin dışına çıkmış, dogmayı sorgulamış ve yeni bir bilgi elde etmiştir.
Feyerabend, bilim tarihinde otoriteye başkaldıran bu tür örnekleri överken, Bağdâdî’nin ismini anmasa da onun yaptığı tam da bu tanıma uyar. Ortaçağ İslam tıbbında Galen, “aklın mutlak otoritesi” gibiydi. Bağdâdî ise Feyerabend’in tanımladığı tarzda bir entelektüel anarşist davranarak, bu otoriteyi reddetmiştir. “Bilim insanı rahiplerin yerine geçti ve tek hakikat anlatıcısı oldu” diye modern bilime eleştiri getiren Feyerabend, aslında bilimsel otoritelere körü körüne bağlanmanın tehlikesine dikkat çeker. Bağdâdî, Galen’in otoritesine böyle bir kutsallık atfetmeme cesareti göstermiştir. Onun gözünde hakikatin yegâne yolu Galen’in metinlerinden geçmiyordu; alternatif bir yol – doğrudan doğayı dinleme yolu – da mümkündü. Bu tavır, Feyerabend’in bilimi “biricik otorite olmaktan çıkarma” arzusuna uygun düşer. Bağdâdî, dönemin baskın bilgi tekeline karşı özgür düşüncenin ve farklı bir yöntemin savunucusu olmuştur.
Özellikle Feyerabend’in vurguladığı “çoğulculuk” (pluralizm) ve yaratıcılık unsurları Bağdâdî’nin işinde görülür. Bağdâdî, tıp bilgisini zenginleştirmek için halk bilgisi ya da folklorik bilgi kullanmadı belki, ama farklı bir epistemolojik yaklaşım benimsedi: Nakil yerine deney. Bu, bilgiye giden yolda tek bir uygarlığın anlatısına bağlı kalmama örneğidir. Feyerabend, modern bilimin diğer bilgi biçimlerini küçümsemesini “epistemolojik sömürgecilik” diye niteler ve bilimin demokratikleşmesini savunur. Ortaçağ özelinde konuşursak, antik otoritelerin görüşleri dışındaki yaklaşımlar yok sayılıyordu; Bağdâdî bu duruma meydan okuyarak aslında bilginin demokratikleşmesine katkı sundu. “İsimlerin büyüklüğü, bilginin doğruluğunun teminatı değildir” sözüyle, herkesin doğruluğu kendi araçlarıyla sınama özgürlüğünü dillendirmiştir. Bu yaklaşım, Feyerabend’in yöntem anarşizminin ruhuna son derece uygun düşer: Hiçbir otoriteye boyun eğmeden, merakın çağrısına kulak vermek.
Feyerabend ayrıca bilim insanının yaratıcı bir arayış içinde olması gerektiğini, sanatsal bir özgürlükle hareket edebileceğini söyler. Bağdâdî’nin hikâyesi, tam da spontan bir keşfin ürünüdür. Planlanmış bir deneyin değil, rastlantısal bir gözlemin peşine düşmenin sonucudur. Kıtlık olmasaydı belki bu fırsatı hiç bulamayacaktı. Ancak Feyerabend’in belirttiği gibi, “bilimin ilerlemesi kaostan, rastlantıdan doğar” – Bağdâdî de bir felaketin yarattığı kaotik durumda bilimsel bir içgörü yakalamıştır. Üstelik bunu yaparken dönemin kural ve normlarına aykırı davranmıştır: Cesetlere dokunmak dinî açıdan hassas bir meseleydi, o ise merakının rehberliğinde kemikleri toplamış; Galen’e itiraz etmek kariyer açısından riskliydi, o ise gerçeği söylemekten çekinmemiştir. Bu anlamda Bağdâdî, Feyerabend’in gözünde idealize ettiği “kurallara başkaldıran bilim insanı” arketipine uyar.
Önemli bir nokta da, Feyerabend’in bilimin diğer bilgi biçimlerine karşı tekeline karşı çıkmasıdır. Bağdâdî’nin döneminde bilimsel bilgi otorite metinleriyle özdeşleştirilmişti; buna mukabil halk hekimliği, deneysel tecrübe gibi unsurlar ikinci plandaydı. Bağdâdî, geleneğin dışında bir şey yaparak belki de bu ayrımı bulanıklaştırmıştır. Onun yöntemi ne tam anlamıyla geleneksel ne de tamamen yeniydi – melez bir yaklaşım sergiledi. Feyerabend’in “bilim bir ormandır: içinde yollar yoktur, sadece izler vardır” metaforuna uygun biçimde, Bağdâdî kendine özgü bir iz açmıştır. Bu iz, sonraki kuşaklarda (örneğin Vesalius’ta) belirgin bir patikaya dönüşecektir. Ama ilk açan, risk alarak yolunu belirsiz bir ormanda bulmaya çalışan Bağdâdî gibi cesur kişiler olmuştur.
Sonuç olarak Feyerabend’in yöntem karşıtı duruşu, Bağdâdî’nin eylemlerinde canlılık bulur. Bağdâdî, bilimin kurumsal düzenine ve dönemin yöntemsel katılığına meydan okuyan bir isimdir, tıpkı Feyerabend’in altını çizdiği bilimsel anarşistler gibi. Onun otoriteye başkaldırısı, bilimin dogma değil, sorgulama işi olduğuna dair güçlü bir ders verir. Bu yönüyle, Feyerabendci bir bakış açısıyla Bağdâdî’nin katkısı, bilimin aslında insan merkezli, yaratıcı ve özgür bir arayış olduğunu göstermesidir. O, bilimi skolastik bir tekrar mekanizmasından çıkarıp hayatın içine, doğanın kucağına geri getirmiştir. Böylece modern bilimin eşiğinde bir ışık yakmıştır: Hiçbir otorite mutlak değildir; her yöntem sorgulanabilir, yeter ki gerçeği bulma amacı olsun.
Lakatos’un Araştırma Programları ve Bağdâdî’nin Konumu
Imre Lakatos, Popper ve Kuhn gibi düşünürlerin fikirlerini uzlaştırmaya çalışan bir bilim filozofu olarak, bilimsel gelişmeyi “araştırma programları metodolojisi” ile açıklamıştır. Lakatos’a göre bilim, birbirine rakip araştırma programları üzerinden ilerler. Her araştırma programının değişmez kabul edilen bir katı çekirdeği ve bu çekirdeği çevreleyen, gerektiğinde revize edilen bir koruyucu hipotez kuşağı vardır. Bilim insanları, bir programın çekirdeğini korurken karşılaşılan olumsuz verileri açıklamak için koruyucu kuşakta değişiklikler yaparlar. Önemli olan, programın bu değişiklikler sayesinde yeni tahminler üretip üretmediğidir. Lakatos, eğer bir araştırma programı eklediği yardımcı hipotezlerle yeni başarılar (örneğin öngörülen olguların doğrulanması) elde edebiliyorsa onu ilerleyici; yok sadece mevcut teoriyi kurtarmak için bahaneler üretip yeni bir bilgi sunamıyorsa yozlaşmış saymak gerektiğini söyler.
Galen’in tıp doktrini, Bağdâdî’nin zamanında uzun süredir hâkim olan bir araştırma programı olarak görülebilir. Bu programın katı çekirdeği, Galen’in anatomi, fizyoloji ve hastalıklarla ilgili temel varsayımlarıydı: Örneğin kanın vücuttaki dolaşımı, organların işlevleri ve elbette anatomik yapı hakkında Galen’in ortaya koyduğu prensipler. Koruyucu kuşak ise, farklı dönemlerde hekimlerin Galen’in görüşlerini yorumlayarak geliştirdikleri tefsirler, küçük düzeltmeler veya ek varsayımlardan oluşuyordu. Örneğin, Galen sonrası bazı hekimler, insanda gözlemledikleri ufak farkları açıklamak için “Galen bunu hayvanlar üzerinden söyledi, insanda farklı olabilir” gibi izahatlar getirebiliyordu – bu, koruyucu kuşağın bir tür esnetilmesiydi. Ancak alt çene kemiği gibi temel bir konuda, yüzyıllarca kimse Galen’e itiraz etmemiş, belki de ufak tefek farklar “istisna” sayılarak geçiştirilmişti. Bu durumda, Galenik program, anatomideki bariz bir hataya rağmen çekirdeğini korumayı sürdürmüş, koruyucu kuşak aracılığıyla bu hatayı görünmez kılmıştı.
Bağdâdî’nin çalışması, Galenik programın anatomik çekirdeğine yönelik ciddi bir meydan okuma anlamına gelir. “Alt çene iki parçadan oluşur” önermesi, Galenik çekirdeğin parçasıydı ve Bağdâdî bunun yanlış olduğunu gösterdi. Lakatos’un terminolojisiyle, bu bulgu, programın koruyucu kuşağının ötesine geçerek doğrudan çekirdeğe temas eden bir çelişkili kanıt idi. Yani Galenik programın mensupları, Bağdâdî’nin bulgusunu reddetmek veya önemsizleştirmek isteyebilirlerdi – nitekim böyle olmuş da olabilir. Fakat eğer bu programın doğru bir yönü varsa, koruyucu kuşakta yapılacak değişikliklerle bu bulguya uygun bir açıklama getirmesi beklenirdi. Mesela, çekirdeği korumak için “bazı insanların çenesi doğuştan kaynamış olabilir” gibi bir sav ortaya atılabilirdi. Ancak bu tür bir ad hoc sav, yeni bir öngörü getirmeyeceği için programı yozlaştırıcı kılardı. Gerçekten de, Galenik programın bu noktada ilerleyici bir adım üretemediğini görüyoruz. Hiçbir Galenci hekim, Bağdâdî’nin bulgusuna dayanarak yeni bir anatomi teorisi geliştirmedi; tam tersine, onu göz ardı etmeyi tercih ettiler veya haberdar olmadılar.
Öte yandan, Bağdâdî’nin temsil ettiği yaklaşımı ayrı bir araştırma programı gibi ele alabiliriz. Bu programın çekirdeğinde, “otoritelere değil doğrudan gözleme dayanma” ilkesi vardır. Bağdâdî, her alanda “doğa ne diyor?” sorusunu sormayı prensip edinmişti. Koruyucu kuşak ise, dönemin teorik bilgilerini tamamen reddetmeden, onları gözlemsel verilerle doğrulama veya düzeltme çabasından oluşuyordu. Aslında İbn al-Nefîs gibi Bağdâdî’nin çağdaşı sayılabilecek bazı âlimler de benzer bir program izliyordu: Örneğin İbn al-Nefîs, Galen’in kalpteki görünmez delikler teorisini reddederek akciğer dolaşımını keşfetmişti. Onun da yaptığı, kadim çekirdeğe (Galen’in fizyolojik çekirdeğine) bir darbe vurmak ve yerine kendi programının çekirdeğini koymaktı (kendi çekirdeği: “doğa gözlemlenerek anlaşılmalıdır”). Bu anlamda, Bağdâdî ve birkaç çağdaşı bir “ampirik araştırma programı” başlatmış oldular. Fakat bu program, bulgularının sistematik olarak birleştirilmesiyle bir okul hâline gelmedi; izole kalmış bireysel başarılar şeklinde kaldı. Bu da belki dönemin sosyokültürel sınırlarından kaynaklanıyordu.
Lakatosçu açıdan bakarsak, bilim tarihinin ilerleyen dönemlerinde Galenci program ile gözlemci program tekrar karşı karşıya geldi ve sonunda gözlemci program zafer kazandı. Rönesans’ta Vesalius, William Harvey, Kopernik gibi isimler, eski otoritelere dayalı programları terk edip kendi gözlem ve deney programlarını kurdular. Bu programlar ilerleyici oldu; çünkü yeni tahminler ve keşifler ürettiler (Harvey’in kan dolaşımını keşfetmesi gibi). Galen’in programı ise artık tamamen yozlaşmış sayılırdı; 16. yüzyılda Vesalius, Galenik anatominin hatalarını sergilediğinde, eski program savunulamaz hâle geldi. Fakat unutulmamalı ki, Bağdâdî’nin 13. yüzyılda yaptığı düzeltmeler, bu ilerleyici programın potansiyelini erken gösteren ipuçlarıydı. Eğer Lakatos’un rekabet hâlindeki programlar anlayışını uygularsak, Bağdâdî’nin ampirik programı, Galen’in programına göre daha empirik içerikli ve bu nedenle gerçeğe daha yakındı. Ancak bir program olarak kurumsallaşması zaman aldı.
Bağdâdî’nin çalışması ayrıca Lakatos’un bahsettiği “problem çözme makinesi” olarak teorik çerçevenin önemini vurgular. Bağdâdî elinde bir teori (hipotez) olmadan sadece gözlemlerini aktarmadı; aslında örtük olarak bir metodolojik ilkeyi savundu: “Duyuların şahadeti, nakilden üstündür.” Bu ilke, bir bilimsel araştırma programının kılavuz ilkesi gibidir. Yani Bağdâdî’nin programının olumlu heuristiği (yapıcı yönü), hakikati bulmak için doğaya bakmayı teşvik ederken; olumsuz heuristiği (kaçınılması gereken yön) ise sırf otorite söyledi diye bir şeyi doğru kabul etmemeyi telkin ediyordu. Bu heuristikler dizisi, bilimsel ilerlemeye elverişliydi; zira Galen’in hatalarında ısrar etmek yerine yeni çözümler aramayı mümkün kıldı.
Özetlemek gerekirse, Lakatos’un araştırma programları perspektifinden Bağdâdî’nin önemi, mevcut programa ciddi bir anomali sunarak onu sınaması ve alternatif bir yaklaşımın işaretlerini vermesidir. Bu alternatif yaklaşım, eğer bir program hâlinde sürdürülürse, Galenik programdan daha ilerleyici olabilecekti – ki öyle de oldu. Bağdâdî’nin ampirik yöntemi, bilime ilerleme sağlayacak yeni sorular ve yeni doğrular kazandırmıştır. Galen’in otoritesine bağlı kalmak ise bir noktadan sonra ilerleyemeyen, kendi içine kapanan bir yoldu (Lakatos’un yozlaşmış programı gibi). Bağdâdî, bilimsel araştırma programlarının nasıl dönüşebileceğinin bir örneğini Ortaçağ koşullarında sergilemiştir. Onun “ampirik gözlem programı”, modern bilim programlarının habercisiydi. Katı çekirdeğinde “doğa en büyük otoritedir” ilkesi bulunan bu program, çağının ötesinde olsa da, bilimsel devrimin temel taşlarından biri hâline gelmiştir.
Pozitivist ve Post-Pozitivist Yaklaşımlar Işığında Bağdâdî’nin Ampirizmi
Bilim felsefesi tarihinde pozitivizm ve post-pozitivizm ayrımı, bilimde gözlem ve teorinin rolüne ilişkin farklı anlayışları temsil eder. Pozitivizm (özellikle 19. yüzyıl pozitivizmi ve 20. yüzyıl başlarındaki mantıksal pozitivizm), bilginin ancak gözlemlenebilir olgulara dayanması gerektiğini, metafizik ya da dogmatik unsurların bilimden ayıklanmasını savunur. Pozitivistler, bilimi tümevarımcı bir birikim ve doğrulama süreci olarak görme eğilimindedir. Bu bağlamda, Auguste Comte gibi isimlerin temsil ettiği klasik pozitivizmde, bilim ilerledikçe insanlık mitlerden ve metafizikten arınarak salt olgusal bilgiye ulaşır. Mantıksal pozitivistler ise dilsel analiz yoluyla doğrulanamayan cümleleri anlamlı saymayarak, bilimi tamamen deneysel doğrulamaya indirgemeye çalışmışlardır.
Öte yandan post-pozitivist olarak adlandırılan filozoflar (Popper, Kuhn, Lakatos, Feyerabend ve diğerleri), pozitivistlerin saf empirizm anlayışını eleştirerek, bilimin daha karmaşık bir yapıda işlediğini göstermişlerdir. Bu düşünürler, bilimde sadece gözlem değil, teori, yanlışlama, paradigma, program gibi unsurların da belirleyici olduğunu, ancak yine de empirizmin (deneysel testin) vazgeçilmez bir rol oynadığını vurgularlar.
Bağdâdî’nin ampirik tutumu, ilk bakışta olgucu (positivist) bir refleks gibi görünebilir. Gerçekten de Bağdâdî, “gerçeği eski parşömenlerde değil, doğanın bizzat kendisinde aramak” gerektiğini söyleyerek, bilginin kaynağı olarak deneyimi ve gözlemi işaret eder. Bu tavır, pozitivizmin “bilgi deneyle başlar” ilkesine uygundur. Ortaçağ şartlarında Bağdâdî, belki de farkında olmadan, pozitivist bir bilim idealini seslendirmiştir: Gözlem, teoriye öncelenir; duyularımızın tanıklığı, bize anlatılanların önüne geçer. Ayrıca, mantıksal pozitivistlerin vurguladığı gibi, metafizik spekülasyonlardan kaçınarak doğrudan gözlenebilir olgularla konuşmayı tercih etmiştir. Nitekim eserinde, kemiklerin sayısı, yapısı gibi somut olgulardan bahsederken, Galen’in altında yatan teleolojik (ereksel) açıklamalara itibar etmez. Bu anlamda, dogmatik önyargılardan arınmış bir şekilde sadece görülene odaklanır ki, bu tam da pozitivist bilim anlayışının arzuladığı türden bir nesnelliktir.
Ancak Bağdâdî’nin yaklaşımı, daha yakından incelendiğinde, post-pozitivist içgörülerle de uyum içindedir. Zira o, sadece gözlemci olmakla kalmamış, aynı zamanda var olan teorik çerçeveyi eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutmuştur. Naif (saf) pozitivizm, bilimin sadece tümevarımla ilerlediğine inanır; oysa post-pozitivistler, gözlemlerin teori yüklü olduğunu, elde edilen verilerin mevcut kavramsal çerçevenin etkisinde yorumlandığını savunurlar. Bağdâdî’nin başarısı, kendi zihnini Galen’in kavramsal çerçevesinin dışında tutabilmiş olmasından gelir. Bir bakıma, teorik bir körlüğü aşarak hakikati görebilmiştir. Çoğu hekim, Galen’in “iki parçalı çene” kavramıyla eğitildiği için, belki de iskeletlere baksa bile bunu fark edemeyebilirdi; zira zihinlerinde kemiklerde bir birleşme noktası olması gerektiği beklentisi olacaktı. Bağdâdî ise hem teoriyi biliyor, hem de teorinin yanlış olabileceğini düşünecek esnekliğe sahip. Bu durum, Kuhn’un bahsettiği “beklentilerin gözlemi etkilemesi” olgusuna karşı, Bağdâdî’nin bağımsız düşünce geliştirdiğini gösterir.
Ayrıca post-pozitivist dönemde vurgulanan bir diğer nokta, yanlışlanabilirlik ve eleştiriye açıklıktı ki, Bağdâdî’nin yöntemi bu ilkeye de uygundur. Mantıksal pozitivistler “doğrulama” (verification) peşindeyken, Popper “yanlışlama” (falsification) ilkesini getirmişti. Bağdâdî de tam olarak bir dogmayı yanlışlayarak yol almıştır. Onun yaptığı iş, verifikasyonist değil, falsifikasyonist bir tavırdır: Galen’in teorisini doğrulamaya değil, onu sınamaya ve hatalıysa çürütmeye odaklanmıştır. Bu da Bağdâdî’nin, kendi zamanını aşan bir eleştirel düşünce tarzı benimsediğini gösterir. Bilim tarihine baktığımızda, modern bilimin doğuşu da benzer şekilde eski otoritelerin yanlışlanmasıyla olmuştur. Kopernik sistemi eski astronomiyi yanlışladı, Galileo fizikte Aristo’yu yanlışladı, Harvey kan dolaşımıyla Galen’i yanlışladı. Bağdâdî de anatomi alanında bunu yapmıştır. Bu yönüyle, post-pozitivist bir devrimci gibi hareket etmiştir.
Pozitivist epistemoloji, bilim insanını duygulardan ve önyargılardan arınmış, tamamen nesnel bir gözlemci olarak idealleştirir. Bağdâdî’nin anlatımlarına baktığımızda, onun da kendini böyle konumlandırdığı söylenebilir. Kemik tepesinde gezinirken “bilimin soğukkanlı zırhını kuşanmak”tan bahseder. Bu, öznel duyguları (korku, iğrenme) bir kenara bırakıp nesnel gözlem yapma kararlılığıdır. Aynı zamanda, empirist felsefenin de bir yansımasıdır: Bilgi, duyularımızın bize verdiği verilerle elde edilir, önyargıları bırakalım ve doğanın kendisini dinleyelim. Bu düşünce çizgisi, David Hume gibi klasik empiristlerin yaklaşımına da benzer. Bağdâdî, bir anlamda, “deneyim öncesi” kabul edilen teorik otoriteyi reddedip “deneyim sonrası” veriye yönelmiştir. Bu, tabula rasa bir zihinle gözleme girişmek anlamına gelir ki, pozitivizmin saf idealini andırır.
Öte yandan, post-pozitivist düşünürler bilimin tamamen önyargısız veya değerden bağımsız olmadığını söylerler. Bağdâdî’nin örneğinde de aslında bir değer yargısı etkendir: Hakikatin kaynağı olarak deneyimi, otoriteye üstün tutma değeri. Bu, bir metodolojik değer seçimidir. Bağdâdî, geleneğe bağlı kalarak saygı kazanma yolunu seçebilirdi, fakat o riskli olanı – kendi gözlemine güvenmeyi – seçti. Bu, bilim insanının entelektüel dürüstlüğüne ve gerçeğe adanmışlığına örnektir. Bilim sosyolojisi açısından bakarsak, Bağdâdî statükoya meydan okuyarak belki akademik çevrelerde tepki çekme riskini göze aldı. Bu yönüyle de Merton’un bilimsel ethosundaki normlara uydu: Evrenselcilik (hakikat herkes için geçerli, otoriteye göre değişmez), teşhircilik (bulgularını açıkça ortaya koymak), organize şüphecilik (her şeyi sorgulamak) gibi ilkeleri benimsedi. Özellikle “organize şüphecilik”, yani otorite de olsa şüpheyle yaklaşmak, Bağdâdî’nin tavrının tam karşılığıdır.
Bağdâdî’nin ampirik tutumunun metodolojik değeri nedir sorusuna gelirsek: Onun yöntemi, bilimde ilerleme için gerekli olan öz-eleştiri ve deneysellik kültürüne katkı sunar. Bağdâdî, bilim tarihinde sıkça görülen “otoriteye karşı deney” eğiliminin erken bir örneğidir. Bu eğilim, bilimin dogmalardan arınarak kendi yolunu bulmasında kilit rol oynar. Pozitivistler der ki: “Gözlemle desteklenmeyen ifadeler anlamsızdır.” Bağdâdî’nin çalışması, Galen’in bir ifadesini tam da bu yüzden anlamsız kılmıştır: Gözlemle desteklenmediği için. Post-pozitivistler ise der ki: “Bilim, yanlışlanabilir iddialarla ilerler ve teorik dönüşümler yaşar.” Bağdâdî, yanlışlanabilir bir iddiayı bulup yanlışlamış ve kendi küçük teorik devrimini yaşamıştır. Her iki açıdan da, yaptığı iş bilimsel yöntemin yücelttiği bir pratiktir.
Ayrıca, Bağdâdî’nin ampirizmi, bilimin doğası hakkında da önemli bir mesaj içerir: Bilim evrensel bir doğrular bütünü değil, süreklilik gösteren bir sorgulama sürecidir. Ortaçağda bile, bir kişi çıkıp bin yıllık bilgiyi düzeltebiliyorsa, demek ki bilimsel bilgi tarihsel ve düzeltilebilir bir yapıdır. Bu görüş, post-pozitivist felsefede sıkça vurgulanır. Örneğin Kuhn, bir paradigmanın mutlak doğru değil, sadece bir dönem için geçerli olduğunu belirtir; Popper, her teorinin geçici olduğunu söyler. Bağdâdî’nin örneği, bilimsel bilginin açık uçlu ve gelişime açık olduğunu tarihten göstermektedir. Kendi çağındaki insanlara, belki de ilk kez, Galen gibi bir otoritenin yanılabileceğini ispat ederek, bilginin otoriteden bağımsız bir doğruluk kriteri olduğunu göstermiştir. Bu kriter, doğanın kendisidir – yani deneysel veridir.
Son olarak, Bağdâdî’nin ampirik tavrının bilim tarihine katkısı üzerinde durulmalıdır. Her ne kadar onun bulguları, örneğin bir Kopernik devrimi kadar yaygın etki yaratmamış olsa da, iki açıdan önemli katkı sunmuştur: Birincisi, belirli bir alandaki bilgi içeriğine katkı (anatomik doğru bilgi). İkincisi ve belki daha mühimi, bilimsel yönteme katkı. Bağdâdî, bilim tarihinde eleştirel empirizmin değerini göstermiştir. O, İslam ilim geleneğinde eleştirel-ampirik yöntemin sesi olarak anılabilir. Bu da sonraki nesiller için ilham vericidir. Bilimsel ilerleme çizgisinde Bağdâdî gibi isimler, birer “mayın eşeği” görevi görür: Onlar öne atılır, risk alır ve dogmayı patlatırlar; ardından gelenler daha güvenli bir yolda ilerleyebilir. Bu bakışla, Bağdâdî’nin bilime en büyük katkısı, “sorgulama cesareti” geleneğinin parçası olmasıdır. Bu gelenek olmasaydı, modern bilimsel devrimlerin zemini de olmayacaktı.
Sonuç: Bilimsel İlerleme ve Bağdâdî’nin Tarihteki Yeri
Abdüllatîf Bağdâdî’nin hikâyesi, bilim tarihinde eleştirel düşüncenin ve ampirik yöntemlerin zaferine ilişkin çarpıcı bir örnektir. Galen ve İbn Sînâ gibi dev otoritelerin gölgesinde yetişen Bağdâdî, önce onların bilgisiyle donanmış, ancak sonra onların ötesine geçme cüretini göstermiştir. Gelenek ile deneyin dansı, onun zihninde öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, sonunda “1400 yıllık dogmayı yıkan” bir çıkış yapabilmiştir. Bu çıkış, sadece birkaç anatomik detayı düzeltmekten ibaret değildir; aynı zamanda bilim yapma tarzında bir devrim niteliğindedir. Bağdâdî, “gözlem ve deney metodunu, dogmatik bilginin karşısına dikerek” adeta modern bilimsel yaklaşımın Ortaçağ’daki habercisi olmuştur.
Bilim felsefesinin kurucu düşünürleri perspektifinden değerlendirdiğimizde, Bağdâdî’nin tutumunun dört bir yandan övgüyü hak ettiğini görüyoruz. Popper’a göre o, yanlışlanabilirliğin ruhunu kavramış ve uygulamıştır: En saygın teoriyi bile gözlem karşısında tereddütsüz sınamıştır. Kuhn açısından, o, normal bilimin konforunu terk eden devrimci bir bilim insanıdır: Paradigma dışına çıkabilmiş, bir krizi tetikleyip yeni bir yaklaşımın kapısını aralamıştır. Feyerabend’in gözünde, Bağdâdî tam bir kuralsızlık cesareti sergilemiş, bilimin ilerlemesinin otoriteye isyanla mümkün olduğunu kanıtlamıştır. Lakatos cephesinde ise, Bağdâdî mevcut araştırma programının hatalı çekirdeğini açığa vurarak, bilimi ilerletecek alternatif bir programın (ampirik programın) tohumlarını ekmiştir.
Tüm bunlar, bize bilimsel ilerlemenin yapısı hakkında ortak bir ders veriyor: Bilimde otorite tanımazlık, yeniliğin ön koşullarındandır. Bağdâdî’nin “Galen yanılıyor olabilir” diyebilmesi, belki binlerce insanın göremediğini görmesi sayesinde oldu, ama asıl önemlisi, gördüğünü kabul etme ve ilan etme cesareti sayesinde oldu. Bu cesaret, elbette boşa gitmedi. Onun keşfi, sonraki nesillerce doğrulandı ve kalıcı bilimsel bilgiye dönüştü. Bu açıdan bakıldığında, Bağdâdî’nin adı her ne kadar modern literatürde Kopernik, Galileo kadar sık anılmasa da, yaptığı iş onlarla aynı geleneğin bir parçasıdır: Eleştirel-ampirik gelenek.
Bilim tarihi yazımında, İslam medeniyetinin katkıları anlatılırken Bağdâdî genellikle bir parantez içinde değinilir: “İnsan çene kemiğinin tek parça olduğunu keşfeden kişi” olarak. Oysa bu keşfin ardındaki zihniyet, çok daha büyük bir takdiri hak eder. Bağdâdî, sadece bir anatomist değil, bir bilim filozofu gibi davranmıştır. Hatta belki farkında olmadan, epistemolojik bir devrim gerçekleştirmiştir. Bu devrimin özü, bilginin meşruiyet kaynağını değiştirmektir: Yetke yerine deney. Bu dönüşüm, Avrupa’da Aydınlanma ile özdeşleştirilir; oysa Bağdâdî’nin hayatı gösteriyor ki, bu fikir filizleri çok daha önce ve farklı coğrafyalarda da boy vermiştir.
Bağdâdî’nin bilim tarihindeki yerine dair bir diğer önemli nokta, onun bir geçiş figürü oluşudur. Ortaçağın skolastik yöntemlerinden, yeni çağın deneysel yaklaşımına geçişin habercilerindendir. O, kendi kültür dairesi içinde belki çok büyük bir ekol yaratamadı ama modern bilime giden yolda evrensel bir mesaj bıraktı. Bu mesaj, pozitivist zihniyette ifadesini bulan “gözlemle desteklenmeyen bilgiye itibar etme” ve post-pozitivist anlayıştaki “bütün teoriler eleştiriye ve değişime açıktır” ilkelerinin özüdür.
Sonuç olarak, Abdüllatîf Bağdâdî’nin “otoriteye karşı ampirik gözlem” tavrı, bilimsel ilerlemenin yapısını aydınlatan, ibret verici bir örnektir. Bilim felsefesinin farklı yaklaşımlarıyla değerlendirildiğinde, onun çalışmaları hem metodolojik hem de epistemolojik açıdan büyük değer taşır. Bağdâdî bize, bilimde ilerlemenin bazen sessiz, tenha köşelerde başladığını hatırlatır – belki bir Kahire mezarlığında, belki bir laboratuvarda tek başına çalışan bir araştırmacının masasındadır o kıvılcım. Ve o kıvılcım, yerleşik bilgilerle çatışma pahasına gerçeği ortaya çıkarmaya yönelikse, işte o zaman bilim gerçekten ilerler. Bu bağlamda Bağdâdî, bilimsel ilerlemenin kahramanlarından biridir: Cesur, meraklı ve bağımsız. Onun mirası, her yeni nesil bilim insanına “Peki, doğa ne diyor?” sorusunu sorma ilhamı vermeye devam edecektir.
Kaynakça
Abdüllatîf Bağdâdî, Kitāb al-Ifāda wa’l-İʿtibār fī al-Umūr al-Mushāhada wa’l-Ḥawādith al-Muʿāyana bi-Ard Miṣr (Mısır Gözlemleri ve İbretler Kitabı).
Abdüllatîf Bağdâdî, Kitāb al-Naṣīḥatayn (İki Nasihat Kitabı).
Abdüllatîf Bağdâdî, metafizik üzerine risaleler (özellikle Aristoteles şerhleri).
Bonadeo, Cecilia Martini, ʿAbd al-Lat.īf al-Baġdādī’s Philosophical Journey: From Aristotle’s Metaphysics to the Metaphysics of the Orient, Brill, 2013.
Chalmers, Alan, What Is This Thing Called Science?.
Feyerabend, Paul, Against Method.
Joosse, N. P., & Pormann, P. E., “Archery, mathematics, and conceptualising inaccuracies in medicine in 13th-century Iraq and Syria”, Journal of the Royal Society of Medicine, 101 (2008), 425–427.
Joosse, N. P., & Pormann, P. E., “Decline and Decadence in Iraq and Syria after the Age of Avicenna? Abd al-Latif al-Baghdadi (1162–1231) between Myth and History”, Bulletin of the History of Medicine, 84 (2010), 1–29.
Kaya, Mahmut, “ABDÜLLATÎF el-BAĞDÂDΔ, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
Kuhn, Thomas S., The Structure of Scientific Revolutions.
Lakatos, Imre, The Methodology of Scientific Research Programmes.
Popper, Karl, The Logic of Scientific Discovery.
Popper, Karl, Conjectures and Refutations.
Taş, Enes, “Kitâbü’n-Nasîhateyn Bağlamında Abdüllatif el-Bağdâdî’nin İbn Sînâ Eleştirisi”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2016.
Yorumlar
Yorum Gönder