Ana içeriğe atla

Francis S. Collins'in Tanrı'nın Dili Kitabı Üzerine -2-

 




Francis S. Collins, yirminci yüzyılın sonu ve yirmi birinci yüzyılın başındaki biyoloji devriminin merkezinde yer alan bir figürdür. Onun kimliği, salt bir akademisyen veya araştırmacının çok ötesindedir; o, insanlığın kendi genetik kodunu okuma çabasının, yani devasa ölçekteki İnsan Genom Projesi'nin (İGP) liderliğini üstlenmiş bir kişidir. Bu rol, onu modern bilimin en üst kademelerinden birine yerleştirmiştir. Ardından, dünyanın en prestijli biyomedikal araştırma kurumlarından biri olan Ulusal Sağlık Enstitüleri'nin (NIH) direktörlüğüne getirilmesi, onun bilimsel otoritesini ve idari yetkinliğini pekiştirmiştir. Dolayısıyla, Tanrı'nın Dili adlı eserini yayınladığında, konuşan kişi herhangi bir bilim insanı değil, biyolojinin ve genetiğin en derin sırlarına vakıf olmuş, alanının zirvesindeki bir otoriteydi. Bu durum, kitabın başlığından itibaren yarattığı etkiyi katbekat artırmıştır; zira bilim camiasında bu seviyede birinin, "inanç için kanıt" sunma iddiası, alışılagelmiş bir durum değildi.

Kitabın temel dinamiği, Collins'in bu iki farklı dünyayı—bilimin katı rasyonelliği ve inancın kişisel adanmışlığı—nasıl birleştirdiğini gösterme çabasıdır. Collins, kitabında, entelektüel dürüstlüğünden ödün vermeden, bir Hristiyan olarak inancını nasıl koruduğunu ve hatta bu inancı bilimsel keşiflerle nasıl daha da derinleştirdiğini anlatır. Bu, özellikle "Yeni Ateizm" akımının yükselişte olduğu, Sam Harris, Richard Dawkins ve Christopher Hitchens gibi isimlerin bilimi, dinin karşısında konumlandırdığı ve inancı entelektüel bir zayıflık olarak yaftaladığı bir dönemde, son derece cesur bir duruştur. Collins, bu eseriyle, bilimin ve inancın "sıfır toplamlı bir oyun" olmadığını, yani birinin kazanmasının diğerinin kaybetmesi anlamına gelmediğini iddia ederek entelektüel bir meydan okuma sunmuştur.

Eserin en çarpıcı yönü, Collins'in otobiyografik tonudur. Bu kitap, kuru bir felsefi inceleme veya teolojik bir savunma metni değildir; aksine, bir insanın şüphecilikten imana uzanan kişisel ve sancılı yolculuğunun samimi bir dökümüdür. Collins, kendi bilimsel kimliğini bir zırh gibi kuşanarak inanç konularını ele alır. Bilimsel verileri (kozmoloji, evrimsel biyoloji, genetik) masaya yatırırken, aynı zamanda bu verilerin kendi ruhsal dünyasında nasıl bir yankı bulduğunu da paylaşır. "Bilimsel kimliğini" ve "Hristiyan inancını" aynı anda ve "açıkça" ortaya koyması, kitabın temel vaadidir: Bu iki kimlik birbiriyle çelişmek zorunda değildir, hatta birbirini anlamlı kılabilir.

Kitabın başlığının kökeni, İnsan Genom Projesi'nin ilk taslağının tamamlandığı 26 Haziran 2000'deki tarihi Beyaz Saray duyurusuna dayanır. O gün, Francis Collins ve rakip özel sektör girişimi Celera Genomics'in lideri Craig Venter, Başkan Bill Clinton ile birlikte kameraların karşısına geçmiştir. Collins, bu anın tarihsel öneminin farkında olarak, konuşma metinlerinin hazırlanmasında rol oynamış ve Başkan Clinton'ın ağzından dökülen o ünlü cümleyi ("Bugün, Tanrı’nın hayatı yarattığı dili öğreniyoruz") metne eklemiştir. Bu, sadece şiirsel bir ifade değil, aynı zamanda bilinçli bir teolojik ve felsefi konumlandırmaydı. Collins, insan genomunun sırlarının çözülmesini, seküler bir zaferden öte, ilahi bir yaratımın mekanizmalarını anlama yolunda atılmış dev bir adım olarak çerçevelemiştir. Bu cümleyi başkanlık düzeyinde duyurmak, bu perspektifi küresel bir olayın merkezine yerleştirme stratejisinin bir parçasıydı.

"DNA'nın Tanrı'nın dili olması" metaforu, Collins'in tüm teolojisinin temel taşıdır. O, 3.1 milyar baz çiftinden oluşan bu karmaşık kodu, Tanrı'nın yaşamı var etmek için kullandığı "yazılım" veya "talimat kitabı" olarak görür. Bu dildeki her gen, her düzenleyici sekans, milyarlarca yıllık bir evrimsel sürecin ürünüdür; ancak Collins'e göre bu süreç, Tanrı'nın başlattığı ve yönettiği zarif bir mekanizmadır. DNA'yı bu şekilde görmek, onu sadece kimyasal bir molekül olmaktan çıkarır ve bir "metin" haline getirir. Collins için genomu incelemek, bir biyoloğun laboratuvar çalışmasından çok, bir ilahiyatçının kutsal bir metni deşifre etme çabasına benzer bir huşu ve hayranlık uyandırır. Bu dil, tüm canlıların ortak bir atadan geldiğini tartışmasız bir şekilde göstererek, Tanrı'nın tüm yaşamı birbiriyle akraba kıldığını da ortaya koyar.

Collins'in bu kitabı kaleme almaktaki asıl motivasyonu, içinde yaşadığı entelektüel iklimin yarattığı derin rahatsızlıktır. Yirmi birinci yüzyılın başlarında, kamusal tartışma alanı iki aşırı uç tarafından domine edilmiş durumdaydı. Bir yanda, bilimin her türlü metafizik inancı geçersiz kıldığını savunan militan ateistler; diğer yanda ise, modern bilimin (özellikle evrimin) bulgularını reddeden, inancı bilime karşı bir siper olarak kullanan köktendinci yaratılışçılar bulunuyordu. Collins, bu iki kutbun da "Hakikat"in bütününü ıskaladığına inanıyordu. Bu kutuplaşma, özellikle genç nesiller üzerinde yıkıcı bir etki yaratıyor, onları "ya bilim ya da Tanrı" gibi sahte bir seçime zorluyordu. Collins, bu eseriyle, bu sahte ikilemi kırmak ve "ara pozisyonun" —yani hem bilime hem de Tanrı'ya tutkuyla bağlı olmanın— sadece mümkün değil, aynı zamanda entelektüel açıdan en savunulabilir ve tatmin edici pozisyon olduğunu göstermeyi amaçlamıştır.

Collins'in eserinin başarısının anahtarlarından biri, onun karmaşık bilimsel kavramları (kozmolojik sabitler, kuantum mekaniği, moleküler genetik) sıradan okuyucunun anlayabileceği bir netlikte sunabilme yeteneğidir. O, bir öğretmen sabrıyla, evrenin başlangıcından DNA'nın yapısına kadar geniş bir yelpazedeki konuları, okuyucuyu teknik jargona boğmadan, akıcı bir üslupla açıklar. Bu "bilimsel tercüme" becerisi, kitabın iddiası için hayati önem taşır. Collins, okuyucuyu önce bilimin ne dediğini tam olarak anlamaya davet eder; çünkü ona göre, Tanrı'nın varlığına dair ipuçları, bilimin açıklayamadığı boşluklarda değil, tam da bilimin açıkladığı şeylerin görkeminde yatmaktadır. Bu nedenle, okuyucunun Büyük Patlama'nın veya evrimsel mekanizmaların temel mantığını kavraması, Collins'in teolojik argümanlarını inşa edebilmesi için bir ön koşuldur.

Bu bilimsel anlatı, soğuk ve mesafeli bir ders kitabı üslubundan uzaklaşarak, Collins'in kendi kişisel yaşam öyküsüyle sıcak bir şekilde sarmalanır. Kitap, doğrusal bir mantıksal argümandan ziyade, bir "dönüşüm hikayesi" olarak kurgulanmıştır. Okuyucu, genç Collins'in fizik ve kimya alanındaki eğitimine, onun kayıtsız agnostisizmine ve hatta ateizme meyleden şüpheciliğine tanıklık eder. Bu otobiyografik yaklaşım, okuyucuyla arasında bir empati köprüsü kurar. Collins, kendini "inançlılar" kampından "şüpheciler" kampına seslenen biri olarak değil, şüpheciler kampının içinden gelmiş ve oradaki tüm argümanları bizzat deneyimlemiş biri olarak konumlandırır. Bu da onun argümanlarını, özellikle de inançsız bir arka plandan gelen okuyucular için daha dikkate değer kılar.

Bu iki anlatı çizgisinin—bilimsel açıklama ve kişisel dönüşüm—birleşimi, kitabın retorik gücünü oluşturur. Collins, ateizmden Hristiyan inancına olan yolculuğunu, duygusal bir sıçrama veya kör bir kabullenme olarak değil, delillerin titiz bir şekilde incelenmesinin mantıksal bir sonucu olarak sunar. Tıp fakültesindeki deneyimleri, doğa yasalarındaki hassas ayar ve insan kalbindeki ahlaki pusula gibi "işaretler", onun ateist dünya görüşünün yetersizliğini fark etmesine neden olmuştur. Bu hikaye, inancın akla karşı değil, aklın ötesindeki sorulara aklın verdiği bir yanıt olabileceğini öne sürer. Collins, kendi hikayesi aracılığıyla, "akıllı bir insanın nasıl olup da Tanrı'ya inanabildiği" sorusuna, "akıllı bir insanın nasıl olup da Tanrı'ya inanmayabildiği" sorusuyla karşılık verir.

Francis Collins'in gençlik yılları, tipik bir bilim insanı adayının profiliyle örtüşüyordu. Fizik ve kimya alanında aldığı eğitim, onu dünyanın materyalist ve determinist bir anlayışına yöneltmişti. Dini, iyi niyetli ama temelde akıl dışı bir "boş inanç" olarak görüyor, kendisini ise "dini konularda güçlü fikirleri olmayan" rahat bir agnostik olarak tanımlıyordu. Bu pozisyon, onun için entelektüel bir tembelliği de temsil ediyordu; zira Tanrı'nın varlığı ya da yokluğu üzerine ciddi bir felsefi veya delile dayalı araştırma yapma gereği duymamıştı. Bilim, onun için evreni açıklamak için yeterliydi ve metafizik sorular gereksiz birer fazlalıktı. Bu rahat şüphecilik, onun profesyonel kimliğinin bir parçası haline gelmişti.

Bu entelektüel denge, tıp fakültesine girmesiyle sarsılmaya başladı. Collins, kuantum mekaniğinin soyut dünyasından, insan yaşamının ve acının en somut gerçekliğiyle yüzleştiği kliniğe geçti. Burada, terminal dönemdeki hastalarla çalışırken, bilimin sınırlarına çarptı. Tıp, hastalıkların "nasıl" işlediğini açıklayabiliyor ve bazen müdahale edebiliyordu; ancak "neden" sorusuna—neden acı var, neden ölüyoruz, yaşamın anlamı ne?—tamamen sessiz kalıyordu. Bu hastaların bazılarının, ölüme yaklaşırken bile sahip oldukları derin inançlarından aldıkları tarifi imkansız huzura ve güce tanık oldu. Bu deneyim, inancın sadece psikolojik bir "koltuk değneği" olup olmadığını sorgulamasına neden oldu. Bu insanların sahip olduğu şeyin gerçek mi, yoksa sadece bir yanılsama mı olduğunu anlamak, onun için entelektüel bir zorunluluk haline geldi.

Bu kişisel kriz ve arayış döneminde, bir hastasının tavsiyesi üzerine ateistken Hristiyan olmuş eski bir Oxford akademisyeni olan C. S. Lewis'in Mere Christianity (Saf Hristiyanlık) adlı kitabıyla karşılaştı. Bu kitap, Collins'in hayatında bir dönüm noktası oldu. Beklediği gibi duygusal çağrılar veya kör dogmalarla değil, rasyonel, mantıksal ve felsefi argümanlarla karşılaştı. Lewis, inancın akla aykırı olmadığını, aksine aklın ta kendisinin inancı gerektirebileceğini savunuyordu. Collins, özellikle Lewis'in "Ahlaki Yasa" üzerine olan argümanından derinden etkilendi. Kendi agnostisizminin, aslında kanıtları incelemeyi reddeden bir "kör inanç" olduğunu fark etti. Lewis'in mantıksal çerçevesi, Collins'in bilimsel zihninin aradığı türden bir yapı sunarak, onun ateist dünya görüşünü temelden sarstı ve onu Tanrı'nın varlığı olasılığını ciddi bir hipotez olarak değerlendirmeye zorladı.

C. S. Lewis'ten devraldığı ve Collins'in kendi inanç yolculuğunun merkezine yerleştirdiği argüman, "Ahlaki Yasa"dır. Bu yasa, farklı kültürlerde ve zamanlarda değişiklik gösteren toplumsal kurallar veya yasal düzenlemelerden farklıdır. Ahlaki Yasa, insanın içinde yankılanan evrensel bir "meli/malı" (ought) hissidir; adaletin iyiliğine, zulmün kötülüğüne, fedakarlığın yüceliğine dair içsel bir bilgidir. Collins, tüm insanların, bu yasaya uymakta başarısız olsalar bile, böyle bir standardın varlığını içten içe bildiklerini savunur. Birinin haksızlığa uğradığında "Bu adil değil!" diye haykırması, herkesin ortaklaşa kabul ettiği aşkın bir adalet standardına yapılan bir göndermedir. Collins'e göre bu evrensel vicdan sesi, sadece biyolojik veya kültürel bir ürün olamayacak kadar derindir.

Collins, bir genetikçi olarak, evrimsel biyolojinin ve sosyobiyolojinin "özgecilik" (altruism) konusundaki açıklamalarına derinden vakıftır. Evrim, "bencil gen" (Richard Dawkins'in popülerleştirdiği bir kavram) temelinde işler; genler, kendi kopyalarının gelecek nesillere aktarılmasını maksimize etmeye çalışır. Bu çerçevede, "akraba seçilimi" (kin selection) ile açıklanan bir özgecilik (genlerimi paylaşan akrabalarıma yardım ederim) veya "karşılıklı özgecilik" (reciprocal altruism) (bugün sana yardım ederim, yarın sen de bana yardım edersin) evrimsel olarak mantıklıdır. Ancak Collins, Ahlaki Yasa'nın talep ettiği şeyin bu olmadığını belirtir. Ahlaki Yasa, hiçbir karşılık beklenmeyen, hatta kişinin kendi genetik soyunun aleyhine olacak durumlarda bile (örneğin, bir düşman askeri için hayatını feda etmek veya tanımadığı bir yoksula büyük bir servet bağışlamak) radikal, özverili "agape" sevgisini yüceltir.

İşte bu nokta, Collins için evrimci materyalizmin tıkandığı yerdir. Radikal fedakarlık, yani "agape", bencil genlerin hayatta kalma matematiğine bir "skandal" olarak meydan okur. Eğer insan, sadece genlerini yaymak için programlanmış biyolojik bir makine ise, neden boğulan bir yabancıyı kurtarmak için buzlu suya atlamayı "doğru" ve "asil" bir davranış olarak hissederiz? Collins, bu dürtünün, evrimin bir yan ürünü olarak açıklanamayacağını savunur. Bunun yerine, bu ahlaki deneyime açık olmanın, yani içimizdeki bu "doğru" ve "yanlış" pusulasının, doğaüstü bir kaynaktan, yani bu Ahlaki Yasa'yı insanlığın kalbine yerleştiren kutsal bir Varlık'tan (Tanrı'dan) geldiğine dair güçlü bir "işaret" veya "kanıt" olduğunu öne sürer.

Collins için laboratuvar ve katedral, birbirine düşman iki alan değil, aynı gerçeğin farklı veçhelerini araştıran iki farklı penceredir. O, "Tanrı'nın İki Kitabı" olarak bilinen klasik teolojik görüşü benimser: Tanrı, iradesini hem "Kutsal Yazılar" (İncil) aracılığıyla hem de "Doğa Kitabı" (Evren) aracılığıyla vahyetmiştir. Bu iki kitabın da yazarı aynı Varlık olduğundan, aralarında nihai bir çelişki olamaz. Eğer Kutsal Yazılar'ın bir yorumu, Doğa Kitabı'nın ezici kanıtlarıyla (örneğin, evrenin yaşı veya evrim) çelişiyorsa, o halde yanlış olan bilim değil, bizim o kutsal metni yorumlama biçimimizdir. Bu yaklaşım, Collins'in hem bilime hem de inanca sarsılmaz bir bağlılık duymasını sağlar.

Bu perspektiften bakıldığında, bilimsel keşifler inancı tehdit eden unsurlar olmaktan çıkar, aksine inancı derinleştiren ve Tanrı'nın yaratıcılığının görkemini daha net gösteren araçlara dönüşür. Collins, bir teleskoptan evrenin derinliklerine bakmayı veya bir mikroskopla hücrenin karmaşıklığını incelemeyi bir tür "ibadet" eylemi olarak deneyimler. Bilim, Tanrı'nın "nasıl" yaptığını anlama çabasıdır. Evrenin muazzam büyüklüğünü, fizik yasalarının zarafetini veya yaşamın kimyasal karmaşıklığını keşfetmek, Collins için Tanrı'nın zihninin bir köşesine göz atmak gibidir.

Bu bağlamda Collins, ateistlerin bilimi kendi dünya görüşleri için bir silah olarak kullanmalarına itiraz eder. Bilimin, evrenin içindeki olguları açıklamakla sınırlı olduğunu, evrenin dışındaki veya temelindeki sorulara (Neden hiçbir şey yerine bir şeyler var? Bu yasalar nereden geldi?) cevap veremeyeceğini savunur. İşte bu noktada, bilimsel keşiflerin kendisi felsefi ve teolojik soruları tetikler. Collins, özellikle modern kozmolojinin ve fiziğin bulgularının, materyalist bir dünya görüşündense teistik bir dünya görüşünü daha makul kılan "işaretler" veya "ipuçları" sunduğunu iddia eder.

Yirminci yüzyılın başlarına kadar, bilim camiasındaki hakim görüş, evrenin statik ve ebedi olduğuydu ("Durağan Durum" teorisi). Bu model, ateist bir bakış açısıyla oldukça uyumluydu, çünkü eğer evren her zaman var idiyse, bir "Yaratıcı"ya veya "başlangıç anı"na gerek yoktu. Ancak, Edwin Hubble'ın galaksilerin bizden uzaklaştığını keşfetmesi ve ardından gelen kanıtlar (kozmik mikrodalga arka plan ışıması gibi), evrenin bir başlangıcı olduğu fikrini, yani Büyük Patlama teorisini bilimsel bir uzlaşı haline getirdi. Collins, bu bilimsel devrimin teolojik sonuçlarının altını çizer: Bilim, evrenin bir "doğum anı" olduğunu kanıtlamıştır. Evren, yaklaşık 13.7 milyar yıl önce, sonsuz yoğunluktaki bir tekillikten (singularity) ortaya çıkmıştır.

Bu bilimsel gerçek, felsefi açıdan devasa bir soru doğurur: "Büyük Patlama'dan önce ne vardı?" veya "Büyük Patlama'yı ne tetikledi?" Collins, "Doğanın kendini nasıl yaratabileceğini göremiyorum" derken, klasik ex nihilo nihil fit (hiçlikten hiçlik çıkar) ilkesine atıfta bulunur. Eğer Büyük Patlama, "doğanın" (yani tüm maddenin, enerjinin, uzayın ve hatta zamanın kendisinin) başlangıcıysa, o zaman doğanın kendisinin nedeni, doğanın içinde olamaz. Neden, kendisinin sebep olduğu sonuçtan (evrenden) önce gelmelidir. Bu durum, mantıksal olarak, "doğaüstü" (supernatural), yani doğanın, uzayın ve zamanın dışında olan bir nedeni zorunlu kılar.

Collins'e göre bu noktada bilim susmak zorundadır, çünkü bilimsel yöntem sadece doğal dünyayı, yani uzay-zamanın içindekileri inceleyebilir. Ancak mantık, bizi bir sonuca zorlar: Evrenin bir nedeni olmalıdır ve bu neden uzay-zamandan bağımsız, zamanın dışında (ebedi), uzayın dışında (maddi olmayan) ve bu kadar muazzam bir evreni yaratabilecek güçte (her şeye gücü yeten) olmalıdır. Collins, bu özelliklerin, filozofların ve ilahiyatçıların yüzyıllardır "Tanrı" olarak adlandırdığı Varlığın temel nitelikleriyle şaşırtıcı bir şekilde örtüştüğünü savunur. Böylece, ateizmi desteklemesi beklenen kozmoloji, Collins'in elinde teizm için güçlü bir argümana dönüşür.

Collins'in Tanrı'nın varlığına işaret olarak gördüğü ikinci güçlü bilimsel kanıt, fizikten gelir ve "hassas ayar" (fine-tuning) argümanı veya "Antropik İlke" olarak bilinir. Bu argüman, evrenimizi yöneten temel fiziksel sabitlerin (örneğin, kütleçekim kuvvetinin gücü, elektromanyetik kuvvet, güçlü ve zayıf nükleer kuvvetler, kozmolojik sabit vb.) şaşırtıcı derecede dar bir aralıkta olduğunu belirtir. Bilim insanları, bu sabitlerin değerlerinin, bugün bildiğimiz haliyle yaşamın (özellikle karbon bazlı karmaşık yaşamın) ortaya çıkabilmesi için "tam da olması gerektiği gibi" olduğunu fark etmişlerdir. Eğer bu değerlerden herhangi biri, en küçük bir oranda bile farklı olsaydı, evren yaşam için ölümcül bir yer olurdu.

Bu "hassas ayarın" ne anlama geldiğini anlamak için birkaç örnek vermek gerekir. Örneğin, eğer güçlü nükleer kuvvet (atom çekirdeklerini bir arada tutan kuvvet) biraz daha zayıf olsaydı, hidrojenden başka hiçbir element oluşamazdı; dolayısıyla karbon, oksijen ve yaşamın kendisi var olamazdı. Eğer biraz daha güçlü olsaydı, tüm hidrojen hızla helyuma dönüşür ve yıldızlar bugünkü gibi yakıt bulamazdı. Benzer şekilde, kütleçekim kuvveti biraz farklı olsaydı, evren ya çok hızlı genişleyerek galaksilerin oluşumuna izin vermez ya da hemen kendi içine çökerek bir "Büyük Çöküş" yaşardı. Collins, bu on beş kadar sabitin her birinin, adeta bir bıçak sırtında, yaşamın oluşmasına izin verecek o sonsuz küçük aralığa denk gelmesinin, "tesadüf" olarak açıklanmasının istatistiksel olarak imkansıza yakın olduğunu vurgular.

Bu "ince ayar" gerçeği karşısında temelde üç olası açıklama vardır. Birincisi, "kaba şans"tır: Evrenin böyle olması inanılmaz derecede düşük bir olasılıktı ama biz bu piyangoyu kazandık ve buradayız (ancak bu, olasılıksızlığı açıklamaz, sadece kabul eder). İkincisi, "çoklu evrenler" (multiverse) teorisidir: Sonsuz sayıda evren vardır ve her biri farklı fiziksel sabitlere sahiptir; biz, şans eseri, yaşamaya uygun olan bu nadir evrenlerden birinde bulunuyoruz (ancak bu teori, doğası gereği test edilemez ve spekülatiftir). Üçüncü açıklama ise "tasarım"dır: Evrenin bu sabitleri, bilinçli bir Yaratıcı (Tanrı) tarafından, karmaşık yaşamın ortaya çıkmasını sağlayacak şekilde kasıtlı olarak "ayarlanmıştır". Collins, bilimsel tutumluluk (Ockham'ın Usturası) ilkesi gereği, kanıtların en makul ve zarif açıklamasının üçüncüsü, yani ilahi bir tasarımcı olduğunu savunur.

Francis Collins için en kişisel ve en güçlü kanıt, kendi uzmanlık alanı olan genetikten gelir. İnsan Genom Projesi'nin direktörü olarak, insanlığın 3.1 milyar harflik (A, T, C, G) genetik kodunun deşifre edilmesine liderlik etmiştir. O, bu devasa projenin tamamlanma anını, sadece muazzam bir bilimsel ve teknik başarı olarak değil, aynı zamanda derin bir manevi deneyim, bir "ibadet vesilesi" olarak tanımlar. Kendi ifadesiyle, o an, "Tanrı'nın Zihnini okumak" gibi bir histi. Bu karmaşık bilgi sistemi, yaşamın en temel talimatlarını içeren bu "kitap", ona göre kör tesadüflerin bir ürünü olamayacak kadar zarif ve anlamlıydı. Bu nedenle DNA'yı, Tanrı'nın yaşamı yaratmak için kullandığı "dil" olarak nitelendirir.

Genomun sağladığı bu "kitap", Collins'e göre Darwin'in evrim teorisini şüpheye yer bırakmayacak şekilde doğrulayan nihai kanıtı sunar. Eğer canlılar ayrı ayrı yaratılmış olsaydı, genomlarında bağımsız tasarımlar görmeyi beklerdik. Oysa genom analizleri, tam tersini, tüm yaşam formlarının bir "aile ağacı" ile birbirine bağlı olduğunu gösterir. İnsan ve şempanze genomlarının DNA diziliminde %96 oranında (daha yeni analizlere göre, kodlayan bölgelerde ~%98.8) aynı olması, bu yakın akrabalığın sadece bir yönüdür. Collins, bu orandan çok daha güçlü kanıtların altını çizer: "ortak hatalar". İnsan ve şempanze genomları, aynı "bozuk genlere" (psödogenler) ve aynı "antik viral kalıntılara" (endojen retrovirüsler), genomun tam olarak aynı noktalarında sahiptirler. Bu, tıpkı iki öğrencinin bir sınavda aynı nadir ve tuhaf hataları yapmasının, onların birbirinden kopya çektiğini (veya ortak bir kaynaktan kopyaladığını) kanıtlaması gibi, insan ve şempanzenin bu "hataları" miras aldıkları ortak bir atadan geldiklerini tartışmasız bir şekilde kanıtlar.

Bu ezici genetik kanıtlar ışığında Collins, herhangi bir entelektüel dürüstlüğe sahip kişinin, Darwin'in evrim çerçevesini ve tüm yaşamın ortak bir atadan geldiği fikrini "tartışmasız doğru" olarak kabul etmesi gerektiği sonucuna varır. Bu, onun teolojisi için kritik bir noktadır. O, bilimin en güçlü şekilde doğruladığı bu gerçeği (evrimi) reddeden herhangi bir inanç sisteminin, "Hakikat"e karşı geldiğini ve sürdürülemez olduğunu savunur. Bu nedenle, Collins için asıl soru "Evrim mi, Yaratılış mı?" değildir; asıl soru, "Tanrı'nın, evrimi bir yaratma yöntemi olarak nasıl kullandığıdır?". Bu nokta, onu hem ateist evrimcilerden hem de evrim karşıtı dindarlardan ayırır.

Collins, kitabında sadece kendi pozisyonunu savunmakla kalmaz, aynı zamanda kendisinin "uyumsuz" olarak gördüğü ve kutuplaşmayı körükleyen diğer dünya görüşlerini de sistemli bir şekilde eleştirir. İlk hedefi, Richard Dawkins, Daniel Dennett gibi "Yeni Ateistlerin" savunduğu bilimsel materyalizmdir. Bu görüşe göre, evrim (özellikle "kör" ve "rastlantısal" doğası) bir Yaratıcı fikrini gereksiz kılar ve mantıksal olarak ateizmi zorunlu kılar. Collins, bu iddiaya şiddetle karşı çıkar. Evrimin mekanizmasını (doğal seçilim, mutasyon) keşfetmenin, bu mekanizmanın arkasında bir amaç veya Yaratıcı olmadığı anlamına gelmediğini savunur. Bu, bir bilgisayar programının kodunu çözüp, "Bakın, programcıya gerek yok, kod kendi kendine çalışıyor!" demek gibi bir mantık hatasıdır.

Collins, bilimin metodolojik sınırlarının altını çizer. Bilim, "metodolojik natüralizm" ile çalışır; yani sadece doğal nedenleri ve doğal açıklamaları araştırabilir. Bu, bilimin başarılı olması için gerekli bir kuraldır. Ancak ateistler, bu metodolojik varsayımı, felsefi bir sonuca ("ontolojik natüralizm" - yani doğadan başka hiçbir şey yoktur) dönüştürürler. Collins, bunun bilimin kanıtlarının "ötesine geçen" felsefi bir sıçrama olduğunu belirtir. Eğer Tanrı, tanımı gereği doğanın, uzayın ve zamanın dışında (doğaüstü) ise, bilimsel yöntem (doğanın içini inceleyen araç) O'nun varlığını ne kanıtlayabilir ne de çürütebilir. Bu nedenle, "Tanrı yoktur" şeklindeki ateist iddia, bilimsel bir sonuç değil, tıpkı "Tanrı vardır" iddiası gibi, kanıtların felsefi bir yorumuna dayanan bir "inanç" beyanıdır.

Agnostisizm (bilinemezcilik) konusunda ise Collins, kendi geçmişine de bir özeleştiri getirir. Agnostisizmi entelektüel açıdan "tembel" bir pozisyon olarak görür. "Bilmiyorum ve bilmem de mümkün değil" demenin, genellikle "Bu konuyu ciddiye alıp araştırmak istemiyorum" anlamına geldiğini öne sürer. Collins, Tanrı'nın varlığı veya yokluğunun, insanın yaşamı ve evreni anlamlandırması açısından en temel soru olduğunu savunur. Bu kadar önemli bir soru karşısında, omuz silkip "kanıtları incelemeden kaçınmanın" rasyonel bir tavır olmadığını, aksine hem teizmin (Ahlaki Yasa, Hassas Ayar) hem de ateizmin (acı ve kötülük sorunu) sunduğu kanıtları titizlikle incelemenin her düşünen insanın sorumluluğu olduğunu belirtir.

Collins'in eleştiri oklarını yönelttiği ikinci grup, inanç spektrumunun diğer ucunda yer alan Genç Dünya Yaratılışçılığı (YEC) taraftarlarıdır. Bu görüş, Kutsal Kitap'taki Yaratılış (Genesis) anlatımını, modern bir bilimsel metin gibi "harfi harfine" (literal) okur. Bu yoruma göre, evren ve dünya 6 gün (24 saatlik) içinde yaratılmıştır ve dünyanın yaşı, soyağacı hesaplamalarına göre sadece 6.000 ila 10.000 yıl arasındadır. Collins, bir bilim insanı olarak, bu iddianın modern bilimin neredeyse tüm dallarıyla—kozmoloji (evrenin 13.7 milyar yaşında olduğunu gösteren kanıtlar), jeoloji (milyarlarca yıllık kaya katmanları), paleontoloji (fosil kayıtları) ve kendi alanı olan biyoloji (genetik kanıtlar)—tamamen ve geri dönülemez bir çelişki içinde olduğunu net bir şekilde ortaya koyar.

Collins için YEC, sadece bilimsel olarak yanlış değildir; aynı zamanda inanç için de felaket düzeyinde zararlıdır. YEC, genç ve sorgulayan beyinlere korkunç bir ikilem sunar: "Ya İncil'in bu literal yorumuna inanırsın ya da tüm modern bilime inanırsın." Bilimin ezici kanıtlarıyla karşılaştıklarında, bu genç insanlar, inançlarını sürdürebilmek için akıllarını ve entelektüel dürüstlüklerini feda etmek zorunda kalırlar. Çoğu zaman sonuç, bu sahte seçimi reddederek inancı tamamen terk etmeleridir. Collins, YEC'nin, bilimi "düşman" ve "tehlikeli" olarak yaftalayarak, aslında Tanrı'nın "Doğa Kitabı" aracılığıyla açıkladığı gerçeklere sırt çevirdiğini ve böylece inanca ateizmden daha fazla zarar verdiğini savunur.

Dahası, Collins YEC'nin ciddi bir teolojik sorun yarattığını belirtir. Eğer YEC doğruysa ve dünya gerçekten sadece 10.000 yaşındaysa, o zaman Tanrı neden 13.7 milyar yıl uzaktan gelen yıldız ışığını (bize ulaşması milyarlarca yıl süren) yolda başlatmış, neden jeolojik katmanları milyarlarca yıllıkmış gibi "yaşlı" yaratmış ve neden tüm canlıların genomlarına ortak bir atadan gelmişler gibi sahte genetik "fosiller" yerleştirmiştir? Collins, bu senaryonun Tanrı'yı dürüst bir Yaratıcı değil, aksine bizi aldatmak için kasıtlı olarak yanıltıcı kanıtlar tasarlayan "kozmik bir hileci" (cosmic trickster) konumuna düşürdüğünü savunur. Collins, "Tanrı bir sahtekar değildir" diyerek, doğanın bize söylediği gerçeği (eski evren ve evrim) kabul etmenin teolojik bir zorunluluk olduğunu belirtir.

Collins'in eleştirdiği üçüncü ve daha sofistike görüş ise Akıllı Tasarım (ID) hareketidir. YEC'nin aksine ID, genellikle evrenin ve dünyanın yaşlı olduğunu ve "mikro evrimi" (tür içi küçük değişiklikler) kabul eder. Ancak ID'nin temel iddiası, Darwinci evrimin (doğal seçilim ve rastgele mutasyon) yaşamdaki tüm karmaşıklığı açıklayamayacağıdır. ID savunucuları (Michael Behe gibi), "indirgenemez karmaşıklık" (irreducible complexity) kavramını öne sürerler. Bu kavrama göre, bakteri kamçısı veya kan pıhtılaşma sistemi gibi bazı biyolojik yapılar, tüm parçaları aynı anda var olmadan işlev göremeyecek kadar karmaşıktır ve bu nedenle yavaş, kademeli evrimsel adımlarla oluşmuş olamazlar. ID, bu "boşlukların" doğaüstü bir "Akıllı Tasarımcı"nın (Tanrı'nın) doğrudan müdahalesini gerektirdiğini savunur.

Collins, bu yaklaşımın temelde "boşlukların Tanrısı" (God of the gaps) safsatasının modern bir versiyonu olduğunu savunur. Bu, Tanrı'yı bilimin henüz açıklayamadığı şeylerin nedeni olarak tanımlayan, teolojik açıdan zayıf bir pozisyondur. Tarihsel olarak, insanlar şimşeğin nedenini bilmediklerinde "Tanrı yaptı" demişlerdir; ancak bilim (elektromanyetizma) bu boşluğu doldurduğunda, Tanrı'nın etki alanı daralmıştır. Collins, ID'nin de aynı hatayı yaptığını belirtir. ID, "Bakteri kamçısının nasıl evrimleştiğini bilmiyoruz, o halde bunu Tanrı yapmıştır" der. Ancak Collins, bir bilim insanı olarak, bilimin ilerleyişinin bu boşlukları sürekli olarak doldurduğunu ve doldurmaya devam edeceğini bilir. Nitekim, "indirgenemez karmaşık" olduğu iddia edilen birçok sistemin (göz, kan pıhtılaşması) evrimsel öncülleri ve ara basamakları bilim tarafından giderek daha fazla aydınlatılmaktadır.

Bilimsel açıdan Collins, ID'nin gerçek bir bilimsel teori olmadığını, çünkü bilimin temel gerekliliklerini karşılamadığını savunur. Bilimsel bir teori, test edilebilir olmalı ve ileriye dönük öngörülerde (tahminlerde) bulunmalıdır. ID ise sadece "Bunu evrim açıklayamaz" der, ancak "Tasarımcı"nın ne zaman, nasıl veya neden müdahale ettiğine dair test edilebilir hiçbir hipotez sunmaz. "Tasarımcı yaptı" demek, bilimsel bir açıklama değil, bilimsel araştırmayı durduran bir ifadedir. Bu nedenle Collins, ID'yi bilimsel bir alternatif olarak değil, temelde dini bir argüman olarak görür.

Collins'in Akıllı Tasarım'a yönelik eleştirisi sadece bilimsel değil, aynı zamanda teolojiktir. ID'nin önerdiği Tanrı modeli, Collins'in inandığı her şeye gücü yeten, bilge ve zarif Yaratıcı fikriyle çelişir. ID modelinde Tanrı, evreni başlatır ancak yarattığı doğal yasalar (evrim mekanizmaları) yaşamın belirli karmaşıklık seviyelerine ulaşması için "yetersizdir". Bu nedenle Tanrı, milyarlarca yıllık yaşam tarihi boyunca sürekli olarak sahneye geri dönmek, "müdahale etmek" ve planındaki "eksikleri" veya "hataları" düzeltmek zorundadır. Örneğin, evrim belirli bir noktaya gelir, ancak bir bakteri kamçısı yapamaz; bunun üzerine Tanrı devreye girip o parçayı tasarlar ve yerine koyar.

Collins, bu tablonun Tanrı'yı yüceltmek yerine O'nu küçülttüğünü savunur. Bu, bir saat ustasının, yaptığı saatin sürekli durması üzerine tekrar tekrar müdahale edip onu düzeltmek zorunda kalmasına benzer. Bu, "beceriksiz bir Yaratıcı" (clumsy Creator) portresidir. Collins'e göre çok daha görkemli ve ilahi bir bakış açısı, Tanrı'nın evreni başlangıçta (Büyük Patlama'da) o kadar mükemmel ve zarif yasalarla donatmış olmasıdır ki, bu yasalar (fizik, kimya ve evrimsel biyoloji) başka hiçbir müdahaleye gerek kalmadan, 14 milyar yıl içinde yıldızları, galaksileri, gezegenleri ve nihayetinde Ahlaki Yasa'ya sahip, Tanrı'yı arayan bilinçli varlıkları (insanları) ortaya çıkarabilmiştir.

Bu nedenle Collins, evrimin "kör" ve "rastlantısal" görünmesinin, Tanrı'nın yokluğunu değil, aksine O'nun dehasını gösterdiğini savunur. Tanrı'nın yaratma yöntemi olarak seçtiği evrim mekanizması, O'nun sürekli "yama" yapmasını gerektiren kusurlu bir sistem değil, yaşamın muazzam çeşitliliğini ve karmaşıklığını kendi iç dinamikleriyle üretebilen olağanüstü derecede güçlü ve zarif bir süreçtir. Bu görüş, Tanrı'yı "boşlukların" değil, "tüm sürecin" Tanrısı yapar.

Tüm bu "uyumsuz" görüşleri (Ateizm, YEC, ID) reddeden Collins, kendi sentezini, yani bilim ve inancın uyumlu birlikteliğini sunmak zorundadır. Bu pozisyonu tanımlamak için, daha sonra kuracağı organizasyonun da adı olacak olan "BioLogos" terimini kullanır. Bu terim, Yunanca iki kelimenin birleşimidir: "Bios" (yaşam) ve "Logos" (söz, akıl, ilke). "Logos" terimi, özellikle Yuhanna İncili'nin açılış ayetine ("Başlangıçta Söz vardı... ve Söz Tanrı'yla birlikteydi ve Söz Tanrı'ydı") derin bir teolojik gönderme yapar. Collins, bu terimle, "yaşamın" (Biyo) kaynağının "Tanrı'nın Sözü/Aklı" (Logos) olduğunu ifade eder.

BioLogos, temelde "teistik evrim" (theistic evolution) olarak bilinen görüşün modern ve bilimsel olarak en güncel halidir. Bu görüş, Yaratılışçılığın aksine, evrimsel biyolojinin, jeolojinin ve kozmolojinin tüm bilimsel bulgularını tereddütsüz kabul eder. Evren 13.7 milyar, dünya 4.5 milyar yaşındadır ve tüm yaşam, insan da dahil olmak üzere, ortak bir atadan milyarlarca yıllık evrim süreciyle ortaya çıkmıştır. Ancak ateizmin aksine BioLogos, bu sürecin Tanrı'nın iradesi ve planı dahilinde gerçekleştiğini savunur.

Bu sentezde, bilim ve inanç çatışan değil, birbirini tamamlayan iki bilgi alanı olarak görülür. Bilim, Tanrı'nın evreni ve yaşamı yaratmak için nasıl bir mekanizma kullandığını (evrim) araştırır. İnanç ve teoloji ise bu sürecin neden var olduğunu, anlamının ne olduğunu ve Yaratıcı'nın doğasını sorgular. Collins, bu yaklaşımın, hem "Doğa Kitabı"nın (bilim) hem de "Kutsal Yazılar Kitabı"nın (teoloji) gerçeklerine aynı anda sadık kalmanın tek entelektüel dürüst yolu olduğunu savunur.

BioLogos felsefesinin ilk ve en temel önermesi, Büyük Patlama teorisiyle uyumlu klasik teistik görüştür: Tanrı, evreni "yoktan var etmiştir" (creatio ex nihilo). Bu yaratma eylemi, sadece 13.7 milyar yıl önceki başlangıç anını değil, aynı zamanda evreni ayakta tutan ve yöneten "doğal yasaların" (fizik, kimya) oluşturulmasını da kapsar. Tanrı, bir "saat ustası" gibi evreni kurmuş ve ona karmaşıklık ile yaşamı üretebilecek potansiyeli bahşetmiştir. Bu yasalar, O'nun sürekli ve değişmez iradesinin bir yansımasıdır.

İkinci olarak, Tanrı yaşamı yaratmak için özel, anlık müdahaleleri (YEC veya ID'nin iddia ettiği gibi) değil, Kendi tasarladığı doğal yasaların bir ürünü olan evrim sürecini "zarif bir mekanizma" olarak seçmiştir. Collins'e göre bu, Tanrı'nın kudretini küçültmez, aksine yüceltir. Kendi kendine yeten, yaşamın muazzam çeşitliliğini üretebilen bir süreç tasarlamak, sürekli müdahale gerektiren kusurlu bir süreç tasarlamaktan çok daha dahice bir yaratma eylemidir. Genetik bilimi, bu zarif mekanizmanın nasıl işlediğini (DNA, mutasyon, seçilim) gösteren bir araçtır.

Üçüncü önerme, evrimdeki "rastlantısallık" sorununu ele alır. Ateistler, evrimdeki rastgele mutasyonların, sürecin amaçsız ve yönsüz olduğunu kanıtladığını savunur. Collins ise bu felsefi ikilemi, Tanrı'nın "uzay ve zamanın dışında" (transcendent) olduğu teolojik kabulüyle aşar. Bizim içinden baktığımız ve "rastlantısal" (öngörülemez) olarak algıladığımız olaylar (örneğin, belirli bir mutasyonun ne zaman olacağı), tüm zamanı tek bir anda gören, zamanın dışında olan Tanrı'nın bakış açısından bilinen ve planlanmış olaylardır. Collins için süreç, sadece bizim sınırlı perspektifimizden rastlantısal görünür; Yaratıcı'nın perspektifinden ise sonuç (bilinçli, Tanrı'yı arayan varlıkların ortaya çıkışı) en başından beri belirlenmiştir.

Dördüncü ve son önerme, insanın evrim ağacındaki yerini ve benzersizliğini tanımlar. BioLogos, biyolojik olarak şempanzeler ve diğer primatlarla ortak ataları paylaştığımızı (genetik kanıtlara dayanarak) tam olarak kabul eder. Bedenimiz, evrimin bir ürünüdür. Ancak insan, sadece biyolojiden ibaret değildir. İnsanın "benzersizliği", Tanrı'nın Suretinde (Imago Dei) yaratılmış olmasında yatar. Bu suret, biyolojik bir özellik değil, manevi bir niteliktir. Collins, bu niteliğin, tüm insanlarda evrensel olarak bulunan "Ahlaki Yasa", özgür irade, bilinç ve "Tanrı'yı arama" kapasitesi olduğunu savunur. Bu manevi "kıvılcım", evrimin belirli bir aşamasında Tanrı tarafından insanlığa bahşedilmiş, bizi diğer tüm canlılardan ayırarak O'nunla ilişki kurabilen yegane varlıklar haline getirmiştir.

Francis Collins'in kitabının nihai mesajı, bir "barış" ve "uyum" çağrısıdır. O, bilim ve inanç arasındaki sözde "savaşın", her iki tarafın da en gürültülü ve en aşırı uçları tarafından körüklenen yapay bir çatışma olduğuna inanır. Bu çatışma modeli, hem bilimin hem de inancın özünü zedeler. Collins, bu iki alanın birbiriyle rekabet etmesi yerine, "zenginleştirici bir uyum" içinde, gerçeğin bütüncül bir resmini oluşturmak için birlikte çalışması gerektiğini savunur. Bilim, Tanrı'nın yarattığı evrenin ihtişamını ortaya çıkarırken, inanç bu ihtişamın ardındaki anlamı ve amacı sunar.

Collins, kendi bilimsel kimliğine sadık kalarak, bilimin "doğal dünyayı anlamak için tek güvenilir araç" olduğunu tereddütsüz bir şekilde kabul eder. Evrenin nasıl işlediği, yaşamın nasıl başladığı, hastalıkların nasıl tedavi edileceği gibi "nasıl" soruları söz konusu olduğunda, bilimsel yöntemin (gözlem, hipotez, test) alternatifi yoktur. Bilim, doğa hakkında güvenilir bilgi edinmenin yoludur ve inanç, bilimin bulgularına (evrenin yaşı, evrim gibi) aykırı iddialarda bulunduğunda yolunu kaybeder. Collins, bilimsel dürüstlükten taviz verilmemesi gerektiğini vurgular.

Ancak Collins, bilimin bu gücüne rağmen, metodolojik sınırlarının da farkındadır. Bilim, doğası gereği "niceliksel" ve "mekanistik" sorularla sınırlıdır. İnsan olmanın en temel deneyimlerini oluşturan en derin "varoluşsal sorular" karşısında ise bilim tamamen sessiz kalır. Bilim, bir senfoninin güzelliğini (frekans analizi), bir fedakarlığın ahlaki değerini (biyokimyasal süreçler) veya bir insanın yaşamının "anlamını" açıklayamaz. "Neden buradayız?", "İyi ve kötü nedir?", "Ölümden sonra yaşam var mı?" ve "Tanrı'nın doğası nedir?" gibi "neden" soruları, bilimin alanının dışındadır ve bu sorulara cevap aramak, felsefe, sanat ve en önemlisi inanç alanının görevidir. Bilimin bu sorulara "aciz" kalması bir kusur değil, onun tanımının bir gereğidir.

Bu sınırlamaları göz önünde bulunduran Collins, her iki kampa da "silahlarını bırakma" çağrısı yapar. Ateistlere, bilimi inanca karşı bir sopa olarak kullanmayı bırakmalarını, bilimin cevaplayamayacağı soruların varlığını kabul etmelerini ve ateizmin de bilimsel bir gerçek değil, felsefi bir inanç sistemi olduğunu fark etmelerini söyler. Aynı şekilde, inançlılara da (özellikle YEC ve ID taraftarlarına) bilime karşı duydukları korku ve düşmanlığı bırakmaları, Tanrı'nın "Doğa Kitabı" aracılığıyla ortaya koyduğu gerçekleri (evrimi) kucaklamaları ve inançlarını bilimin keşifleriyle çelişen kırılgan temeller üzerine inşa etmemeleri çağrısında bulunur. Bu "bilim ile ruh arasındaki savaş", her iki tarafın da gerçeğin sadece bir kısmını görmesinden kaynaklanan trajik bir yanlış anlamadır.

Collins, inancın sadece entelektüel bir kabulden ibaret olmadığını vurgulamak için C. S. Lewis'ten bir alıntı yapar. İnanç, "Tanrı vardır" önermesini mantıksal olarak kabul etmekten daha fazlasıdır; o, yaşayan, kişisel bir ilişkidir. Lewis'in "Dua, inancın zıttı değildir; o, inancın bir unsurudur" sözü, bu ilişkiyi vurgular. Tıpkı bir bilim insanının teorilerini test etmek için deney yapması gibi, inançlı bir kişi de inancını "yaşamak" ve doğrulamak için dua eder, yani Tanrı ile kişisel bir iletişim kurar. Collins için inanç, soyut bir felsefe değil, aklın ulaştığı sonuçların kalp ve ruh tarafından deneyimlenmesidir.

Bu çağrı, sadece entelektüel bir tartışmayı sonlandırma amacı taşımaz, aynı zamanda insanlığın geleceği için de bir gerekliliktir. Bilimin gücünün (genetik mühendisliği, yapay zeka) etik ve ahlaki rehberliğe en çok ihtiyaç duyduğu bir çağda, bilimin "nasıl" bilgisi ile inancın "neden" ve "meli/malı" bilgeliğinin bir araya gelmesi, Collins'e göre medeniyetin en acil ihtiyacıdır. Bu savaşı durdurmak, sadece felsefi bir lüks değil, ahlaki bir zorunluluktur.

Collins'in sunduğu nihai vizyon, parçalanmış değil, bütüncül bir gerçeklik anlayışıdır. Onun Tanrısı, sadece pazar sabahları bir Katedralin vitraylarından süzülen ışıkta veya kutsal bir metnin satırlarında bulunan bir Tanrı değildir. O, aynı zamanda, bir laboratuvardaki DNA dizileyicinin ekranında görünen, 3.1 milyar harflik "genomun" karmaşıklığının ve zarafetinin de Tanrısıdır. Katedral, Tanrı'nın görkemini, aşkınlığını ve güzelliğini temsil ederken; genom, O'nun yaratıcılığının, mantığının ve doğa yasalarına olan hakimiyetinin bir kanıtıdır. Bu iki alandan birini seçmek, Tanrı'nın tezahürünün bütünlüğünü reddetmek olurdu.

Bu iki bilgi alanı, yani bilim ve inanç, "Hakikat" adını verdiği tek bir görkemli yapıyı ayakta tutan "iki sarsılmaz sütun" olarak işlev görmelidir. Bu mimari metafor önemlidir: Sütunlar birbiriyle savaşmaz, aynı çatıyı taşımak için birbirine dayanır ve birbirini güçlendirir. Bir sütunu (bilimi) zayıflatmak veya diğerini (inancı) görmezden gelmek, tüm binanın (Hakikat'in) çökmesine neden olur. Bilim, inancın kör bir dogmaya dönüşmesini engellerken; inanç, bilimin sadece soğuk bir materyalizme indirgenmesini önler ve ona bir amaç ile anlam kazandırır.

Bu nedenle, Collins'in vardığı sonuç, iki taraf için de bir güvencedir. Bilim, Tanrı'dan korkmamalıdır; çünkü Tanrı'nın yarattığı evreni dürüstçe araştırmak, ancak Yaratıcı'nın dehasını daha fazla takdir etmeye yol açar. Bilim, Tanrı'nın varlığıyla "tehdit edilmez", aksine evrenin neden rasyonel, anlaşılabilir ve yasalara tabi olduğu sorusuna (Tanrı'nın rasyonel aklının bir yansıması olduğu) bir cevap bularak "zenginleşir". Öte yandan, Tanrı da "bilimden kesinlikle tehdit edilmez". İnancını, bilimin henüz doldurmadığı küçük "boşluklara" dayandıranlar bilimden korkabilirler; ancak Tanrı'yı her şeyin (tüm yasaların, tüm evrenin, tüm evrimin) kaynağı olarak gören bir inanç için, bilimin her yeni keşfi, sadece Tanrı'nın "her şeyi nasıl mümkün kıldığını" gösteren yeni bir detaydır.

Collins'in "BioLogos" olarak adlandırdığı bu sentezin ve uyumun nihai ödülü, "bütüncül" bir bakış açısıdır. Modern dünyanın getirdiği en büyük trajedilerden biri, insan deneyiminin parçalanmasıdır; akıl ve kalp, gerçek ve anlam, bilim ve maneviyat arasında açılan bir uçurumdur. Collins, bu uçurumun onarılabileceğini savunur. Bu uyum sağlandığında, kişi hem entelektüel olarak dürüst (bilimin kanıtlarını tam olarak kabul eden) hem de ruhsal olarak tatmin olmuş (yaşamın bir anlamı ve amacı olduğuna inanan) olabilir. Artık pazar günü inandıklarıyla pazartesi günü laboratuvarda yaptıkları arasında bir "bilişsel çelişki" yaşamak zorunda kalmazlar.

Bu bütüncül bakış açısı, yaşamı her iki yönde de "derinleştirir". Bilimsel keşifler, sadece teknik başarılar olmaktan çıkar, Tanrı'nın yaratma sanatının tezahürleri olarak manevi bir ağırlık kazanır. Aynı zamanda, manevi deneyimler (dua, sevgi, ahlaki seçimler), sadece duygusal dışavurumlar olmaktan çıkar, evrenin temel yapısına (Tanrı'nın varlığı ve Ahlaki Yasa) dayanan rasyonel eylemler haline gelir. Entelektüel arayış ve ruhsal arayış, aynı hedefe, yani Hakikat'e giden iki paralel yola dönüşür.

Metnin sonundaki denizci metaforu, bu iki alanın nasıl iç içe geçtiğini özetler. Bir denizci için pusula, bilimi temsil eder; o, doğal bir yasaya (manyetizma) dayanan, yönü (Kuzey'i) gösteren güvenilir, rasyonel bir araçtır. Bilim, bize dünyanın "nasıl" işlediğini gösterir. Ancak pusula, denizciye neden yola çıkması gerektiğini veya hangi limana gitmeyi seçmesi gerektiğini söylemez. Bu "neden" ve "amaç" soruları, inanç alanına aittir. Collins'in sunduğu uyumda, pusulanın (bilim) gösterdiği yönün, o yönün ardındaki "evrensel yasanın" (inanç/Tanrı'nın iradesi) gücüyle birleşmesi, denizciye sadece yolunu bulma becerisi değil, aynı zamanda yolculuğunun anlamlı olduğuna dair sarsılmaz bir güven verir.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ANTONY FLEW'İN YANILMIŞIM TANRI VARMIŞ KİTABININ ÖZETİ-1-

                Flew, bu kitabında çocukluğundan itibaren inanç  bakımından yaşadığı tecrübelere yer vererek kısaca ateizmden teizme geçişini anlatıyor. İçinde doğduğu ailenin  Hıristiyanlığa bağlı olduğunu,  babasının vaizlik yaptığını, ayin ve toplantılara katıldıklarını bununla birlikte kendisinin dini bir feyz ve zevke almadığını ifade ediyor. Kitapta ilk önce ateizmi savunan kendi yazdığı eserlere ve onların  temel görüşleriyle bunlara verilen cevaplara  yer veriyor. Yazar, kısaca okumaları ve çalışmalarının kendisini bilimsel olarak benimsediği (öne sürülen iddianın götürdüğü yere gitmek) ilkeyle tutarlı bir biçimde yaşadığı değişimi samimiyetle anlatıyor. Kitap ayrıca ateizm konusundaki temel yaklaşımlara ana hatları ile yer veriyor. Çocukluk ve gençlik yıllarındaki Hıristiyan temelli inançlardan ateizme evirilişinin ilk adımını kötülük probleminin oluşturduğunu söylüyor. O zamanlar ailes...

Şerif Mardin’in ‘Din ve İdeoloji’ Eseri Üzerine

     Din ve İdeoloji kitabı, çapı küçük fakat içerik olarak oldukça geniş ve derin olduğu rahatlıkla söylenebilir. Efradını cami ağyarını mani bir ifade ile alanında tam bir başvuru kaynağıdır.      Yazar, ilk önce ideoloji kavramını  iki ayrı kategoride ele alıyor: Sert ideoloji ve yumuşak ideoloji. “Sert” ideolojiyle, sistematik bir şekilde işlenmiş, temel teorik eserlere dayanan, seçkinlerin kültürüyle sınırlandırılmış, muhtevası kuvvetli bir yapı kastedilirken,  “yumuşak” ideoloji ile de, kitlelerin, çok daha şekilsiz inanç ve bilişsel (cognitive) sistemleri ifade ediliyor. Yazar, ideolojiyi ise kitle toplumunun belirmesiyle beraber önem kazanan inançlar ve idare edilen”lerin arasında yaygın, yönlü, fakat sınırlı, belirsiz fikir kümeleri olarak tanımlıyor. İdeolojiler, siyasi fikir tarihi açısından  uzun zaman, insanların aklını çelen kuraldışı etkenler olarak tanımlanmıştır. [1] Yazar, bilimsellik niteliğinin üç ana...

TOKAT MERKEZDE YER ALAN DOKUZTAŞLAR MEZARLIĞINDAKİ MEZAR TAŞLARI ÜZERİNE

Kültürümüzü yansıtan en önemli unsurlardan biri mezarlardır. Mezarlar, hem etnik ve kültürel hem de dini geleneklerin harmanlandığı mekanlardır. Mezar kavramı Türkçede kabir kelimesi ile eş anlamda kullanılmasına rağmen özellikle ziyaret edilen önemli kişilerin kabirlerini (ziyaretgâh) ifade eder. Arapçada ölünün gömüldüğü yere kabir olarak ifade edilir. Bununla birlikte Türkçede mezar kelimesi kabir anlamında daha çok kullanılır olmuştur. Kabirle ilgili inançların muhtemelen tek ortak noktası ölü bedenden bir an önce uzaklaşma isteğidir. Ayrıca kabirlerin simgesel anlamı topluluğun yapısında önemli bir işlev üstlenmiştir. Kabirler bir yandan öteki dünyaya açılan kapılar, diğer yandan ölümü hatırlatan âbideler hüviyetine bürünmüştür. Tokat merkezde yer alan mezarlıklardan biri Dokuztaşlar mezarlığıdır. Bu mezarlık şehrin doğusunda Gıj Gıj Dağı eteğinde kurulmuştur. Günümüzde de kullanılan mezarlıkta az sayıda Osmanlı dönemine ait mezar taşları görülmektedir. Mezarlığ...