İçinde yaşadığımız çağı tanımlamak için tek bir kelime seçmemiz gerekseydi, bu kelime muhtemelen "gürültü" olurdu. Dijital bir kakofoninin, bitmeyen bildirimlerin, sürekli kendini ifade etme zorunluluğunun ve her an "bağlantıda kalma" telaşının tam ortasındayız. Zihnimizdeki en ufak boşlukları bile podcast’lerle, videolarla veya bitmeyen iç diyaloglarla doldurma yarışındayız; çünkü sessizlik bize tuhaf, hatta korkutucu gelmeye başladı. Modern akıl bize yıllardır aynı formülü ezberletip duruyor: Konuşmak güçtür, var olmaktır; susmak ise acizliktir, yenilgidir, yok olmaktır. Peki ya bu kabul, insanlık tarihinin en büyük yanılgısıysa? Ya asıl güç, kontrol ve bilgelik; durmaksızın konuşma yeteneğimizde değil, tam olarak ne zaman susacağımızı bilme irademizde saklıysa? Bu metin, susmanın pasif bir eylemsizlik değil, tam tersine en aktif, en stratejik ve en dönüştürücü eylem olduğunu; tarihin en dramatik anlarından birine ve modern psikolojinin derinliklerine inerek keşfetmeyi amaçlıyor.
Tarihin en sarsıcı sahnelerinden birini zihnimizde canlandıralım: Mabede adanmış, tertemiz bir kadın olan Hz. Meryem, uzun bir ayrılıktan sonra kucağında babasız bir bebekle kavminin karşısına çıkıyor. Bu sahne, sıradan bir eve dönüş değil; toplumsal aklın, ahlaki normların ve önyargıların iflas ettiği, kelimelerin hükmünü yitirdiği bir kriz anıdır. Karşısında, hangi mantıklı açıklamayı yaparsa yapsın, hangi biyolojik veya teolojik kanıtı sunarsa sunsun ona inanmayacak öfkeli bir kalabalık vardır. Modern insanın refleksi bellidir; böyle bir durumda çırpınmak, kendini aklamaya çalışmak, sesini yükseltmek ve gürültüye daha büyük bir gürültüyle karşılık vermek ister. Ancak İlahi irade, Meryem’e tarihin gördüğü en radikal ve paradoksal kriz yönetimi stratejisini emreder: "Susma Orucu".
Kur'an-ı Kerim'de Meryem Suresi'nde geçen "Bugün hiçbir kimseyle konuşmayacağım" ifadesi, sadece bir ibadet biçimi değil, çok katmanlı bir stratejinin ilanıdır. Meryem’in susması, aslında faydasız bir savaş alanını terk etme bilgelidir; çünkü sizi anlamamaya yemin etmiş bir güruha laf anlatmaya çalışmak, hakikatin enerjisini israf etmektir. O, susarak o zehirli tartışma zeminini reddetmiş, dışarıdan gelen iftiraların ve yargılamaların ruhsal bütünlüğünü parçalamasına izin vermeyen psikolojik bir kalkan örmüştür. Ancak bu sükûtun en çarpıcı yönü "vekâletin devri"dir. Meryem, savunma makamını kendi aciz egosundan ve sınırlı kelimelerinden alıp, Mutlak Güç’e devretmiştir. O, "Ben susuyorum ki Hakikat konuşsun" dediği anda, beşikteki bebek dile gelmiş ve mucize gerçekleşmiştir. Meryem’in sükûtu, "Benim savunmam kelimelere sığmaz" demenin eyleme dökülmüş halidir; gürültünün ortasında sükûneti seçerek gürültüyü mağlup etmektir.
Kamerayı teolojik düzlemden modern insanın ruhsal haritasına, Carl Gustav Jung’un psikoloji laboratuvarına çevirdiğimizde de karşımıza aynı "susma" zorunluluğu çıkar. Jung’a göre modern insanın trajedisi, Hz. Meryem’in karşısındaki o dış kalabalıktan farksız bir "iç gürültüye" sahip olmasıdır. Zihnimizde sürekli konuşan, toplumun beklentilerine göre şekillenen "Persona" (maskemiz) ve kontrolü elinde tutmak isteyen "Ego", öylesine büyük bir gürültü koparır ki; asıl kimliğimizi, ruhumuzun merkezindeki "Kendilik"i duyamaz hale geliriz. Jung, bu içsel gürültüyü susturmadan kişinin kendi hakikatine ulaşamayacağını savunur. Hatta bu teorisini bizzat yaşamak için İsviçre’de elektriği ve suyu olmayan, taştan örülmüş Bollingen Kulesi’ni inşa etmiş; burada günlerce kimseyle konuşmayarak modern dünyanın frekansını kapatmıştır.
Jung’un "Gece Denizi Yolculuğu" olarak adlandırdığı süreç, tam da bu sessizliğin zirvesidir. İnsan hayatında yaşanan büyük krizler, depresyonlar veya çöküşler, aslında ruhun "Sus!" komutudur. Ego çaresiz kaldığında ve eski yöntemler işe yaramadığında, kişi içine kapanır. Toplum bu sessizliği korkutucu bulup kişiyi hemen "konuşturarak" iyileştirmeye çalışsa da, Jung’a göre o karanlık ve sessiz mağarada kalmak, ruhun kendini yeniden doğurması için tek yoldur. Çünkü onun meşhur ifadesiyle; "Dışarı bakan rüya görür, içeri bakan uyanır." Dışarı bakmak gürültüye karışmaktır, uyanmak ise ancak Meryemce bir sükûnetle içeriye dönüldüğünde mümkündür. Hz. Meryem dışarıdaki kalabalığa susarak mucizeye yol açmış, Jung ise içerideki kalabalığa susarak "Bireyleşme" dediğimiz ruhsal bütünlüğe kapı aralamıştır.
Bu derin sükût hali, aslında insanlık tarihinin tüm bilgelik okullarında yankılanan evrensel bir erdemdir. Stoacı filozoflardan Zen ustalarına kadar hakikat arayışındaki herkes, zihni bir "geveze maymuna" benzetmiş ve bilgeliğin ancak bu maymun sustuğunda başlayacağını söylemiştir. Stoacılar dışsal kaosa karşı içsel sükûneti korumayı en büyük güç sayarken, Wittgenstein gibi dil filozofları "Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı" diyerek dilin ve mantığın sınırlarını çizmiştir. Hepsinin ortak paydası şudur: Hakikat, kelimelerin bittiği yerde başlar. Meryem’in mucizesi mantıksal dilin sınırlarının ötesindeydi, Jung’un "Kendilik" tecrübesi kelimelere dökülemezdi; bu yüzden tek geçerli yol susmaktı.
Sonuç olarak, bugün sürekli konuşmaya, yorum yapmaya, her şeye cevap vermeye ve varlığımızı gürültüyle kanıtlamaya zorlandığımız bir dünyada, asıl devrim "susma hakkımızı" kullanabilmektir. Hz. Meryem’in sükûtu çaresizlikten değil mutlak bir güvenden, Jung’un sükûtu ise kaçıştan değil derin bir keşif arzusundan kaynaklanıyordu. Sizi anlamayanlara karşı susmak enerjinizi korumaktır; bir kriz anında paniğe kapılmayıp susmak zekânıza nefes aldırmaktır; zihninizdeki geveze egoyu susturup içimize bakmak ise kim olduğumuzu hatırlamaktır. Unutmamalıyız ki sessizlik bir boşluk değildir; sessizlik, kelimelerin boğduğu hakikatin nefes aldığı yerdir. Bazen hayata ve insanlara verilebilecek en güçlü cevap, en sarsıcı çığlık; sağır edici, asil bir sükûttur.
Yorumlar
Yorum Gönder