Yanılsamanın Cazibesi ve Hakikatin Soğuk Yüzü
Yanılsama hiçbir zaman sert ve saldırgan bir şekilde gelmez; aksine insanın en kırılgan zamanlarında, içini ısıtan bir ışık gibi görünür. “İyilik”, “adalet”, “dava”, “emanet”, “kutsal amaç” gibi kelimelerle süslenmiş bu ilk temas, insanın yıllardır aradığı anlam boşluğuna bir damla su gibi düşer ve ruhunda ansızın bir ferahlık yaratır. İnsanın sıradanlığından duyduğu sıkıntı, hayata dair hissettiği yetersizlik, geleceğin belirsizliği ve faniliğin soğukluğu bir anda önemini kaybeder; çünkü büyük bir hikâyenin parçası olduğunu düşünmek tüm bu korkuları bastırır. İnsan, kendisine sunulan bu yolculuğun aslında göğe açılan bir merdiven olduğuna inanır ve merdivenin ilk basamağına çıktığında, kendisini uzun zamandır hissetmediği bir değerli olma duygusunun içinde bulur. Bu ilk sarhoşluk hâli o kadar güçlüdür ki, birey farkında olmadan eleştirme yeteneğini, sorgulama refleksini ve bağımsız düşünme kapasitesini kenara bırakır; çünkü artık o sadece kendisi değildir, daha büyük, daha kutsal ve daha yüksek bir planın küçük ama önemli bir parçasıdır. İşte yanılsamanın en tehlikeli yanı da budur: İnsanı önce yüceltir, ardından o yüceliği bir zincire çevirir; böylece bireyin ruhunda tatlı bir teslimiyet ve fark edilmesi güç bir esaret başlar. Bu esaret, bireyin ahlaki denetimini "yatay" düzlemden (insan insana, hukuki ve şeffaf ilişkiler) koparıp, denetlenemez bir "dikey" düzleme (liderin rüyaları, hikmetleri ve sorgulanamaz otoritesi) taşımasıyla perçinlenir. Artık akıl ve vicdan, yerini "hikmetinden sual olunmaz" bir itaate bırakmıştır; zira kişi, parçası olduğu yapının yanlış yapmayacağına, yapsa bile bunun "büyük bir planın" anlaşılmaz bir parçası olduğuna kendini inandırmıştır.
Bu büyük ve ışıltılı anlatının içine yerleşen birey, zamanla yapının kendi bekasını sağlamak adına başvurduğu "küçük" ahlaki sapmaları görmezden gelmeye, hatta bunları "kutsal amaç" uğruna meşrulaştırmaya başlar. Başlangıçta masum bir fedakârlık veya stratejik bir hamle gibi sunulan eylemler, zamanla yapının savaştığı "öteki"ne dönüşmesine, yani canavarla mücadele ederken bizzat canavara benzemesine yol açar. Zihin, Christopher Bollas’ın "bölme" (splitting) dediği mekanizmayı devreye sokar; yapının vitrindeki "iyilik, eğitim, güzellik" söylemini aydınlık bir odada tutarken, arka planda işleyen "fişleme, soru çalma, kumpas ve güç zehirlenmesi" gibi karanlık gerçekleri zihnin "çöplük" olarak adlandırılan arka odasına atar. Bu inkar süreci, bireyin konforunu korur; çünkü gerçeği görmek, inşa ettiği tüm kimliğin yıkılması demektir. Yapının elitleri ve stratejistleri, tabandaki bu saf ve idealist kitleyi, kendi iktidar oyunlarında bir "kaynak havuzu" olarak görmeye başlar. Vitrinde "altın nesil" yetiştirme ideali pazarlanırken, arka planda "amaç için her yol mubahtır" diyen makyavelist bir çark döner. İdealist birey, kendi varlığını "dava" için feda ettiğini sanırken, aslında tepedeki dar bir oligarşinin, şeffaf olmayan ve hesap vermeyen o "amorf" yapının stratejik hamlelerinde bir piyon, bir "canlı kalkan" veya finansal bir dolgu malzemesi olarak araçsallaştırıldığını fark edemez.
Nihayetinde, büyük kriz anları ve tarihsel kırılmalar yaşandığında, o "bölme" duvarı yıkılır ve zihnin arka odasına atılan tüm çelişkiler bir anda bireyin üzerine hücum eder. İdealist birey için "uyanış", sadece dışarıdan gelen bir saldırıyla değil, içeriden gelen ve yıllarca güvendiği o "baba" figürünün, o "kutsal yapının" ihanetiyle yüzleşmekle başlar. En güvendiği abilerin, en mahrem sırlarını bildiği yapıların, aslında kendisini bir dosya numarasına, bir istatistiğe veya harcanabilir bir "zayiat"a indirgediğini görmek, ontolojik bir yıkım yaratır. "Biz dünyayı kurtaracaktık, meğer kendimiz kirlenmişiz" itirafı, idealist bir rüyadan, acı verici ama özgürleştirici bir "realist" zemine düşüşü simgeler. Bu süreçte birey, mağduriyetin arkasına saklanarak sorumluluktan kaçan liderlik ile kendi vicdanı arasında sıkışır. Artık anlamıştır ki; şeffaf olmayan, hesap vermeyen, liderini ve yapısını kutsallaştıran hiçbir hareket, nihayetinde kendi çocuklarını yiyen bir mekanizmaya dönüşmekten kurtulamaz. Bu travmatik uyanış, bireyi "büyük anlatıların" sarhoşluğundan kurtarıp, hakikatin çıplak, sert ama onurlu yalnızlığına, yani "birey olmaya" davet eder
2. İdealist Ruhun Psikolojisi
İnsanın iç dünyasında yankılanan “Ben kimim ve neden buradayım?” sorusu, çoğu zaman faniliğin ve sıradanlığın soğuk duvarlarına çarparak geri döner; işte idealizm tam da bu noktada, o soğuk duvarları süsleyen ışıltılı bir perde gibi devreye girer. Kişi, biyolojik bir bedene hapsolmuş sıradan bir fani olmanın yükünü, tarihin akışını değiştirecek "seçilmiş" bir grubun parçası olduğuna inanarak hafifletir; bu, sadece bir kaçış değil, varoluşsal kaygıya karşı geliştirilen büyüleyici bir savunma mekanizmasıdır. Bu büyük anlatıya dahil olduğunda, artık tesadüfen doğmuş biri değil, "altın bir çağ"ın mimarı, insanlığı kurtaracak ulvi bir senaryonun vazgeçilmez başrol oyuncusudur. Bu his öylesine güçlü bir narsisistik tatmin sağlar ki, birey aslında bir başkası tarafından kandırılmaktan ziyade, kendi içindeki "aldanma ihtiyacı"nı doyurur; çünkü hakikatin çıplak yüzü yerine, bu görkemli rüyanın içinde "önemli biri" olarak kalmayı arzular.
Bu tatlı sarhoşluk hali yerleştikçe, bireyin zihni ve vicdanı, fark ettirmeden "yatay" düzlemden "dikey" düzleme doğru tehlikeli bir geçiş yapar. Normal şartlarda insanlar arasındaki dürüstlük, şeffaflık ve hukuk gibi denetlenebilir yatay ilişkiler esas olmalıyken; bu yapı içerisinde liderin rüyaları, kerametleri ve sorgulanamaz emirleriyle örülü dikey bir itaat zinciri her şeyin önüne geçer. Zihin, Christopher Bollas'ın "bölme" dediği o savunma mekanizmasını çalıştırır: Yapının vitrinindeki iyilik, fedakârlık ve güzellik hikayelerini baş tacı ederken; içeride dönen soru çalmalar, fişlemeler, kumpaslar veya liderliğin lüksü gibi rahatsız edici gerçekleri zihnin karanlık bir "çöplüğüne" atıp kilitler. Artık liderin veya yapının hatası, bir hata olarak değil, anlaşılması zor bir "hikmet" veya "stratejik bir zorunluluk" olarak görülür; birey kendi aklını ve ahlaki pusulasını, "büyüklerin hesabını biz bilemeyiz" diyerek gönüllü olarak askıya alır. Böylece, en masum niyetlerle çıkılan yol, eleştirel aklın susturulduğu ve vicdanın kolektif bir iradeye devredildiği bir itaat makinesine dönüşür.
Ancak her büyük yanılsama, eninde sonunda gerçeğin sert kayasına çarpmaya mahkumdur; idealist rüyanın sonu, çoğu zaman yapının bizzat savaştığı "canavara" dönüştüğünün fark edilmesiyle gelen travmatik bir uyanıştır. "Amaç için her yol mubahtır" anlayışıyla hareket eden ve şeffaflıktan uzaklaşan bu "amorf" yapı, kriz anlarında kendi bekasını korumak için en sadık tabanını bile bir yakıt gibi harcamaktan, onları birer "canlı kalkan" veya "istatistik" haline getirmekten çekinmez. İhanet dışarıdan değil, bizzat içerideki "baba" figüründen, o çok güvenilen "abi"lerden geldiğinde, zihnin arka odasına atılan tüm o bastırılmış şüpheler bir anda geri döner ve "bölme" duvarı yıkılır. Bu noktada yaşanan acı, sadece bir hayal kırıklığı değil, ontolojik bir yıkımdır; fakat aynı zamanda "idealist" bir körlükten, hakikati talep eden "realist" bir birey olmaya geçişin de doğum sancısıdır. Artık birey için tek geçerli ilke şudur: Şeffaf olmayan, hesap vermeyen ve insanı "büyük dava" uğruna araçsallaştıran hiçbir yapının gölgesine sığınmamak.
3. Dikey İlişkilerin Mimarlığı
İlişkilerin doğallığını yitirip şekil değiştirmesi, kapalı yapıların en belirgin ve en tehlikeli dönüşüm sürecidir; bu süreçte sağlıklı, denetlenebilir ve eşitlikçi olan "yatay ilişkiler" sessizce rafa kaldırılır ve yerini, sorgulanması teklif dahi edilemeyen metafizik bir "dikey ilişki" ağına bırakır. Normal bir toplum düzeninde bireyler birbirlerini dürüstlük, liyakat ve hukuka uygunluk gibi somut kriterlerle değerlendirirken, bu piramidal yapının içinde ölçütler tamamen değişir; kişinin değeri, liderle kurduğu iddia edilen ve asla teyit edilemeyen manevi yakınlık veya "dikey irtibat" ile ölçülmeye başlanır. Hiyerarşinin tepesindeki figür, tüzükler veya kurallarla seçilmiş bir yönetici olmaktan çıkarak, rüyalarla mesaj aldığına, meleklerle istişare ettiğine veya ilahi bir kaynaktan beslendiğine inanılan, yarı-tanrısal bir "seçilmişe" dönüşür. Bu dönüşüm, lideri insani hataların ve hukuki denetimlerin ulaşamayacağı steril bir gökyüzüne hapseder; artık onun eylemleri, yereryüzünün yasalarıyla değil, sadece kendisinin bildiği göksel referanslarla tartılır hale gelir.
Liderlik makamı bu şekilde "kutsallık zırhına" büründürüldüğünde, yapının işlediği suçlar veya yaptığı bariz hatalar, taban için anlaşılması zor birer "hikmet" halesini alır; akıl ve vicdanın reddedeceği her eylem, bu soyut kavramların ardına gizlenerek ustaca rasyonalize edilir. Liderin ticari bir başarısızlığı, siyasi bir kumpası veya ahlaki bir sapması, asla çıplak gerçeğiyle görülmez; bunlar ya "büyük bir imtihan", ya anlaşılması zaman alacak bir "sır", ya da düşmanı şaşırtmak için uygulanan dahiyane bir "tedbir" olarak sunulur. Eğer ortada bir yanlışlık varsa, bu asla liderden kaynaklanmaz; dogmatik bir savunma mekanizmasıyla ya "liderin etrafındaki kötü çevrenin" işgüzarlığıdır ya da liderin "kandırılmış" olmasıdır. Bu mekanizma, lideri sürekli olarak masumiyet karinesinin zirvesinde tutarken, tabanı sürekli bir suçluluk ve yetersizlik hissine hapseder; çünkü birey, liderin o "derin hikmetini" anlayamadığı için sorunu daima kendi sığlığında arar.
Zamanla bu dikey itaat kültürü, aklın iptal edildiği ve vicdanın kolektif bir iradeye devredildiği "amorf" (şekilsiz) ve denetlenemez bir yapı üretir. Birey, gözlerini sürekli gökyüzüne, yani liderin dudağından dökülecek "ilahi işaretlere" bakmaya alıştırıldığı için, ayağının altındaki zeminde gerçekleşen hukuksuzlukları, fişlemeleri veya haksızlıkları göremez hale gelir. Zihinsel bir "bölme" (splitting) yaşanır; liderin vitrindeki kusursuzluğu ile arka plandaki karanlık pratikler birbirinden tamamen ayrıştırılır ve rahatsız edici gerçekler zihnin "çöplüğüne" atılarak yok sayılır. Bu körleşme, yapının en tehlikeli altyapısıdır; çünkü sorgulama yeteneğini yitirmiş, sadece "emredileni yapmaya" odaklanmış ve her türlü ahlaki sapmayı "kutsal dava" adına meşru gören bir kitle, artık yönetilmesi en kolay ama frenlenmesi en zor güce dönüşmüştür.
4. İçten Çürümenin Anatomisi
Güç, herhangi bir denetim mekanizmasıyla sınırlandırılmadığında, doğası gereği bulunduğu kabı içten içe çürüten sinsi bir virüse dönüşür; ancak bu çürüme hiçbir zaman gürültülü bir çöküşle başlamaz, aksine “en masum günahlar” olarak adlandırılan sessiz kabullerle filizlenir. Başlangıçta “dava adına”, “zorunluluktan” veya “stratejik bir hamle” kılıfıyla meşrulaştırılan küçük yalanlar ve taktiksel sapmalar, yapının ahlaki bağışıklık sistemini yavaş yavaş felç eder. İdealist taban, “vardır bir bildikleri” diyerek veya “kol kırılır yen içinde kalır” mantığıyla eleştirel aklını devre dışı bıraktıkça, bu küçük çatlaklar zamanla devasa bir ahlaki uçuruma dönüşür. Bir zamanlar vicdanı sızlatan “usulsüzlükler”, zamanla yapının hayatta kalma refleksi haline gelir ve “gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklendiği” için, sonraki tüm adımlar kaçınılmaz bir yozlaşma zincirini besler.
Bu kontrolsüz büyüme evresinde, yapının içinde gücü tekeline alan elit bir kadro, yani “şer şebekesi” veya oligarşik bir zümre, kendini tabanın ve kuralların üzerinde, dokunulmaz bir “üst akıl” olarak konumlandırmaya başlar. Liderin “emanetçileri” veya “sırdaşları” olarak görülen bu imtiyazlı sınıf, şeffaflıktan uzak, hesap vermeyen ve tanımlanamayan “amorf” (şekilsiz) bir iktidar alanı inşa eder. Artık yapının içinde liyakat, adalet veya dürüstlük değil; bu dar oligarşiye duyulan kör sadakat ve çıkar ilişkileri geçer akçe haline gelir. Taban, bu kişileri “adanmış ruhlar” sanarak onlara mutlak bir itaatle bağlanırken; tavan, tabanı kendi stratejik oyunlarında kullanılacak birer “kaynak” veya “kalkan” olarak görmeye başlar. Yapı büyüdükçe, içeriden yükselebilecek her türlü “iç ses” veya vicdani itiraz, “fitne” ya da “takoz” denilerek susturulur ve tasfiye edilir; böylece çürüme, sessizliğin konforunda kök salarak görünmez bir imparatorluk kurar.
Nihayetinde ortaya çıkan tablo, dışarıdan bakıldığında göz kamaştıran bir “iyilik vitrini”, içeriden bakıldığında ise soğuk ve gri bir “çıkar mekaniği”dir. İdealizm, artık sadece dış dünyaya pazarlanan, yeni insan kaynağı devşirmek ve meşruiyet sağlamak için kullanılan parlak bir ambalaja dönüşmüştür. Gerçekte ise o ambalajın altında; kürsülerde anlatılan ahlakla taban tabana zıt, kapalı kapılar ardında bambaşka bir dilin konuşulduğu, gücün ve paranın hüküm sürdüğü ikiyüzlü bir çark dönmektedir. Yapı, varlığını sürdürebilmek için yalan söylemeyi, manevra yapmayı ve hileli ilişkiler kurmayı “üstün bir akıl” zannederken; aslında savunduğunu iddia ettiği tüm değerlerin içini boşaltmış, geriye sadece güce tapan ve o gücü kaybetmemek için her şeyi mübah gören bir kabuk bırakmıştır.
İdealizmin en ağır bedeli, çoğu zaman savaş meydanlarında değil, bir banka şubesinin önündeki o soğuk bekleyişte ödenir. Yıllarca “adalet”, “hizmet” ve “kutsal dava” kavramlarıyla ruhunu besleyen idealist birey, yapının “banka bizim namusumuzdur” çağrısına bir emir gibi değil, bir varoluş refleksiyle karşılık verir. Evinin tapusunu, arabasının anahtarını, çocuklarının geleceğini o banka gişesine bırakırken hissettiği şey, sadece bir finansal işlem değil, aidiyetinin en somut ispatıdır. Ancak bankanın çöküşüyle birlikte gelen ekonomik iflas, itibar kaybı ve meslekten ihraç edilme süreçleri, asıl büyük yıkımın yanında sönük kalır. Çünkü asıl yıkım, o soğukta bekleyenlerin “kefen paralarını” yatırdığı saatlerde, yapının tepesindeki elitlerin ve “mahrem” sırdaşların, içeriden aldıkları bilgilerle (insider trading) kendi varlıklarını kurtardığını, hatta krizden servet devşirdiğini öğrenmesiyle yaşanır. İdealist bireyin zihninde yankılanan “Ben iyilik ve insanlık için her şeyimi verdim; peki onlar ne için çalıştı?” sorusu, sadece bir hayal kırıklığı değil, yüreğinin temizliğinin kirli bir çıkar çarkında nasıl öğütüldüğünü fark etmenin getirdiği ontolojik bir çöküştür.
Benzer bir ihanet sarmalı, dijital dünyanın sessiz koridorlarında, üniversite sıralarındaki masum bir gencin telefonuna inen o uygulamayla yaşanır. “Manevi abla” veya “abilerin” güven telkin eden tavsiyeleriyle yüklenen bu uygulama, o genç için dua paylaşılan, ayetlerin okunduğu ve manevi sohbetlerin yapıldığı zararsız bir “dijital oda”dan ibarettir. Ancak devletin kayıtlarında bu masum oda, karanlık ve gizli bir örgütün iletişim ağı olarak kodlandığında, gencin hayatı bir anda “terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla altüst olur. Trajedinin en can yakıcı kısmı, hukuki cezadan ziyade, o uygulamayı "maneviyat" adına tavsiye edip yükletenlerin çoktan yurt dışına kaçmış olması ve güvenli evlerinde yaşamaya devam etmesidir. Liderlik, kendi elit kadrosunu ve mahrem imamlarını gizlemek için tabandaki bu masum gençleri “çokluk içinde kaybetme” stratejisiyle birer “canlı kalkan” veya “dijital dolgu malzemesi” olarak kullanmıştır. Bu durum, yapının tabanını “harcanabilir” bir kaynak olarak gördüğünün en somut, en acı ve en affedilemez kanıtı olarak idealist ruhun üzerinde kapanmaz bir yara açar.
7. İhanetin Sessiz Mimarisi
Kapalı ve hiyerarşik yapıların en karanlık sırrı, tabanını bireylerden oluşan bir topluluk olarak değil, stratejik hedefler uğruna kullanılıp atılabilecek bir “fonksiyon” veya sonsuz bir “kaynak havuzu” olarak görmesidir. Bu zihniyet, ihanetin görünmez ama son derece sistematik mimarisini oluşturur; burada birey, kendi ismi, hayalleri ve biricikliği olan bir insan olmaktan çıkarılarak, “nefer”, “fedai”, “adanmış ruh” veya “kıta” gibi militarist ve insansızlaştırıcı kavramların ardına gizlenmiş birer istatistiğe dönüştürülür. Liderlik katı için taban, gerektiğinde harcanabilir, gerektiğinde yedeklenebilir ve kriz anlarında gözden çıkarılabilir bir yakıttır; bu araçsallaştırma, yapının bekası söz konusu olduğunda en sadık üyelerin bile tereddütsüzce feda edilmesini meşru kılan soğuk bir stratejik aklın ürünüdür.
Kriz dönemleri, bu ihanet mimarisinin en acımasız yüzünü gösterdiği anlardır; yapı, kendi elit kadrosunu, stratejistlerini ve mahrem sırlarını taşıyan "beyin takımını" güvenli limanlara çekerken, tabanı bilinçli bir şekilde ateşe atar. Bu süreçte devreye giren en güçlü silah ise duygusal manipülasyondur. Tabanın yaşadığı acılar, hapislikler ve kayıplar, liderlik tarafından "şehadet", "imtihan", "kader planı" veya "yolun kaderi" gibi kutsal kavramlarla ambalajlanarak sunulur. Bu teolojik kamuflaj, acı çeken kitlelerin sorgulama yetisini felç eder; birey, aslında bir stratejik hamlenin kurbanı olduğunu, bir "canlı kalkan" olarak kullanıldığını fark etmek yerine, yaşadığı trajediyi manevi bir rütbe, uhrevi bir kazanç olarak görmeye şartlandırılır. Böylece insanlar, hem yanıp kül olurken hem de kendilerini yakan yapıya sadakatle bağlı kalmaya devam ederler.
Gerçekte yaşanan ise, tabanın göz göre göre ve soğukkanlılıkla ateşe atılmasıdır; bu ateşin içinde yananlar, stratejik kararları alanlar veya "borsada oynayanlar" değil, her zaman en öndeki, en saf ve en habersiz kitlelerdir. "Çokluk içinde gizlenme" taktikleriyle, mahrem yapıların işlediği suçların veya yasa dışı faaliyetlerin faturası, hiçbir şeyden haberi olmayan, sadece dua etmek veya sohbet etmek amacıyla orada bulunan masum insanlara kesilir. Murat gibi banka kuyruğunda bekleyenler veya Zehra gibi telefonuna sadece manevi bir uygulama indirdiğini sananlar, bu devasa ihanet çarkının dişlileri arasında ezilirken; onları oraya sürenler, yarattıkları kaosun dumanı altında izlerini kaybettirirler. Bu, bir yapının kendi çocuklarını yiyerek hayatta kalma stratejisinin en trajik özetidir.
Yapının çöküşü ya da büyük bir krizin patlak vermesi, sadece dışsal bir yıkım değil, asıl olarak zihinsel bir barajın, psikanalitik tabirle o kalın “bölme” (splitting) duvarının gürültüyle yıkılmasıdır. Yıllarca “kol kırılır yen içinde kalır” diyerek veya “vardır bir bildikleri” tesellisiyle zihnin en karanlık arka odalarına, o “çöplüğe” atılan tüm rahatsız edici anılar, şüpheler ve çelişkiler, artık kapıların tutulamaz hale gelmesiyle bir sel gibi bilince hücum eder. İdealist birey, o güne kadar “kutsal ve kusursuz” bildiği yapının aydınlık yüzüyle, “karanlık ve kirli” pratiklerini birbirinden ayrı tutmayı başarmıştır; ancak bardağı taşıran son damla düştüğünde, zihin artık bu iki zıt gerçekliği bir arada tutamaz ve büyük bir patlama yaşanır. Bu an, bastırılanın geri dönüşüdür; geçmişte görmezden gelinen o tuhaf telefon konuşması, sınav sorularının el altından verilmesi veya “manevi abilerin” ticari kurnazlıkları gibi detaylar, artık birer “flashback” halinde ve tüm çıplaklığıyla sahneye geri döner.
Bu geri dönüşle birlikte birey, ilk kez liderinin ve ait olduğu yapının “insanüstü” maskesinin ardındaki o soğuk, hesapçı ve acımasız yüzle, yani kendi elleriyle beslediği “canavar”la karşılaşır. Yıllarca “dış güçlerin komplosu” veya “zalimlerin iftirası” diyerek reddettiği gerçekler, artık inkar edilemez bir netlik kazanır; “adalet” beklerken nasıl bir haksızlık çarkının parçası olduğunu, “liyakat” derken nasıl bir kayırmacılık ağının içinde yer aldığını dehşetle fark eder. Bu fark ediş, sadece bir hayal kırıklığı değil, ontolojik bir depremdir; çünkü kişi, ömrünü, gençliğini ve en saf duygularını adadığı o “büyük hikâyenin” aslında bir masaldan, hatta kötü kurgulanmış bir yalandan ibaret olduğunu anlar. “Biz dünyayı kurtaracaktık” sanrısı yerini “meğer biz sadece birilerinin iktidar basamağıymışız” gerçeğine bırakır; vitrindeki o ulvi amaçların arkasında, tabanı “canlı kalkan” yapıp kendi konforunu düşünen elitlerin pragmatizmini görmek, ruhu onulmaz bir şekilde yaralar.
Yaşanan bu travma, sadece zihinsel bir sarsıntıdan ibaret kalmaz; bedensel ve ruhsal bir enkaza dönüşerek bireyin tüm hayatını kuşatır. Uykusuzluk nöbetleri, sebepsiz panik ataklar, sürekli tetikte olma hali ve derin bir suçluluk duygusu, “kandırılmış” olmanın ötesinde “kullanılmış” ve “nesneleştirilmiş” olmanın getirdiği ağır bir yüktür. İnsan, aynaya her baktığında “Ben bunu nasıl göremedim?” sorusuyla kendini yargılar; en güvendiği limanın aslında en tehlikeli fırtınanın merkezi olduğunu anlamak, güven duygusunu kökünden sarsar. Bu dönem, idealist bir rüya aleminin konforundan, hakikatin acı verici çölüne, yani “realist” bir birey olmaya doğru atılan ilk, en zorlu ve en sancılı adımdır. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır; çünkü masal bitmiş, ışıklar yanmış ve sahnedeki aktörlerin makyajı akmıştır.
Travmatik bir uyanışın ardından gelen süreç, sadece bir hayal kırıklığının değil, kişinin kendi benliğinin enkazı altından "realist" bir kimlikle yeniden doğuşunun sancılı hikâyesidir. İdealist birey, yıllarca "kutsal" atfettiği yapının çatlaklarından sızan gerçeği gördüğünde, en büyük hesaplaşmayı yapısıyla değil, aynadaki yüzüyle yaşar: "Ben bu masala nasıl inandım?" sorusu, egoyu yerle bir eden ama aynı zamanda özgürleştiren en ağır balyozdur. Bu yüzleşme olmadan gerçekleşecek her değişim eksiktir; çünkü kişi bu eşikte iki uçuruma savrulma riskiyle karşı karşıyadır: Ya "herkes kötüdür" diyerek sinik bir güvensizlik zindanına hapsolur ya da acıdan ders çıkararak temkinli, sorgulayan ve ahlaki bir zemin inşa eder. Realizme giden bu yol, konforlu bir rüya alemi değildir; aksine sürekli gözlem yapmayı, liderlerin "rüyalarına" veya "manevi vaatlerine" değil, ortaya koydukları somut davranışlara ve sonuçlara bakmayı gerektirir. Artık "niyet" değil, "meyve" esastır; çünkü idealist uykusunda niyetlerin masumiyetine sığınan birey, realist uyanışında eylemlerin bedelini ödemeyi öğrenmiştir.
İdealizmin o gürültülü ve kalabalık dünyası çöktüğünde geriye kalan sessizlik, bir yas alanı gibi görünse de aslında bireyin kendi parçalarını topladığı devasa bir şantiyedir. Güven duygusu yerle bir olmuş, inanç sistemi suiistimal edilmiştir; bu yüzden iyileşme süreci, eski alışkanlıkların, gizlilik kültürünün ve "bizden olanı kayırma" refleksinin terk edilmesini zorunlu kılar. Burada ilahi olanla insani olanın, din ile mitolojinin birbirinden ayrıştırılması hayati bir önem taşır; birey, insan eliyle üretilmiş, liderleri yarı-tanrılaştıran ve "sır" adı altında denetimsizliği kutsayan o mitolojik anlatıları reddederek, daha sade, daha şeffaf ve akılcı bir inanç zemini kurar. Şeffaflık, bu yeni dünyanın en temel anayasasıdır; çünkü geçmişte yaşanan büyük istismar, tam da kapalı kapılar ardındaki "hesap vermezlik"ten beslenmiştir. Artık sadakat şahıslara veya cemaatlere değil, evrensel ahlaki ilkelere ve vicdana duyulur; iyileşme, sadece suçluları affetmekle değil, insanın kendi zaaflarını tanıması ve bir daha asla "aklını kiraya vermemesi" ile mümkündür.
Nihayetinde masalın bittiği ve ışıkların yandığı o an, hakikatin yakıcı ama bir o kadar da sağaltıcı yüzüyle karşılaşma anıdır. Bu yüzleşme acıtır, insanı kendi karanlığıyla, geçmişte sessiz kaldığı haksızlıklarla burun buruna getirir; ancak ruhun özgürleşebileceği tek kapı da burasıdır. Bu büyük yanılsamanın kurbanları, yaşadıkları trajediyi sadece bir yenilgi olarak değil, toplumsal bir hafızanın inşası olarak görmelidir; çünkü onların ödediği bedeller, gelecekte aynı hataların tekrarlanmaması için tarihe düşülmüş en sahici notlardır. Tarih, insanların ışıltılı yalanlara ve "büyük kurtuluş" vaatlerine ne kadar kolay kandığını, ancak gerçeğin her zaman en son ve en sabırlı öğretmen olduğunu defalarca kanıtlamıştır. Bu yüzden, "dava", "misyon" veya "liderlik" gibi süslü kavramların büyüsünden sıyrılıp hakikate sadık kalmak, artık bir tercih meselesi değil, insanın onurunu koruyabilmesi için varoluşsal bir mecburiyettir
Yorumlar
Yorum Gönder