Özet
Post-truth (hakikat sonrası) çağda, “yalan” bütünüyle kaybolmuyor; aksine hakikatin dilini ve biçimini ödünç alarak çok daha etkili, çok daha duygusal formlarda karşımıza çıkıyor. Siyasî alanda “sahte haber” (fake news) olarak tartışılan bu olgu, dinî alanda da karşımıza “mucizevî zincir mesajlar”, “tıklanma garantili dualar”, “bir defa okuyana on bin melek” vaadeden rivayetler şeklinde çıkıyor. Bu makale, klasik dönem İslâm toplumlarında görülen kıssacı/kassas tipini ve mevzû rivayet olgusunu, post-truth çağın zihniyeti ve dijital kültürün imkânlarıyla yeniden okuyarak, günümüzün WhatsApp, Telegram, Instagram gibi mecralarında ortaya çıkan fenomeni “sanal kassaslık” kavramıyla anlamaya çalışmaktadır. Bu bağlamda Walter Ong’un sözlü-yazılı kültür ayrımı ve “ikincil sözlülük” kavrayışı, Baudrillard’ın simülasyon ve hiper-gerçeklik analizleri, Pascal’ın “kumar” metaforu ve İbn Haldun’un haber tenkidi yaklaşımı, modern uydurma rivayetlerin mantığını çözmeye yarayan teorik araçlar olarak kullanılmaktadır.
Çalışma, nitel ve yorumlayıcı bir çerçeveye sahiptir; metin analizine, klasik hadis ve tarih literatürüne, güncel sahte haber ve post-truth tartışmalarına dayanır. Mevzû hadisler ile sahte haber literatürü arasındaki paralellikleri gösteren yeni çalışmalar (Karaaslan–Yılmaz), dijital ortamda uydurma hadislerle mücadeleye odaklanan makaleler (Seyhan), sosyal medyada hadis kullanımını inceleyen araştırmalar (Recep Emin Gül) ve post-truth kavramını din sosyolojisi açısından yorumlayan kuramsal metinler ile yalan haberin Suriyeli mülteciler örneğindeki işleyişini analiz eden iletişim araştırmaları makalenin literatür zeminini oluşturur. Bu zemin üzerine inşa edilen katkı ise şudur: Klasik kassaslık mirasını, sanal kassaslık ve hiper-hadisler üzerinden bugünle ilişkilendirmek; zincir mesajların psikolojik cazibesini Pascal’ın kumarı ve grup psikolojisiyle açıklamak; son olarak da İslâm ilim geleneğindeki haber tenkidi birikimini “dijital cerh ve ta‘dil” adıyla güncel bir medya okuryazarlığı etiketi olarak teklif etmek.
Anahtar Kelimeler: Hadis, mevzû rivayet, post-truth, sahte haber, sosyal medya, kassas, simülasyon, ikincil sözlülük, Pascal’ın kumarı, İbn Haldun.
I. GİRİŞ: Titreyen Telefon ve “İletilen” Hakikat
Gecenin geç bir vakti, odanın karanlığını yaran tek ışık, komodinin üzerinde titreyen telefonun ekranıdır. Uykuyla uyanıklık arasındaki o bulanık hâlde, ekranda beliren bildirimi fark edersiniz: “İLETİLDİ.” Tanıdık bir WhatsApp grubundan gelen uzun bir metin… Baştan sona büyük harflerle yazılmış, noktalama işaretleri savruk, ama duygusu çok net bir mesaj: “Bu duayı okuyan ve en az 11 kişiye gönderen, daha sabah olmadan büyük bir müjde alacak; göndermeyen ise…” Gerisi ya uğursuz bir uyarı, ya da “bizden söylemesi” tonunda bir ima ile tamamlanır.
Bu tür metinlerde genellikle şu özellikler yan yanadır:
Birincisi, metin kendisini çoğu zaman “hadis” diye tanıtmaz; ama hadisvari bir dil kullanır. “Kim ki şunu yaparsa…”, “Şöyle yapan kul, falanca peygamberle beraber olur…” gibi kalıplar, okuyucunun zihninde otomatik olarak hadis ve sünnet çağrışımı uyandırır. İkincisi, metnin hiçbir yerinde kaynak, kitap adı, ravi zinciri, alim referansı yoktur. Buna rağmen mesaj, “yukarıdan gelen” bir hakikat gibi konuşur. Üçüncüsü, metnin sonunda mutlaka “paylaşma”yı ibadetleştiren bir vurgu vardır: “En az 7 kişiye gönder, 40 kişiye ulaştır, 3 grup ile paylaş…” Böylece “forward” tuşuna basmak, bir anda sadaka, tebliğ ve dua sevabının birleştiği sanal bir ibadete dönüşür.
Bu manzarayı küçümsemek kolaydır. “Kim ciddiye alıyor bunları?” diye sorabiliriz. Ama sosyal medya ve mesajlaşma uygulamalarındaki dinî içerik dolaşımına biraz dikkatle bakıldığında, bu zincir mesajların sıradan birer şaka değil, yeni bir dindarlık dili inşa ettiğini fark ederiz. İnsanlar, telefon ekranında beliren bu metinler üzerinden korkularını, umutlarını, suçluluk duygularını ve kimlik aidiyetlerini yeniden kurmaktadır. “Gönderdim mi?”, “Acaba görmezden gelirsem başıma bir şey gelir mi?”, “Göndermezsem imanı zayıf mı sayılırım?” gibi sorular, modern Müslüman’ın gündelik vicdan muhasebesinin bir parçasıdır artık.
Bu noktada devreye post-truth kavramı girer. Oxford Sözlüğü, post-truth’u, “nesnel gerçeklerin, kamuoyu üzerinde, duygular ve kişisel kanaatler kadar etkili olamadığı durumlar” olarak tanımlar. Hakikatin kendisi değil, hakikat hissi üreten anlatılar belirleyici hâle gelir. Dini zincir mesajlar tam da bu zeminde çalışır: Metnin sahih olup olmamasından çok, okuyan kişide ürettiği duygu, güven ve “ne olur ne olmaz” psikolojisi önem kazanır.
Bu makale, işte bu gündelik ve sıradan görünen ama din tasavvurunu derinden dönüştüren fenomeni, “sanal kassaslık” kavramıyla okumayı teklif ediyor. Klasik dönem İslam toplumlarındaki kıssacı/kassas tipinin tarihsel serüvenini hatırlatarak; post-truth çağın sahte haber ve uydurma rivayet literatürüne kısaca değinerek; Walter Ong’un “ikincil sözlülük” kavramı ve Baudrillard’ın simülasyon teorisiyle “hiper-hadisler” olgusunu tartışarak; son olarak Pascal’ın kumar metaforu ve İbn Haldun’un haber tenkidi perspektifiyle bu zincir mesajların psikolojik ve sosyolojik arka planını analiz etmeyi amaçlamaktadır.
II. TARİHSEL ARKA PLAN: MİNBERDEN PAZARA, PAZARDAN TELEFONA “KASSASLIK”
Bugün WhatsApp gruplarında gördüğümüz zincir mesajları, tarihten bütünüyle kopuk, sıfırdan icat edilmiş bir fenomen gibi düşünmek yanıltıcı olur. Zira erken dönem İslâm toplumlarında, camilerin, pazar yerlerinin, hanların ve şehir meydanlarının vazgeçilmez figürlerinden biri de kassas/kıssacı idi. Kassas, kelimenin kök anlamıyla “hikâye anlatan”, “kıssa eden” demektir; ama tarih boyunca bu figürler sadece hikâye anlatmakla kalmamış, dindarlığın halk arasında nasıl deneyimlendiğini, duyguların nasıl yönlendirildiğini, cennet ve cehennem tasavvurlarının nasıl biçimlendiğini de belirlemiştir.
İbnü’l-Cevzî, Kitâbü’l-Kussâs ve el-Mevdûʿât gibi eserlerinde, kassasların bir kısmını sert bir dille eleştirir. Ona göre bu kıssacılar, “avamın cehaletinden” beslenen, insanların gözyaşlarını, korkularını ve mucize merakını ustaca kullanan, çoğu zaman da uydurma rivayetlerle meclisi coşturan kişilerdir. Bir kısmı sultanın gölgesine yakın durur; din dili üzerinden siyasî meşruiyet üretir. Bir kısmı ise pazar yerlerinde, han avlularında kendi kitlesini oluşturarak adeta dönemin bağımsız influencer’ları gibi hareket eder. İbnü’l-Cevzî’ye göre sorun, bu insanların din anlatmaması değil; din anlatırken hakikat ile hayali, sahih rivayet ile mevzû rivayet arasındaki sınırları silikleştirmesidir.
İbn Teymiyye ve onu takip eden alimler de, özellikle kıssacılığı, halkın gönlünü hoş tutarken aklını bulandıran, duyguyu hakikatin önüne koyan bir pratik olarak görür. Onların gözünde kassaslık, dinî alanın popülerleşmesi ve ticarîleşmesi bakımından erken bir örnektir. Kıssacı, çoğu zaman “en çarpıcı” hikâyeyi anlatan kişidir; bu da onu abartı, mucize ve olağanüstülük peşinde koşmaya iter. Din, sükûnet veren bir tefekkür dili olmaktan çıkarak, heyecan veren bir gösteriye, bir “performans”a dönüşür.
Bu noktada klasik hadis tenkidi geleneği devreye girer. Cerh ve ta‘dil uleması, yalnızca ravilerin kişisel ahlakını ve hafızasını değil, aynı zamanda içinde bulundukları toplumsal iklimi de dikkate alarak, hangi rivayetin hangi kanallardan yayıldığını titizlikle takip etmişlerdir. Mevzû (uydurma) hadis literatürü, bir bakıma bu popüler anlatı piyasasının ürünlerini tespit ve tasfiye etmeye dönük bir çabadır. Klasik dönemde kassasların ağzından çıkan rivayetler, bugün PDF formatında değil belki ama, halkın hayal dünyasında dolaşan “viraller” olarak çalışmıştır.
Dolayısıyla, bugün telefon ekranında karşımıza çıkan “bir defa okuyana yetmiş bin melek” vadeden zincir mesajları, tarihsel olarak yabancısı olduğumuz bir şey değil; esasen forma değiştirerek karşımıza çıkan eski bir zihniyetin yeni teknolojik kılığından ibarettir. Fark şuradadır: Kassasın sesi artık cami avlusunda değil, cebimizde sürekli titreşen akıllı telefonların hoparlöründe yankılanmakta; “cemaat” artık belli bir mekâna değil, sanal bir gruba kayıtlıdır.
III. POST-TRUTH ÇAĞI, SAHTE HABERLER VE MEVZÛ RİVAYETLER: KISA BİR LİTERATÜR ÇERÇEVESİ
Hakikat sonrası çağ tartışmaları, başlangıçta daha çok siyaset ve medya çalışmalarının gündemindeydi. Seçim kampanyalarında kullanılan manipülatif söylemler, sosyal medyada dolaşıma sokulan sahte haberler, algoritmaların güçlendirdiği yankı odaları derken, “gerçeklik” ile “gerçeklik hissi” arasındaki mesafe büyüdü. Oxford Sözlüğü’nün post-truth tanımı, nesnel verilerin değil, kimliklere ve duygulara hitap eden anlatıların belirleyici hâle geldiğini vurgular. Bu çerçeve, dinî alandaki uydurma rivayetlerin ve zincir mesajların anlaşılması için de kritik bir referans sunmaktadır.
Son yıllarda Türkçe literatürde, mevzû hadisler ile sahte haberler arasındaki ilişkiye doğrudan işaret eden çalışmaların ortaya çıkması, önemli bir gelişmedir. Nergis Karaaslan ve Hayati Yılmaz’ın “Sahte Haber Araştırmaları Bağlamında Mevzû Hadislerin Yayılması” başlıklı makalesi, modern sahte haber literatüründe tartışılan bilişsel süreçler, kimlik motivasyonlu algı ve sosyal psikoloji bulgularıyla klasik ulemanın mevzû hadislerin yayılış sebepleri konusundaki tespitlerini yan yana getirir. Böylece, sahte haberin bugün sahip olduğu psikolojik ve sosyolojik altyapının, geçmişte uydurma rivayetlerin dolaşıma girmesinde de benzer mekanizmalar üzerinden çalıştığını gösterir.
Ahmet Emin Seyhan’ın dijital dünyada uydurma hadislerle mücadeleye odaklanan çalışması ise, daha çok pratik ve normatif bir perspektif sunar. Sosyal medyada, “kısmet açan, borç sildiren, depremden koruyan, kanseri iyileştiren” şeklinde pazarlanan dua ve rivayetlerin, özellikle gençlerin din tasavvurunu nasıl şekillendirdiğini, gerçekleşmeyen vaatlerin ise nasıl bir hayal kırıklığı ve güven kaybı ürettiğini örneklerle ortaya koyar. Bu bağlamda Seyhan, yalnızca bireysel bilinçlenmeyi değil, Diyanet, Din İşleri Yüksek Kurulu ve TBMM gibi kurumların sorumluluğunu da vurgular; dijital ortamda dinî bilgi denetimi ve teyit mekanizmalarının güçlendirilmesi gerektiğini savunur.
Recep Emin Gül’ün sosyal medyada hadis kullanımına dair çalışmaları, Facebook ve Twitter özelinde paylaşılan hadis içeriklerinin kaynak değeri ve algılanış biçimini inceleyerek, başka bir kritik noktaya dikkat çeker. Gül’ün bulgularına göre, sosyal medyada dolaşan hadis içeriklerinin önemli bir kısmı kaynak göstermemekte; “hadis” etiketiyle sunulan birçok metin, aslında geç dönem tasavvufî literatürden veya anonim dua risalelerinden devşirilmiş metinlerdir. Buna rağmen gençlerin büyük bir bölümü, bu içerikleri doğrudan “sünnet” olarak algılamakta ve gündelik dinî pratiklerine dâhil etmektedir. Bu durum, sosyal medyada paylaşılan metinlerin, doğruluğu sorgulanmasa bile örtük öğrenme yoluyla dinî hayatı biçimlendirdiğini göstermektedir.
İletişim yazınında, post-truth ve yalan haber tartışmalarını dinle doğrudan ilişkilendirmeyen ama din sosyolojisi açısından okunmaya oldukça elverişli çalışmalar da vardır. Oğuzhan Taş ve Tuğba Taş’ın, post-hakikat çağında sosyal medyada dolaşan yalan haberleri Suriyeli mülteciler örneğinde çözümleyen makalesi, sahte haberin yalnızca bir “bilgi yanlışı” değil, aynı zamanda bir kimlik siyaseti aracı olduğunu gösterir. Mültecileri tipikleştiren, bireyselliğini silen, “hak etmediği imkânlardan yararlanan kitle” gibi kodlayan bu haberler, gerçeklikle bağını koparan ama duygusal olarak son derece inandırıcı bir “öteki” imajı üretir. Dinî alandaki uydurma rivayetler de benzer biçimde, “hakikatin yerine geçen ama hakikatten daha etkileyici” anlatıların tipik örnekleridir.
Din sosyolojisi perspektifinden bakıldığında, post-truth rejimi ile din arasındaki ilişkiyi kuramsal düzeyde tartışan çalışmaların başında Ali Fidan’ın “post-gerçeklik toplumu ve din” eksenli metinleri gelir. Fidan, dijital çağın insanını “homo digitalicus” olarak adlandırır ve bilgiye erişim imkânlarının artmasına rağmen teyit kültürünün zayıfladığını; kimlik, duygu ve aidiyetin, hakikat tartışmalarının önüne geçtiğini vurgular. Bu zemin, dinî alanda da hem geleneksel otoritelerin sorgulanmasına, hem de yeni tür dijital dinî otoritelerin yükselişine yol açmaktadır.
Bu literatür bir arada düşünüldüğünde şu tablo ortaya çıkar:
Mevzû hadisler, sahte haberler, post-truth rejimi ve dijital dinî otoriteler üzerine dağınık gibi görünen çalışmalar, aslında aynı problemin farklı yüzlerini betimlemektedir. Bu makale, söz konusu birikimden yararlanırken, özgün katkısını özellikle kassaslık mirası, sanal kassaslık ve simülasyon/hiper-hadisler kavramları üzerinden ortaya koymaya çalışır. Yani mesele yalnızca doğru-yanlış ayrımına indirgenmeden, dindarlığın duygusal, estetik ve simgesel boyutlarını da içine alan daha geniş bir sosyolojik çerçeveye oturtulur.
IV. DİJİTAL SÖZLÜLÜK, SİMÜLASYON VE “HİPER-HADİSLER”
Geleneksel bir bakış açısından baktığımızda, modern çağda yazının, kitabın ve matbaanın hâkim olması, “sözlü kültür”ün geri plana itildiği bir sürece işaret eder. Oysa Walter Ong, 20. yüzyılın sonlarında, elektronik ve dijital medyanın yükselişiyle birlikte, yazının tamamen hâkim olmadığı, aksine yeni bir tür “ikincil sözlülük” düzeyine geçtiğimizi tespit eder. Televizyon, radyo, daha sonra internet, sosyal medya ve mesajlaşma uygulamaları, yazılı metinleri bile sözlü etkileşimin ritmine, hızına ve duygusal yoğunluğuna tabi kılar.
WhatsApp’taki dinî zincir mesajları, bu ikincil sözlülüğün tipik örneklerindendir. Metinler yazılıdır; ama işlevleri sözlüdür. Yani o mesajı okuyan kişi, aslında sessiz bir vaaz dinliyormuş gibi etkilenir: Yazı, sesin yerini alır; emojiler beden dilini, “ALLAH RAZI OLSUN KARDEŞİM” yazan büyük harfli geri dönüşler cemaatin ortak “amin”ini temsil eder. Ayrıca, bu mesajların bir kısmı zaten sesli not, kısa video veya Reels/TikTok formatında üretilir; böylece görsel-işitsel kassaslık devreye girer. Klasik kassas, omzunda sarığı ve elinde tesbihiyle cami avlusunda otururken; modern sanal kassas, filtreli yüzü, fon müziği ve dikkat çekici başlıklarıyla ekranlarımızda belirir.
Bu noktada Jean Baudrillard’ın simülasyon ve hiper-gerçeklik kavramları, zincir mesajların niteliğini açıklamak için oldukça kullanışlıdır. Baudrillard’a göre modern dünyada işaretler, artık bir gerçekliği temsil etmekle kalmaz; temsil ettikleri gerçekliğin yerini alır, hatta ondan daha “gerçek” hissedilir hâle gelir. Disneyland’ın “gerçek” dünyadan daha gerçek görünmesi gibi, bazı dinî anlatılar da “gerçek İslâm”dan daha cazip, daha parlak, daha mucizevî bir “hiper-İslâm” imgesi üretir.
WhatsApp zincir mesajları, bu anlamda bir tür “hiper-hadisler” üretmektedir. “Kim bu duayı bir defa okursa, otuz yıllık kaza namazı eda etmiş gibi olur”, “Şu salavâtı her gün on defa okuyan, cennetle müjdelenmiş peygamberlerle beraber haşrolunur” gibi vaatler, kullandıkları dil itibarıyla hadise benzer; fakat içerik itibarıyla, klasik hadis literatürünün sınırlarını fersah fersah aşan abartılarla yüklüdür. Bu metinler, okuyana kendisini “İslâm’ın daha içten, daha derin, daha özel bir versiyonu”nu keşfetmiş gibi hissettirir. Böylece, sahih hadisler sessiz ve “sıradan” görünürken; hiper-hadisler, tıpkı bir reklam sloganı gibi parlayan, yüksek vaat, düşük maliyet formülüyle çalışan simülasyonlara dönüşür.
Bu simülasyonlar sadece bilgi düzeyinde değil, duygusal düzeyde de işlemektedir. Zincir mesajı okuyup paylaşan kişi, bir anda “sanal takva” hâli yaşar: Sadece parmağını ekranda kaydırarak, ödül ve sevap ekonomisinde büyük bir sıçrama yapmış gibi hisseder. İbadetin maliyeti düşer, getirisi ise sonsuzlaştırılır. Böylece, modern kapitalizmin “az emek – çok kazanç” mantığı, dinî bağlamda “az amel – sınırsız sevap” formuna bürünür.
Tam da bu noktada, sanal kassaslığın riskli tarafı belirir. Klasik kassasın masalsı anlatıları nasıl ki halkın zihin dünyasında gerçek ile hayali birbirine karıştırdıysa, bugün hiper-hadisler de sosyal medyanın hız ve duygusallık rejimi içinde, hakikat ile simülasyonu iç içe geçirir. Hakiki din ile hiper-din arasında ayrım yapmak zorlaşır; önemli olan hakikat değil, “iyi hissettiren” anlatıdır.
V. PASCAL’IN KUMARI, GRUP PSİKOLOJİSİ VE “DİJİTAL CERH VE TA‘DİL”
Zincir mesajların etkisini sadece simülasyon ve sözlülük üzerinden açıklamak yeterli değildir. Bu metinleri okuyan ve paylaşan insanların zihninde işleyen psikolojik mekanizmaları da anlamak gerekir. Bu noktada Blaise Pascal’ın meşhur “kumar argümanı” ilginç bir metafor sunar. Pascal’a göre insan, Tanrı’nın varlığı konusunda kesin bilgiye sahip olmasa da, bir tür “akılcı bahis” yapar: Tanrı varsa ve kişi inanmışsa sonsuz kazanç elde eder; Tanrı yoksa ve kişi inanmışsa kaybı sınırlıdır. Bu durumda, inanç, rasyonel bir kumar olarak anlam kazanır.
Zincir mesajların mantığında da benzer bir “kumar” yürürlüktedir. Mesajı okuyan kişi şöyle düşünür: “Bu metin uydurma olsa bile, paylaşsam ne kaybederim? Ama ya doğruysa; ya gerçekten bir melek ordusu benim için dua edecekse; ya başıma gelecek bir felaket, bu mesaj sayesinde benden uzaklaşacaksa?” Böylece, “ne olur ne olmaz” mantığı, eleştirel düşünme refleksinin yerini alır. Metni sorgulamak, kaybı belirsiz bir risk gibi; paylaşmak ise kaybı olmayan bir ihtiyat tedbiri gibi görünür.
Bu bireysel kumara, bir de grup psikolojisi eklenir. Zincir mesajlar çoğunlukla aile, akraba, cemaat veya arkadaş gruplarında dolaşır. Bu grupların her birinin kendine özgü bir normlar dünyası vardır. “Hayırlı sabahlar” mesajına cevap vermeyen, herkes “amin” yazarken sessiz kalan, her gelen duayı paylaşmayan kişi, farkında olmadan “grubun marjında” konumlandırılır. Bazen doğrudan suçlayıcı ifadelerle, bazen sessiz bir dışlama ile karşılaşır. Dolayısıyla, zincir mesajı paylaşmak yalnızca bir ibadet değil, aynı zamanda grup içi aidiyeti korumanın da aracına dönüşür.
Bu psikolojik ve sosyolojik mekanizmalar, zincir mesajları bir tür “folklorik terapi”ye dönüştürür. Belirsizlik, hastalık, ekonomik kriz, deprem korkusu gibi durumlarda, insanlar akıllarını değil, kalplerini rahatlatacak, “bir şey yapıyorum” duygusu verecek küçük ritüellere sarılır. Zincir mesajlar, tam bu ihtiyacın üzerine kurulmuş küçük sanal ritüellerdir: Okudum, paylaştım, içim rahat. Hakikatle ilişkisinden bağımsız olarak, bu ritüellerin duygusal getirisi oldukça yüksektir.
Peki bu tablo karşısında ne yapılabilir? Yalnızca yasaklayıcı bir dille “bunları paylaşmayın” demek, çoğu zaman ters etki yaratmaktadır. Burada devreye, İslâm ilim geleneğinin en güçlü damarlarından biri olan haber tenkidi girer. İbn Haldun, Mukaddime’sinde nakledilen rivayetleri değerlendirirken, iki temel ilkeye dikkat çeker: Birincisi, rivayetin içeriğinin akılla ve tecrübeyle uyuşup uyuşmadığı; ikincisi, rivayeti nakledenlerin içinde bulundukları toplumsal şartların, bu rivayeti hangi amaçla üretmiş olabilecekleri. Ona göre tarih yazıcısı, kolayca sürüklenen bir nakilci değil; rivayetleri akıl ve tecrübe süzgecinden geçiren bir “şüphe ehli” olmalıdır.
Bu yaklaşım, dijital çağda bir tür “dijital cerh ve ta‘dil” ahlakına dönüştürülebilir. Zincir mesajı forward etmeden önce şu soruları sormak, aslında modern bir haber tenkidi pratiğidir:
“Bu metnin kaynağı nedir? Klasik hadis kitaplarında yeri var mı? Olağanüstü vaatler mantıklı mı? Bu mesajı yayanlar kimler; bundan ne kazanıyorlar? Bu metin, Allah ve din tasavvurumu hangi yönde etkiliyor?”
Bu sorular, herkesin hadis âlimi olmasını gerektirmez; ama herkesin eleştirel bir medya okuryazarlığına sahip olmasını önerir. Böyle bir “dijital cerh ve ta‘dil” kültürü yerleşmediği sürece, en güçlü teknik teyit platformları bile yeterli olmayacaktır. Çünkü sorun sadece bilgi eksikliği değil, aynı zamanda duygu, kimlik ve aidiyet eksenli bir post-truth rejiminin din alanında da hüküm sürmesidir.
SONUÇ: SANAL KASSASLIK KARŞISINDA HAKİKATİN İNCE SAVUNMASI
Bu makale, gecenin bir vakti telefonlarımızın ekranında beliren zincir mesajlardan yola çıkarak, post-truth çağda dinî hakikat tasavvurunun nasıl dönüştüğünü anlamaya çalıştı. Klasik dönemde cami avlusunda, pazar yerinde, han gölgelerinde hikâyeler anlatan kassas figürünün, bugün WhatsApp gruplarında, Instagram akışlarında, YouTube kanallarında “sanal kassas” olarak yeniden bedenlendiğini gördük. Bu dönüşümde, Walter Ong’un “ikincil sözlülük” kavramının işaret ettiği gibi, yazının bile sözlü bir ritme tabi olduğu; Baudrillard’ın söylediği gibi, simülasyonların hakikatin yerini aldığı; Pascal’ın kumar metaforunun işaret ettiği gibi, “ne olur ne olmaz” mantığının eleştirel düşüncenin önüne geçtiği; İbn Haldun’un vurguladığı gibi, haber tenkidinin ise çoğu zaman duygusal rahatlık uğruna geri plana itildiği bir zemin söz konusudur.
Literatürde, mevzû hadisler ile sahte haber mekanizmaları arasındaki benzerlikleri ortaya koyan çalışmalar, dijital ortamda uydurma rivayetlerle mücadele önerileri, sosyal medyada hadis kullanımının niteliksel analizleri ve post-truth rejiminin din alanındaki yansımalarını tartışan kuramsal metinler, bu fenomeni anlamak için önemli bir zemin sunmaktadır. Bu makalenin özgün katkısı, bu zeminin üzerine, tarihsel kassaslık mirası ile modern dijital kültürü yan yana getirerek, zincir mesajları “sanal kassaslık” ve “hiper-hadisler” kavramlarıyla birlikte düşünmeye çalışmasıdır. Bununla beraber, çözüm önerisini salt yasaklayıcı ve moralist bir dilden değil, İslâm ilim geleneğinin kendi içinden doğan haber tenkidi ve cerh–ta‘dil yönteminden hareketle, “dijital cerh ve ta‘dil” şeklinde kavramsallaştırmasıdır.
Son tahlilde, mesele sadece şu mesajı paylaşmak ya da paylaşmamak değildir. Mesele, dinî hakikati nasıl anladığımız, Allah tasavvurunu hangi duygular üzerinden kurduğumuz, umut ve korkularımızı hangi simgesel ritüellere emanet ettiğimiz meselesidir. Zincir mesajlar, bize hızlı ve zahmetsiz bir “takva simülasyonu” sunar; hakikat ise çoğu zaman ağır, zahmetli ve sabır isteyen bir arayıştır. Kassasların büyüleyici hikâyeleri, her zaman hakikatin önünde koşmuştur; ama hakikat, sessiz ve dirençli yürüyüşünü asla bırakmamıştır.
Bugünün Müslümanı için soru şudur:
Titreyen telefon ekranında beliren ilk metne mi kulak vereceğiz, yoksa bin yıllık bir haber tenkidi geleneğinin kulağımıza fısıldadığı şu uyarıyı mı hatırlayacağız: “Her duyduğunu nakletmek, kişiye günah olarak yeter.”
Sanal kassaslığın gürültüsü içinde, hakikatin bu kısık ama berrak sesini duymayı başarabilirsek, belki de hem dijital çağın imkânlarını hem de dinî mirasımızın hikmetini aynı anda sahiplenmiş oluruz.
Yorumlar
Yorum Gönder